9 Mart 2013 Cumartesi

Kuran Bilime Yol Gösterir


Kuran Bilime Yol Gösterir

Birinci Kitap
Din Bilimi Teşvik Eder

İslam dini akıl ve vicdan dinidir. İnsan, aklı ile Allah'ın bildirdiği gerçekleri görür ve vicdanını kullanarak gördüklerinden sonuç çıkarır. Örneğin akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile evrendeki herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunu üstün bir Akıl, İlim ve Güç sahibinin yarattığını anlar. Veya dünyada yaşamın meydana gelebilmesi için gereken binlerce koşuldan sadece birkaçını görmesi bile, dünyanın insanların yaşayabilmeleri için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlaması için yeterlidir. Akıl ve vicdan sahibi bu insan, dünyanın tesadüfen oluştuğu gibi bir iddianın akıl dışı olduğunu ise kolaylıkla anlar. Kısacası aklını ve vicdanını kullanarak düşünen her insan Allah'ın varlığının delillerini tüm açıklığı ile görebilir. Allah bu insanlar hakkında bir ayette şöyle haber vermektedir:
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)
Bu nedenle Allah, Kuran'da insanları çevrelerindeki yaratılış delillerini düşünmeye ve incelemeye çağırır. Tüm evrende var olan sistemleri, canlı ve cansız varlıkları inceleyen, gördükleri üzerinde düşünen ve araştıran her insan Allah'ın üstün aklını, ilmini ve sonsuz gücünü tanımaya başlayacaktır. Allah'ın insanları, üzerinde düşünmeye çağırdığı konulardan bazıları ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik?
Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. (Kaf Suresi, 6-10)
plant
 
Düşünen, akıl ve vicdan sahibi her insan için evrende, üstün bir Yaratıcı olan Allah'ın varlığının delilleri açıkça görülmektedir.
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?(Mülk Suresi, 3)
İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı? (Tarık Suresi, 5)
Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi? (Gaşiye Suresi, 17-20)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Allah insanları, gökyüzü, yağmur, bitkiler, hayvanlar, doğum, coğrafi özellikler gibi konularda araştırma ve inceleme yapmaya çağırmaktadır. Tüm bu varlıkları incelemenin ve araştırmanın yollarından ise başta da belirttiğimiz gibi bilimdir. Bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilen bilgiler insanlara yaratılışın sırlarını, Allah'ın sonsuz ilmini, aklını ve gücünü tanıtır. Ve tarih boyunca insanlığa büyük hizmetler veren bilim adamlarının önemli bir bölümünün Allah'a inanan dindar kimseler olmasının nedeni de budur; bilimin Allah'ın kudretini takdir edebilmenin bir yolu olması...
galaxy
 
O,göklerin ve yerin yaratıcısıdır...(Şura Suresi,11)

Allah İnancı Bilim Adamlarına Büyük Bir Şevk ve Heyecan Kazandırır

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi din, bilimi teşvik eder ve bilimle uğraşan akıl ve vicdan sahibi insanlar Allah'ın varlığının delillerine çok yakından şahit oldukları için, aynı zamanda güçlü bir imana da sahip olurlar. Çünkü bu insanlar yaptıkları her incelemede, her yeni buluşta Allah'ın yarattığı mükemmel bir sistem, kusursuz bir detay ile karşılaşırlar.
Örneğin, gözler üzerinde inceleme yapan bir bilim adamı, yalnızca insan gözündeki kompleks sistemi gördüğünde bile bunun asla tesadüflerle, aşamalı olarak meydana gelemeyeceğini anlar. Biraz daha incelediğinde, gözün oluşumundaki her detayın mucizevi bir yaratılışı olduğuna şahit olur. Gözün birbiriyle tam bir uyum içinde çalışan onlarca ayrı parçadan oluştuğunu görür ve onu yaratmış olan Allah'a olan hayranlığı kat kat artar.
Aynı şekilde evreni inceleyen bir bilim adamı, kendini bir anda binlerce mucizevi dengeyle karşı karşıya bulur. Sınırlarını belirlemenin mümkün olmadığı uçsuz bucaksız uzayda yer alan milyarlarca galaksi ve bu galaksilerdeki milyarlarca yıldızın büyük bir uyum içinde varlıklarını sürdürebilmesi ona büyük bir araştırma şevki verir.
Albert Einstein
Albert Einstein
Bunlardan dolayı, iman sahibi bir insan bilimsel araştırmalar yapmak ve evrenin sırlarını öğrenmek konusunda, son derece istekli ve kararlı olur. Çağımızın en büyük dehası olarak kabul edilen Albert Einstein bir yazısında iman eden bilim adamlarının dinden aldıkları bu ateşleyici gücü şöyle dile getirmiştir:
"Evrenle ilgili dini duygunun bilimsel araştırmaların en güçlü ve en soylu nedeni olduğu kanaatindeyim. Şüphesiz ki bu duyguyu, bilimsel zihniyeti ile ilk kuranlar en kuvvetli sezmişlerdi. Evrenin yapısını, bilimsel ve akılcı bir şekilde anlamak, insana en derin iman duygusu verir. Yıllarca mesai sonunda kavradıkları evren anlayışı, Kepler ve Newton'a böyle derin duygular vermiştir.

Bilimsel araştırmaların yalnız pratik alanında kalanlar, bu konuda her zaman her yerde yanlış açıklamalara düşmüşlerdir. Ancak hayatlarını tamamen bilimsel araştırmalara vermiş olanlarındır ki, bu seziş ve ilham, kalplerine dolar ve ancak bu çapta adamlardır ki, binbir güçlüğe rağmen bu aramalarına devam ederler. Onlar bu kuvveti din duygusundan alırlar. Bir çağdaşımız pek doğru olarak şöyle demiştir: Bizim materyalist çağımızda en derin din duygusunu, pozitif bilim yolunun ilk arayıcıları sezmişlerdir."1
Johannes Kepler Yaratıcı'nın eserlerindeki lezzeti tatmak için bilimle ilgilendiğini söylerken, tarihin en büyük bilim adamlarından biri olan Isaac Newton ise bilimsel araştırmalarını yapma çabasının ardındaki sebebin Allah'ı bulup tanımak isteği olduğunu ifade etmiştir.
Bu sözler dünya tarihinin en önemli bilim adamlarından sadece birkaçına aittir. Bu kişiler ve - ileriki bölümlerde inceleyeceğimiz - bunlar gibi daha yüzlerce bilim adamı evreni inceleyerek Allah'ın varlığına iman eden, Allah'ın ihtişamla yarattığı kanunlardan ve olaylardan etkilenerek, daha fazlasını keşfetme isteği duyan kimselerdir.
Görüldüğü gibi, Allah'ın evreni nasıl bir yaratılışla var ettiğini görebilme isteği, tarihte pek çok bilim adamının en büyük motivasyon kaynağı olmuştur. Çünkü evrenin ve canlıların yaratılmış olduklarını kavrayan bir insan, aynı zamanda bu yaratılışta bir amaç olduğunu da kavrar. Amaç ise doğal olarak anlam meydana getirir. Bu anlamı kavrayabilmek, delillerini bulmak, detaylarını incelemek isteği, bilimsel çalışmalara büyük bir güç kazandıracaktır. Ancak eğer evrenin ve canlıların yaratılmış oldukları gerçeği reddedilirse, bu anlam da ortadan kalkacaktır. Örneğin materyalist felsefeye ve Darwinizm'e inanan bir bilim adamı, evrende hiçbir amaç olmadığını, herşeyin kör tesadüflerin ürünü olduğunu zannedecektir. Bu durumda evreni ve canlıları araştırmanın da gerçek bir anlamı kalmaz. Einstein bu gerçeği, "din duygusu ne zaman kaybolsa bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor"2 sözüyle özetler.
Bu durumda, bir bilim adamının hedefleyebileceği yegane amaç, yaptığı bir buluşla ünlü olmak, tarihe geçmek ya da çok para kazanmak olabilir. Bu hedefler ise onu samimiyetten ve bilimsel dürüstlükten ayırabilir. Örneğin bilimsel bulgulara dayanarak vardığı bir sonucu, bu sonuç bilim dünyasında hakim olan yaygın kanıya ters düştüğü durumda, ününü yitirmek, kınanmak, küçük düşürülmek gibi endişelerle gizlemek durumunda kalabilir.
Evrim teorisinin uzun bir zamandır bilim dünyasında kabul görmüş olması, bu samimiyetsizliğin bir örneğidir. Gerçekte bilimsel verilerle yüz yüze kalan çok sayıda bilim adamı, evrim teorisinin canlılığı açıklamaktan çok uzak olduğunu görmekte, ama sırf tepki çekmemek için bunu ifade etmemektedir. İngiliz fizikçi H. S. Lipson bu konuda şu itirafı yapar:
Canlılar hakkında Darwin'in bildiğinden çok daha fazlasını biliyoruz. Örneğin sinirlerin nasıl çalıştığını biliyoruz ve bence her sinir elektrik mühendisliği yönünden bir şaheserdir. Ve bizim vücudumuzda bunlardan milyarlarcası vardır... Bu durumda benim aklıma gelen kelime "tasarım"dır. Ama biyolog meslektaşlarım bu kelimeden hiç hoşlanmamaktadır.3
neuron
1-Myelin(İzolasyon) 2-Akson 3-Hücre Gövdesi 4- Dendrit 5-Hücre Çekirdeği
Evrende var olan her varlık kusursuz bir tasarıma sahiptir. Örneğin fizikçi Lipson'ın da belirttiği gibi küçücük bir sinir hücresi elektrik mühendisliği yönünden bir şaheserdir.
Yaratılışı ifade eden "tasarım" kelimesi, sırf bu kelimeden hoşlanılmadığı için bilimsel literatürün dışına atılmak istenmekte, çok sayıda bilim adamı da bu dogmatik tutuma boyun eğmektedir. Lipson, bu gerçeği şöyle açıklar:
Aslında evrim bir anlamda bilimsel bir din haline geldi; hemen hemen bütün bilim adamları bunu kabul etti ve birçoğu onunla uyumlu olması için gözlemlerini eğip bükmeye hazırlar.4
Bu çarpık durum, 19. yüzyılın ortalarından itibaren bilim dünyasına hakim olmaya başlayan "dinsiz bilim" aldanışının bir sonucudur. Einstein'in belirttiği gibi "dinsiz bir bilim topaldır"5. Bu yüzden de bu aldanış, hem bilim dünyasını yanlış hedeflere yönlendirmiş, hem de bu hedeflerin yanlışlığını görmelerine rağmen kayıtsız kalan bilim adamları ortaya çıkarmıştır. Bu iki etkiden birincisini ilerleyen sayfalarda detaylı olarak inceleyeceğiz.

İman Eden Bilim Adamlarının "Hizmet Şevki"

Allah'ın varlığına ve büyüklüğüne iman eden bilim adamlarının dünyaya yönelik makam, mevki, ün veya para gibi hırsları olmadığı için, bilimsel araştırmalarda gösterdikleri gayret de son derece samimi olur. Bu insanlar bilirler ki, evrenle ilgili olarak keşfettikleri her sır tüm insanlara Allah'ı tanıtacak, insanlara Allah'ın sonsuz gücünü ve ilmini gösterecektir. Ve insanlara Allah'ın varlığını anlatmak, yaratılış gerçeğini tanıtmak iman eden bir kişi için kuşkusuz önemli bir ibadettir.
İşte bu samimi düşünceler içinde olan inançlı bilim adamları, tüm yaşamları boyunca büyük bir şevkle evrendeki kanunları, doğadaki mucizevi sistemleri, canlılardaki kusursuz mekanizmaları, akılcı davranışları keşfetme yolunda önemli çalışmalar yaparlar. Yaptıkları çalışmalardan da son derece fayda verecek sonuçlar alırlar, büyük ilerlemeler gösterirler. Bu yolda zorluklarla karşılaşmaları onları yılgınlığa sürüklemez. Veya insanlardan bir karşılık göremediklerinde de şevklerinde bir azalma olmaz. Çünkü onlar yaptıkları işte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı amaçlamaktadırlar.
Allah rızası için, iman eden diğer insanlara da fayda verebilme amacını taşırlar. Ve bu konuda bir sınır tanımazlar. Verebilecekleri en yüksek faydayı sağlamak ve insanlara en güzel şekilde hizmet edebilmek için çalışırlar. Bu samimi çabalarına karşılık olarak da son derece verimli insanlar olurlar. Yaptıkları işlerden her zaman güzel sonuçlar çıkar.
Bilimselliğin dinden uzak kalmakla oluşacağını zannedenler ise kuşkusuz büyük bir yanılgı içerisindedirler. Herşeyden önce Allah'a iman etmeyen kimseler imanın getirdiği manevi şevki yaşayamazlar. Belki en başında büyük bir heyecanla başladıkları bilimsel araştırmalar, bir süre sonra onlara tekdüze ve monoton olaylar olarak görünmeye başlar. Bu zihniyetteki kişilerin hayattaki amaçları, kısa sürede bitecek olan dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etmektir. Para, makam, şöhret, itibar gibi dünyevi hırslar içinde olan bu kişiler ancak kendilerine bunları kazandıracak çalışmaları yaparlar. Örneğin bu şekilde düşünen ve üniversitede kariyer yapmak isteyen bir bilim adamı ancak kendini daha üst bir mevkiye geçirebilecek alanlarda çalışma yapar. İnsanlara fayda getirebileceğini düşündüğü bir konu olsa bile, kendi çıkarları açısından bir şey kazandırmayacağını düşündüğü bir konuda araştırma yapmaz.
Veya karşısına araştırma yapabileceği iki konu çıktığında, bu ikisi arasında hangisinin kendisine daha çok maddi kazanç, itibar ve makam sağlayacağı yönünde bir kıyas yapar ve diğerinin insanlar için daha faydalı bir sonuç getirebileceğini bilse bile o konudan uzaklaşabilir. Kısacası bu tip insanlar, çıkarları olmadığı sürece asla diğer insanlara fayda vermeye, onlara hizmet etmeye yanaşmazlar. Çıkar sağlama imkanları ortadan kalktığı anda, onların çalışma azimleri de yok olur gider.
Allah'a iman eden bir insanın yaşadığı şevk ve heyecan ise sadece bilim alanında değil, sanat, kültür gibi hayatın daha birçok alanında insanlara geniş ufuklar açar. Ve asla tükenmeden, hatta daha da katlanıp artarak devam eder.

Din, Bilimin Doğru Yönlendirilmesini Sağlar

Bilim, içinde yaşadığımız maddesel dünyanın deney ve gözlem yoluyla incelenmesine denir. Elbette bilim bu incelemeyi yaparken, deney ve gözlem yoluyla elde ettiği verileri temel alarak, bu verilere bakarak sonuç çıkaracaktır. Ancak bunun yanı sıra, her bilim dalında, araştırma öncesinden kabul edilen bazı temel kıstaslar vardır. Bu kıstasların tümüne birden bilim dilinde "paradigma" adı verilir.
Bu temel, yapılacak olan bilimsel araştırmaların "istikametini" belirler. Bilindiği gibi bilimsel araştırmalardaki ilk adım bir "hipotez" (varsayım) belirlemektir. Bilim adamları inceleyecek oldukları konu hakkında ilk başta belirli bir varsayım ortaya atarlar. Daha sonra bu varsayım bilimsel verilerle sınanır. Eğer yapılan deney ve gözlemler hipotezi doğrularsa, "hipotez", "kanıtlanmış bir prensip ya da kanun" olarak adlandırılır. Eğer hipotez yalanlanırsa, başka hipotezler denenir ve bu süreç devam eder.
Dikkat edilirse bu sürecin ilk aşaması olan hipotez belirlenmesi, bilim adamlarının benimsediği temelde yanlış olan bakış açısı ile ilgilidir. Örneğin bilim adamları, bu yanlış bakış açıları nedeniyle, "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan, kendi kendini düzenleme yönünde bir eğilimi vardır" gibi bir hipotezle yola çıkabilirler. Sonra da bu hipotezi doğrulamak için yıllar süren uzun araştırmalar yapabilirler. Ama maddenin böyle bir özelliği yoktur ve dolayısıyla tüm bu çaba başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Hatta eğer bilim adamları bu hipotezde çok ısrarlı iseler, araştırma yıllar, hatta nesiller boyu bile sürebilir. Sonuçta ise ortaya çok büyük bir zaman ve imkan kaybı çıkar. Oysa eğer başlangıçta "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan kendi kendini düzenlemesi mümkün değildir" fikri ile yola çıkılacak olsa, buna dayalı bilimsel araştırmalar çok hızlı ve verimli ilerleyecektir.
Dikkat edilirse, bu nokta, yani hipotezi doğru belirleme noktası, bilimsel bulgulardan farklı bir kaynağı gerektirmektedir. Bu kaynağı doğru tespit etmek ise çok önemlidir, çünkü az önce belirttiğimiz örnekte olduğu gibi, kaynağın yanlış belirlenmesi, bilim dünyasına, yıllar, on yıllar, hatta asırlar kaybettirebilir.
İşte bu aranan kaynak, Allah'ın insanlara ulaştırdığı vahiydir. Çünkü Allah, evrenin ve tüm canlıların yaratıcısıdır ve dolayısıyla bu konular hakkındaki en doğru, tartışmasız bilgi Allah'tan gelen bilgidir. Nitekim Allah Kuran'da bu konular hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Bunların en belirginlerini şöyle sıralayabiliriz:
  1. Evreni, Allah yoktan var etmiştir. Herşey bir amaç üzerine yaratılmıştır. Bu gerçeğin bir sonucu olarak da doğada ve tüm evrende tesadüflerin oluşturduğu bir kaos değil, yaratılmış olan kusursuz bir düzen bulunmaktadır.
     
  2. Maddesel evrenin, özellikle de üzerinde yaşadığımız Dünya'nın tüm özellikleri, insan yaşamına uygun olacak şekilde, özel olarak tasarlanmıştır. Yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinde, yeryüzü şekillerinde, suyun ya da atmosferin özelliklerinde, insan yaşamına imkan sağlayan belirli bir amaç bulunmaktadır.
     
  3. Tüm canlı türlerini Allah yaratmıştır. Ayrıca, bal arıları örneğinde bildirildiği gibi, bu canlıların hareketleri de Allah'tan gelen özel bir ilhamla gerçekleşmektedir.
     
Bunlar, Allah'ın Kuran vesilesiyle bizlere öğrettiği mutlak gerçeklerdir. Bu gerçekleri temel alan bir bilim anlayışı da hiç şüphesiz çok büyük bir başarı elde edecek, çok verimli bir biçimde insanlığa hizmet verecektir. Nitekim tarihte bunun açık örnekleri vardır. Müslüman bilim adamlarının dünyanın en ileri medeniyetlerine öncülük ettikleri 9. ve 10. yüzyıllarda önemli başarılar elde edilmiş olması, bilimin yukarıda sayılan doğru temellere oturtulması sayesinde mümkün olmuştur. Batı'da da, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, paleontoloji gibi bilim dallarının tüm öncüleri, Allah'ın varlığına inanan ve O'nun yarattıklarını inceleme amacıyla araştırma yapan büyük bilim adamlarıdır.
Einstein, insanların hedeflerini belirlerken dini gerçeklerden yola çıkmaları gerektiğini şöyle ifade etmiştir:
İnsanın gerçek hedefini din belirler. Ancak hangi vasıtalara başvurulması gerektiği noktasında bilimin de söyleyeceği şeyler vardır. Bilim, gerçeği eksiksiz öğrenmek isteyenler tarafından şekillendirilip belli çerçevelere icra edilerek kurulur. Ama, temelde, bunun kaynağında da büyük ölçüde yine din vardır. Ben derin bir imana sahip olmayan herhangi bir bilim adamı düşünemiyorum.6
clock
Gerçek dışı bir iddianın peşinde koşan bilim adamları bilime büyük vakit kaybettirmişlerdir.
Ancak 19. yüzyılın ortalarından bu yana, bilim dünyası bu İlahi temelden uzaklaştırılmış ve materyalist felsefenin etkisi altına girmiştir. Materyalizm, eski Yunan'a kadar uzanan bir düşüncedir. Maddenin mutlak varlığını savunur ve Allah'ı inkar eder.
Materyalizm bu iddialarını bilim dünyasına aşamalı bir biçimde benimsetmiş ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bilimsel araştırmaların önemli bir bölümü bu iddiaları desteklemeye ayrılmıştır. Bu amaçla; evrenin sonsuzdan beri var olduğunu varsayan "sonsuz evren modeli"; canlılığın tesadüflerin bir eseri olduğunu öne süren Darwin'in evrim teorisi; ya da insan zihninin beyinden ibaret olduğunu öne süren Freud'un görüşleri ve benzeri teoriler ortaya atılmıştır.
Ancak bugün geriye dönüp bakıldığında, materyalizmin bu iddialarının bilime sadece zaman kaybettirdiğini görürüz. Çünkü bu iddiaların her birini ispatlayabilmek için on yıllar boyunca sayısız bilim adamı çabalamış, ancak ortaya çıkan sonuçlar bu iddiaların geçersizliğini göstermiştir. Bulgular, aynen Kuran'da Allah'ın haber verdiği gibi; evrenin yoktan yaratıldığını, insan yaşamını gözeten bir amaca göre tasarlandığını, canlılığın tesadüflerle doğmasının ve evrimleşmesinin imkansız olduğunu ispatlamıştır. Şimdi bu gerçekleri sırasıyla inceleyelim:

Materyalistlerin, "Sonsuz Evren" Saplantıları ile Bilime Kaybettirdikleri

20. yüzyılın başlarına dek materyalistlerin hakim olduğu bilim dünyasındaki yaygın görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu inanışa göre, evrenin bir başlangıcı ve sonu yoktu, evren sınırsız bir maddeler bütünüydü. Materyalist felsefenin temelini teşkil eden bu görüş, evrenin yaratılmış olduğunu da reddediyordu.
Materyalizme inanmış ya da bu felsefenin etkisinde kalmış olan çok sayıda bilim adamı, söz konusu "sonsuz evren" modelini bilimsel çalışmalarına temel olarak aldı. Astronomi ve fizik alanlarındaki tüm çalışmalar, maddenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımına dayandı.. Kısacası sayısız bilim adamı uzun yıllar boşa çabalayıp yoruldu. Çünkü bilim, çok geçmeden bu efsaneleri yıkacaktı.
Sonsuz evren modelinin yanlışlığını sezen ve buna karşı bilimsel bir alternatif getiren ilk kişi, Belçikalı bilim adamı Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, Rus bilim adamı Alexandre Friedmann'ın bazı hesaplamalarına dayanarak, evrenin gerçekte bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öne sürdü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.
hubble, teleskop
Hubble, kullandığı dev teleskobu ile yıldızların hem bizden hem de birbirlerinden sürekli uzaklaştıklarını keşfetti.
Burada vurgulanması gereken nokta, George. Lemaitre'in aynı zamanda bir din adamı oluşudur. Lemaitre, "evreni Allah'ın yoktan yarattığı"na yürekten inanıyordu. Yani bilime, materyalistlerden çok daha farklı bir temelden yaklaşıyordu.
İlerleyen yıllar, Lemaitre'in inandığı temelin doğru olduğunu ortaya çıkaracaktı. İlk olarak Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla yıldızların hem bizden, hem de birbirlerinden sürekli olarak uzaklaştıklarını keşfetti. Evrende herşey birbirinden uzaklaşıyorsa, bunun gösterdiği tek sonuç vardı: Evren genişlemekteydi, yani materyalistlerin iddia ettikleri gibi durağan değildi.
Evrenin durağan olamayacağını aslında Albert Einstein daha önce teorik olarak hesaplamıştı. Ancak bu hesaplar sonucunda elde ettiği veriler, o dönemin durağan evren modeliyle uyuşmadığı için bu buluşunun üzerinde durmamış ve bir kenara bırakmıştı. Einstein gibi yüzyılın en büyük dehası sayılan bir bilim adamı bile materyalist dogmadan etkilenmiş ve bu önemli buluşunu ortaya çıkarmamıştı. Einstein daha sonra bu olayı "kariyerinin en büyük hatası" olarak adlandırdı.
Evrenin genişliyor olmasının gösterdiği önemli bir gerçek daha vardı: Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan genişlemeye başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplar sonucunda ise bu tek noktanın sıfır hacme sahip olması gerektiği anlaşıldı. İşte evren bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" yani "Büyük Patlama" ismi verildi.
Aslında bu patlayan noktanın sıfır hacme sahip olduğu ifadesi teorik olarak kullanılmaktadır. Çünkü sıfır hacim ifadesinin karşılığı "yokluk"tur. Yani evren yokluktan var olmuştur. En doğru ifadesiyle "yoktan yaratılmıştır."
Big Bang teorisi evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğini açıkça göstermekteydi. Ancak bu teorinin kabul görmesi için bilimsel delillerinin de bulunması gerekiyordu. 1948 yılında George Gamow, evrenin büyük bir patlama ile oluşması durumunda, Lemaitre'nin de daha evvel belirttiği gibi, evrende bu patlamadan arta kalan bir radyasyonun olmasının ve bu radyasyonun evrenin her yanında eşit miktarda bulunması gerektiğini öne sürdü.
Gamow'un bulunması gerektiğini söylediği bu kanıt kısa sürede ortaya çıktı. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu radyasyon kalıntılarını keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon, yerel kökenli değil, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, bu bulgularından ötürü Nobel Ödülü kazandılar.
1989 yılına ulaşıldığında ise, Amerikan Uzay Araştırmaları Dairesi NASA, Kozmik Fon Radyasyonu'nu araştırmak üzere uzaya COBE uydusunu gönderdi. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcılar da, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini birkaç dakika içinde doğruladı.
roma, arena
Cobe uydusu Big Bang'in varsayılan delillerini kısa sürede buldu.
Evreni Allah'ın "Big Bang" ile yoktan var etmiş olduğunun bu delillerle de ortaya konması, materyalist bilim adamlarını büyük bir şaşkınlığa uğrattı. Çünkü yıllar boyunca yaptıkları çalışmaların, ortaya attıkları fikirlerin, dayanaksız teorilerin birer birer yıkıldığına şahit oldular. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.7
Bu örnekte görüldüğü gibi, materyalizme körü körüne sadakat gösteren bazı insanlar, karşısına ne kadar çok bilimsel delil de çıkarılsa bunu kabul etmeye yanaşmamaktadırlar. Hatta bu gerçeği bizzat itiraf etseler bile, materyalizme bağlılıktan vazgeçememektedirler.
Bunun yanında, kendisini Allah'ın varlığını reddetmeye körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı, bugün evreni sonsuz güç sahibi Allah'ın yarattığını kabul etmiş durumdadır. Örneğin Big Bang hakkındaki çalışmaları ile tanınan Amerikalı bilim adamı William Lane Craig, bu konuda şu açıklamayı yapar:
Gerçekte, "hiçlikten sadece hiçlik çıkar" kuralına uygun olarak, Big Bang'in doğaüstü bir sebebi olmalıdır. Patlama öncesindeki tekillik, her türlü zaman-mekan kavramlarının sona erdiği sınır olduğuna göre, Big Bang'in fiziksel bir sebebi olması imkansızdır. Aksine, Big Bang'in nedeninin, fiziksel uzay ve zamanı tümüyle aşmış, evrenden tamamen bağımsız ve akıl almayacak derecede kudretli olması gerekmektedir. Dahası, bu sebep, kendi bağımsız iradesine sahip olan bilinçli bir varlık olmalıdır... Dolayısıyla evrenin kökeninin sebebi, evreni sırf kendi iradesi ile belirli bir zaman önce var eden bir Yaratıcı'dır.8
big bang, evrenin yaratılışı
Evren sıfır hacme sahip bir noktanın patlamasıyla var olmuştur. Big Bang adı verilen bu patlama evrenin yoktan var edilmiş olduğunu bilimsel delilleri ile ortaya koymuş ve materyalistlerin sonsuz evren iddialarını temelinden yıkmıştır.
Big Bang teorisinin bize gösterdiği önemli bir sonuç, başta da belirttiğimiz gibi, İlahi bilgilerden yola çıkan bir bilim anlayışının, evrenin sırlarını çözmekte son derece başarılı olacağıdır. Materyalist felsefeden yola çıkan bilim adamları ortaya "sonsuz evren" modelini atmışlar, ama tüm çabalarına rağmen bu teoriyi ayakta tutamamışlardır. Georges Lemaitre'nin dini kaynaklardan yola çıkarak geliştirdiği Big Bang teorisi ise bilimsel gelişmeye ışık tutmuş ve evrenin gerçek kökeninin anlaşılmasını sağlamıştır. 20. yüzyılın bilim tarihine baktığımızda, benzeri bir durumun diğer alanlarda da yaşandığını görebiliriz.

"Evrende Tasarım Yoktur" İddiasının Bilime Kaybettirdikleri

Materyalistler, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu savundukları gibi, evrende bir amaç ve tasarım olmadığını da iddia etmişlerdir. Evrendeki tüm denge, ahenk ve uyumun sadece tesadüflerin bir eseri olduğunu öne sürmüşlerdir. Önceki sayfalarda iddia da yine 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim dünyasına hakim olmuş ve bilimsel çalışmalara yön vermiştir.
Örneğin, evrende bir tasarım olmadığını gösterebilmek amacıyla, "kaos teorisi" adlı bir varsayım ortaya atılmıştır. Önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi teori uyarınca, kaosun (karmaşanın) içinden kendi kendine düzenlilik oluşabileceği iddia edilmiş ve bu iddiayı destekleyebilmek için sayısız bilimsel çalışma yapılmıştır. Matematiksel hesaplar, teorik fizik çalışmaları, fiziksel deneyler ve kimyasal araştırmalar, hep "evrenin bir kaosun ürünü olduğu nasıl gösterilebilir" sorusuna cevap bulmak için sürdürülmüştür.
Oysa yapılan her yeni araştırma, kaos ve tesadüf varsayımlarını biraz daha geçersiz kılmış ve gerçekte evrende çok büyük bir tasarım bulunduğunu göstermiştir. Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar derinleştirildikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yer çekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur.
Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü tasarıma "İnsani İlke" (Anthropic Principle) adını vermektedirler. Bu ilke, evrendeki her ayrıntının, insan yaşamını gözeten bir amaçla tasarlandığını destekler mahiyettedir.
einstein, puzzle
Kompleks bir düzen gördüğümüzde bu düzenin bir akıl sahibi tarafından sağlandığını hemen anlarız.
Bu sonuçla birlikte, materyalist felsefenin bilim dünyasına empoze ettiği "evren, içinde hiçbir amaç ve anlam olmayan bir maddeler yığınıdır, tesadüflerle işler" şeklindeki anlatımın, gerçekte bilime aykırı bir masal olduğu ortaya çıkmıştır. Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu konuda şu yorumu yapar:
20. yüzyıl astronomisi içinde ortaya çıkan yeni tablo, geçtiğimiz dört asır içinde bilimsel çevrelerde yaygın kabul gören bir varsayıma karşı ciddi bir baş kaldırı oluşturmaktadır. Bu varsayım, yaşamın evren içinde ortaya çıkmış tesadüfi ve önemsiz bir kavram olduğu düşüncesidir... Modern kozmoloji ve fizik tarafından ortaya konan deliller, aslında 17. yüzyıldaki doğal teoloji savunucularının aradıkları, ama o dönemdeki bilim düzeyi içinde bulamadıkları delillerdir.9
Bu alıntıda sözü edilen "doğal teoloji savunucuları", 17. ve 18. yüzyıllarda yaşayan ve bilimsel delillere dayanarak ateizmi geçersiz kılmayı ve Allah'ın varlığını ispatlamayı hedeflemiş dindar bilim adamlarıdır. Ancak, yine üstteki alıntıda belirtildiği gibi, o dönemde bilim düzeyinin zayıf oluşu, bu bilim adamlarının açıkladıkları gerçeklerin yeterince delillendirilememesine neden olmuş ve aynı ilkel bilim düzeyinden güç bulan materyalizm 19. yüzyılda bilim dünyasında hakim hale gelmiştir. Oysa 20. yüzyıl bilimi bu süreci tersine çevirmiş ve evreni Allah'ın yarattığını ispatlayan açık delilleri gözler önüne sermiştir.
Resimlerde görülen Albert Einstein bulmacasının dağıtılmış parçaları ancak akıl sahibi biri tarafından biraraya getirilebilir. Evrende var olan çok daha üstün niteliklere sahip ve çok daha kusursuz sistemleri sonsuz bir İlim ve Akla sahip olan Allah'ın tasarladığı da kesin bir gerçektir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta ise, "evrende bir amaç ve tasarım yoktur" şeklindeki materyalist hurafenin bilim dünyasına kaybettirmiş olduğu zamandır. Bu hurafeyi destekleyebilmek için ortaya atılmış olan tüm teoriler, formüller, teorik fizik çalışmaları, matematiksel denklemler vs., hepsi boşa harcanmış birer çabadır. Aynen ırkçı ideolojinin 2. Dünya Savaşı'nı ateşleyerek insanlığı felakete sürükleyişi gibi, materyalist ideoloji de bir hiç uğruna bilim dünyasını karanlığa sürüklemiştir.
nazi, ırkçı ideoloji
Irkçı ideolojinin 2. Dünya Savaşı'nı ateşleyerek insanlığı felakete sürüklemesi gibi, materyalist ideoloji de bir hiç uğruna bilim dünyasını karanlığa sürüklemiştir.
Oysa eğer bilim dünyası materyalizm yanılgısı yerine, evreni Allah'ın yarattığı gerçeğini temel almış olsa, bilimsel araştırmalar da bu gerçeğe göre yürütülmüş olacaktı.

Evrim Teorisini Kanıtlama Yönündeki Umutsuz Çabaların Bilime Kaybettirdikleri

Bilimin yanlış temeller üzerine oturtulmasının en somut örneğini, Darwin'in evrim teorisinde görmek mümkündür. 140 yıl öncesinde bilim dünyasının gündemine giren bu teori, gerçekte tüm bilim tarihinin en büyük yanılgısını oluşturmaktadır.
Evrim teorisi, canlılığın tesadüfler sonucunda bazı cansız maddelerin biraraya gelmeleriyle oluştuğunu iddia eder. Aynı iddiaya göre, tesadüfen oluşan bu canlılar yine tesadüfler sonucu evrimleşerek başka canlılara dönüşmüşlerdir. Bu senaryonun ispatlanması için bir buçuk asırdır çok büyük bir çaba harcanmakta, ama bilimsel deliller hep teorinin aleyhinde çıkmaktadır. Aksine, bulunan bütün deliller evrimin asla gerçekleşmediğini, canlıların birbirine aşamalı dönüşümünün söz konusu olmadığını, tüm canlı türlerinin ayrı ayrı ve oldukları şekilde yaratıldıklarını göstermektedir.
Yine de evrimciler, tüm bu açık delillere rağmen, evrimi ispatlamak için sayısız araştırma ve deneyler yapmakta, sadece safsatalardan ve aldatmacalardan ibaret ciltlerce kitap yazmakta, enstitüler kurup, konferanslar verip, televizyon programları hazırlamaktadırlar. Gerçek olmayan bir iddia için binlerce bilim adamının, hesapsız paranın ve imkanın heba edilmesi insanlık için çok önemli bir kayıptır. Tüm bu zarar yerine eğer bu imkanlar yerinde kullanılmış olsaydı, bugüne kadar bilimde çok faydalı konularda, çok önemli adımlar atılmış, kesin sonuçlar elde edilmiş olabilirdi.
Bazı bilim adamları ya da düşünürler, evrimin ne denli büyük bir yanılgı olduğunu görmektedirler. Örneğin Amerikalı felsefeci Malcolm Muggeridge, bu konuda şöyle der:
Ben kendim, evrim teorisinin, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük alay konularından biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşaklar, bu kadar dayanaksız ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.10
İskandinav bilim adamı Søren Løvtrup ise Darwinism: The Refutation of a Myth (Darwinizm: Bir Efsanenin Çürütülüşü) adlı kitabında şöyle demektedir:
Sanırım herkes, tüm bir bilim dalının yanlış bir teoriye bağımlı hale gelmesinin çok büyük bir şanssızlık olacağını kabul edecektir. Ancak biyolojide yaşanan şey tam da budur: Uzun bir zamandır insanlar evrimsel konuları Darwinistik kavramlarla tartışıyor, "adaptasyon", "seleksiyon basıncı" ya da "doğal seleksiyon" gibi kavramlarla. Sonra da bu tartışmalarla doğal olayların açıklanmasına katkıda bulunduklarını sanıyorlar. Ama gerçekte hiçbir katkı sağlamıyorlar... İnanıyorum ki, Darwinizm efsanesi bir gün bilim tarihindeki en büyük aldanış olarak tanımlanacaktır.11
Bazı evrimci bilim adamları bile, savunmakta oldukları teorinin gerçeklerle uyuşmadığını hissetmekte ve bu durum karşısında büyük rahatsızlık duymaktadırlar. Örneğin evrimci bilim adamı Paul R. Ehrlich, Science dergisindeki bir röportajında "günümüzde evrim teorisini bir dogma olarak ölümsüzleştirmek, gözlemlenen dünya hakkında daha doyurucu açıklamalar yapılmasını engelleyecektir"12 diyerek, evrim teorisine olan körü körüne bağlılığın, bilime verdiği zararı dolaylı yollardan da olsa kabul etmektedir.
Şimdi evrim teorisinin bilime aykırı olan iddialarının desteklenmesi uğruna yapılan ve gerçekte bilime sadece zaman ve imkan kaybettiren çırpınışları inceleyelim.

"Cansız Madde Hayat Oluşturabilir" İddiasının Bilime Kaybettirdikleri

Canlılığın kaynağı nedir? Bir kuşu ya da zürafayı, taştan, sudan, topraktan, kısacası cansız maddeden ne ayırmaktadır?
Bu sorunun cevabı tarihin eski dönemlerinden bu yana merak edilmiştir. Bu konuda ortaya çıkan görüşler ise, iki farklı temelde toplanır. Birinci görüş, canlılar ile cansız madde arasında çok ince bir sınır olduğu, bu sınırın kolaylıkla delinebildiği ve cansız maddenin kendi kendine canlanabileceği yönündedir. Bu görüşe bilimsel dilde "abiogenesis" adı verilir.
ortaçağ, bilimkurtlanma, evrim
Ortaçağ'daki bilim anlayışına göre cansız maddelerden canlıların oluşabilecekleri zannediliyordu. Örneğin açıkta kalan etlerin üzerinde oluşan kurtların kendi kendilerine meydana geldikleri sanılıyordu. Ancak önce F. Redi'nin ve daha sonra L. Pasteur'ün buluşları bu yanlış inancı yıktı.
İkinci görüş ise, canlılık ile cansız madde arasında büyük ve aşılmaz bir sınır olduğunu kabul eder. Cansız maddenin, kendi kendine canlanması imkansızdır ve her canlı, ancak bir başka canlıdan kaynak bularak doğar. "Hayat hayattan gelir" cümlesiyle özetlenen bu görüş, "biogenesis" olarak anılır.
İlginç olan, "abiogenesis" fikrinin materyalist felsefeyle, "biogenesis" fikrinin ise dini kaynaklarla olan bağlantısıdır. Materyalist felsefe, en baştan beri hep cansız maddenin canlanabileceğini savunmuştur. Eski Yunan'daki düşünürler, basit canlıların cansız maddenin içinden sürekli olarak doğduklarına inanmışlardır.
Buna karşılık, İlahi kaynaklar maddeye hayat verecek olanın, sadece Allah'ın yaratışı olduğunu bildirir. Kuran'daki ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Enam Suresi, 95)
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, herşeye güç yetirendir. (Hadid Suresi, 2)
İnsanların doğa hakkındaki bilgilerinin çok sınırlı olduğu Ortaçağ'da, bazı yanlış gözlemler sonucunda "abiogenesis" inancı yaygınlık kazanmıştı. Açıkta kalan etlerin kurtlandığını gören insanlar, kurtların etin üzerinde "kendiliğinden" oluştuğunu sanmışlardı. Ambarlarda üreyen farelerin de, buğday yığınlarının içinden kendi kendilerine oluştuğu zannediliyordu. "Spontane jenerasyon" olarak da bilinen bu inanış, 17. yüzyıla kadar yaygın bir kabul gördü.
Ancak iki önemli bilim adamının yürüttüğü deneyler, spontane jenerasyon inancını yıktı. Bunların ilki, Francisco Redi idi. Redi, 1668 yılında düzenlediği   deneylerle, etlerin üzerinde oluşan kurtların kendi kendine oluşmadığını, sineklerin getirip bıraktığı yumurtalardan çıktığını ispatladı. Bu durum karşısında "Abiogenesis" fikrinin savunucuları geri adım attılar ve kurt ya da kurbağa gibi daha büyük canlıların değil de, gözle görülmeyen mikropların cansız maddelerden doğduğunu iddia ettiler. Tartışma iki yüz yıl kadar daha devam etti. Sonunda Fransız biyolog Louis Pasteur, yaptığı bir dizi deneyle, mikropların da cansız maddeden oluşmasının imkansız olduğunu ispatladı. Pasteur, vardığı sonucu şöyle özetliyordu:
Madde kendi kendini organize edebilir mi?... Hayır, bugün eldeki bilgiler, mikroskobik canlıların dahi dünyaya kendilerine benzer canlı ataları olmadan gelemeyeceklerini göstermektedir.13
Louis Pasteur, bilim
Louis Pasteur
Redi ve Pasteur'ün önemli bir özellikleri vardı: Her iki bilim adamı da Allah'ın varlığına ve tüm canlılığı O'nun yarattığına inanıyordu. Abiogenesis düşüncesinin saçmalığını fark etmelerinde bu inancın büyük rolü vardı. Materyalist felsefeden etkilenen bilim adamları (örneğin Darwin, Haeckel gibi evrimciler) abiogenesis fikrini ısrarla savunurken, bu bilim adamları bilime doğru bir temelle yaklaştıkları için, "biogenesis" gerçeğini fark ettiler.
Ancak evrimciler bu açık gerçeğe karşı direnmeye devam ettiler. Materyalist felsefeye olan körü körüne bağlılık, onları bir asır sürecek umutsuz bir çabanın içine soktu. Alexander Oparin ve J. B. Haldane adlı iki materyalist bilim adamı, "kimyasal evrim" kavramını ortaya attılar. Oparin ve Haldane'e göre, abiogenesis kısa zaman içinde gerçekleşmiyordu, ancak uzun bir zaman dilimi bunu sağlayabilirdi. Gerçekte başta Termodinamiğin İkinci Kanunu olmak üzere temel bazı bilimsel yasalara aykırı olan bu iddia, bilim dünyasına zaman kaybettirecek yeni bir çıkmaz haline geldi.
Bu yüzyıl boyunca sayısız bilim adamı, kimyasal evrim iddiasını destekleyecek deneyler düzenlemeye ya da yeni teorilerle bu iddiayı desteklemeye çabaladı. Dev laboratuvarlar, büyük enstitüler, üniversite kampüsleri bu iddiayı desteklemek için seferber edildi. Ama tüm bu uğraşlar başarısızlıkla sonuçlandı.
Ünlü evrimci ve Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Klaus Dose, cansız maddelerin canlılığı oluşturduğunu ispatlamak için yapılan tüm çalışmaların hiçbir sonuç getirmediğini şöyle itiraf eder:
Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyor ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyor.14
Eğer bilim dünyası, materyalist bir hurafe olan "abiogenesis" düşüncesine saplanmasaydı, "kimyasal evrim" adı altında yürütülen tüm bu amaçsız çabalar belki çok daha verimli çalışmalara yönlendirilebilirdi. Bilim dünyası, canlılığı Allah'ın yarattığını ve can verme gücüne sadece Rabbimiz'in sahip olduğunu bilerek hareket etseydi, tüm bu zaman, para ve insan israfı engellenebilirdi. Bu durumda bilim, Eski Yunan efsanelerini ispatlamaya çalışmak yerine, insanlığa yarar sağlayacak yeni buluş ve araştırmalara kanalize olurdu.
Bugün bilim dünyası, cansız maddelerin tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, kendi kendilerini düzenleyip, diğer cansız maddelerle biraraya gelip, kusursuz ve son derece karmaşık olan bir hücreyi meydana getiremeyeceğini göstermiştir. Aynı şekilde çevremizde gördüğümüz milyonlarca canlı türünün, evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfen bir araya gelen hücrelerden oluşamayacağı da anlaşılmaktadır. Açıktır ki bir gül, bir tavuskuşu, bir kaplan, bir karınca kısacası hiçbir canlı, şuursuz atomların biraraya gelerek oluşturduğu bilinçsiz hücrelerin iradesiyle var olmamıştır.
kuş, dönüşüm
Bugün bilim dünyası, cansız maddelerin tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, kendi kendilerini düzenleyip, diğer cansız maddelerle biraraya gelip, kusursuz ve son derece karmaşık olan bir canlıyı meydana getiremeyeceğini göstermiştir. Tüm varlıkları yaratan ve can verme gücüne sahip olan yalnızca tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapan bir bilim adamı da, yine şuursuz atomların karar almasıyla ortaya çıkan bir varlık değildir. Hiç şüphesiz şuursuz atomların son derece şuurlu bir insan meydana getirmesi olanaksızdır.
Nitekim Kuran'da canlılığı bir "hiçlikken" Allah'ın yarattığı, canı verenin Allah olduğu, O'ndan başka hiçbir varlığın "can verme" gücüne sahip olmadığı bundan binlerce yıl önce bildirilmiştir.
Eğer bilim, Allah'ın insanlara bildirdiği bu gerçekleri takip etmiş olsaydı, bu kadar uzun bir süre, evrimciler tarafından sonuç çıkmayacak bir araştırma ile "oyalanarak" vakit kaybetmezdi.

"Türlerin Evrimi" İddiasını Kanıtlama Çabalarının   Bilime Kaybettirdikleri

Yeryüzünde milyonlarca canlı türü vardır ve bu canlı türleri birbirlerinden birçok açıdan farklıdır. Örneğin atlar, kuşlar, yılanlar, kelebekler, balıklar, kediler, yarasalar, solucanlar, karıncalar, filler, sivrisinekler, arılar, yunuslar, denizyıldızları, denizanaları, develer... Bu canlıların her birinin fiziksel özellikleri, yaşadıkları ortamlar, avlanma teknikleri, savunma taktikleri, beslenme alışkanlıkları, üremeleri, kısacası sahip oldukları her türlü özellikleri birbirinden büyük farklılıklar gösterir.
canlılar, yaratılış
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
Peki bu canlılar nasıl var olmuştur?
Bu soru üzerinde aklını kullanarak düşünen herkes, tüm canlıların kusursuzca tasarlanmış olduğunu, yani yaratıldıklarını anlayacaktır. Her tasarım, kendisini var eden tasarımcının varlığını gösterir. Canlılar da, evrendeki diğer tüm tasarım örnekleri gibi, Allah'ın varlığını ispatlamaktadır.
Nitekim bu gerçek bizlere İslam dini yoluyla da bildirilmiştir. Kuran'da bizlere canlıların nasıl var olduklarını Allah açıklamıştır: Tüm canlı türlerini Rabbimiz ayrı ayrı yaratmıştır. Allah, benzersiz yaratması ve sonsuz ilmi ile her bir canlıya çok farklı özellikler vermiş ve insanlara sonsuz gücünü, aklını ve ilmini tanıtmıştır. Canlıların yaratılışı ile ilgili ayetlerden birkaçı şöyledir:
canlılar, çeşitlilik
Şüphesiz, müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 3-4)
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.(Şura Suresi, 29)
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkça bir sapıklık içindedirler.(Lokman Suresi, 10-11)
carl linnaeus, sistematik
Carl Linnaeus
Bu yaratılış gerçeği, biyoloji, anatomi, paleontoloji gibi bilim dallarının kuruluşunda bilim adamlarına öncülük etmişti. Canlıları ilk kez bir sınıflama içinde inceleyen ve "sistematiğin kurucusu" olarak bilinen Carl Linnaeus; fosil biliminin ve karşılaştırmalı anatominin kurucusu olan Georges Cuvier; kalıtım kanunlarını ilk kez keşfederek genetik bilimini kuran Gregor Mendel ya da "19. yüzyıl Amerikası'nın en büyük biyoloğu" sayılan Louis Agassiz gibi büyük bilim adamları, tüm canlı türlerini Allah'ın yarattığını bilerek bilim yapmışlardı.
Ancak Charles Darwin'in ortaya attığı evrim teorisinin kabul edilmesiyle birlikte, bilim dünyası "türlerin birbirlerinden evrimleştiklerini ispatlamak" gibi bir çaba içine sokuldu. Bu çaba bilim adamlarını birçok sonuçsuz araştırmaya yöneltti. Dünyanın dört bir yanında yapılan fosil kazılarıyla, gerçekte hiçbir zaman yaşamamış olan ara form fosilleri arandı. Dahası, türlerin nasıl olup da birbirlerine evrimleşmiş olabilecekleri konusunda hayali senaryolar üretildi. Bu senaryolar, bilim dergilerinde yer işgal etti, okullarda gençlere ders olarak öğretildi.
Evrimcilerin bilimi ne derece boş hayallere alet ettiklerinin daha iyi anlaşılması için bu senaryolardan birkaç örnek vermek daha açıklayıcı olabilir. Örneğin evrimci bir kaynakta sürüngenlerin memelilere dönüşümü ile ilgili olarak şöyle bir hikaye anlatılmaktadır:
sistematik, Carl Linnaeus
Tüm canlıları Allah'ın yarattığına iman eden Carl Linnaeus canlıları ilk kez bir sınıflama içinde incelemiş ve sistematiğin kurucusu olmuştur.
Soğuk bölgelerde yaşayan bazı sürüngenler, vücutlarını ısıtacak bir yöntem geliştirdiler... Pulları giderek daha sivri hale geldi ve sonunda tüylere evrimleşti. Bu arada gerçekleşen bir diğer adaptasyon ise terlemenin gelişmesi oldu; bu, canlıya gerektiğinde suyun buharlaşması sayesinde vücudunu soğutma imkanı veriyordu. Bu arada beklenmedik bir biçimde, bazı yavrular beslenmek için annelerinin vücudunda oluşan teri yalamaya başladılar. Bazı ter bezleri bu nedenle giderek daha zengin bir salgı salgılamaya başladılar ve bu salgı sonunda süt haline dönüştü. Bu sayede bu ilk memelilerin yavruları hayata daha iyi bir başlangıç yaptılar.15
yılan, evrim, sürüngen
Sürüngenlerin evrimleşerek kuşlara dönüştükleri iddiası kesinlikle bilimle çelişmektedir. Bunun delillerinden biri sürüngen pulları ile kuş tüylerinin yapıları arasındaki önemli farklılıklardır.
alan feduccia, kuşlar
Alan Feduccia
Bu evrimci kaynağın iddiasının doğruluğunun kanıtlanması için terin süte, pulun tüye dönüşmesi gibi "imkansız" olayların da bilimsel olarak ispatlanması gerekmiş ve binlerce bilim adamı bu kez de bu hikayenin peşinde oyalanmıştır. Oysa bu dönüşümlerin her biri imkansızdır. Öncelikle bir bebeğin ihtiyacı olan herşeyi içeren anne sütünün, yukarıdaki iddiadaki gibi "terin" evrimleşmesiyle oluşması mümkün değildir. Çünkü anne sütü bebeğin ihtiyacına göre özel olarak ayarlanmış, her aşamada belirli bir planlamaya göre düzenlenen bir maddedir. Bir bebeğin ihtiyacı olan her türlü madde, tam olması gerektiği zamanda anne sütünde yer alır. Örneğin bebeğin potasyuma ihtiyacı olduğu gün, anne sütünün de yoğun potasyum içerdiği gündür. Bu ayarlama, bebeğin gelişimine göre ihtiyaç duyduğu diğer tüm maddeler için de geçerlidir. Açıktır ki, böyle mucizevi bir besin maddesinin şuursuz tesadüflerle oluşması imkansızdır.
Aynı şekilde yukarıdaki iddianın bir diğer parçası olan "sürüngen pullarının memeli tüylerine evrimleşmesi" hikayesi de bilimsel verilerle açık bir çelişki içindedir. Pullar ve tüyler birbirinden tamamen farklı iki yapıdır:
  1. Tüyler foliküler yapılardır, yani bir tüpün içinde büyürler. Pullar ise derinin içindeki katmanlardır. Ayrıca pulların gelişme, büyüme ve dökülme aşamaları bir tüyünkinden tamamen farklıdır, bu yönleriyle birbirlerine kesinlikle benzemezler.
     
  2. Hiçbir şekilde tüylerin pullardan evrimleştiğine dair bilimsel bir kanıt mevcut değildir. Evrimcilerin bu iddialarıyla ilgili fosil kayıtları olmadığı gibi, ileri sürebilecekleri mantıklı bir mekanizma da yoktur.
     
Sürüngenlerin memelilere hayali dönüşümü ile ilgili olarak ortaya atılan bilim dışı tek "hikaye" bu da değildir. Her evrimcinin kendine ait bir "hikayesi" bulunmaktadır. Benzer şekilde dinozorların kuşlara evrimleştikleri konusunda da birçok hayali senaryo üretilmiştir. Bu senaryolardan bir tanesi, dinozorların sinekleri kovalarken uçmaya başladıklarını varsayar. Bir diğeri ise dinozorların ağaçtan ağaca atlarken kanatlandıklarını öne sürer. Her evrimcinin hayal gücü doğrultusunda uydurduğu bu senaryoların "ispatlanması" görevi ise bilime düşmektedir. Ve sayısız bilim adamı bugüne kadar dinozorların koşarken veya daldan dala atlarken nasıl uçmuş olabileceğini araştırmış, pulların kuş tüyüne nasıl dönüştüğünü gösterebilmek için yıllarını harcamıştır. Ünlü evrimci ve kuşbilimci Alan Feduccia da yıllarını bu konuda boş yere harcamış olan evrimci bilim adamlarından biridir. 25 yılını dinozorlarla kuşlar arasında bağlantı olup olmadığını inceleyerek geçiren Feduccia çalışmalarının sonucunda şöyle bir itirafta bulunur:
25 sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır.16
Evrimci senaryolar bunlarla da sınırlı kalmaz. Evrimci paleontolog Dr. Colin Patterson'un da itiraf ettiği gibi,"Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır."17
kuş tüyü, evrim
Kuş tüyleri, sürüngen pullarından tamamen farklı yapılara sahiptirler ve kuşların uçabilmelerini sağlayan son derece karmaşık özelliklerle donatılmışlardır.
Evrimciler balina, yunus gibi deniz memelilerinin de, denize girmekten hoşlanan ayıların evrimleşmesiyle meydana geldiği gibi fantastik bir fikir ortaya atmışlardır. Bu senaryoya temel bulabilmek için de, yarı ayı-yarı balina canlılar hakkında teoriler üretmiş, "yürüyen balina"lar hakkında hikayeler yazmışlardır.
Elbette evrimciler diledikleri gibi hayal kurabilir ve diledikleri senaryolara inanabilirler. Ama sorun, bu senaryoları sözde ispatlama uğruna bilimin imkanlarını ve zamanını boş yere harcamalarıdır. Bir başka ünlü evrimci bilim adamı olan Pierre Paul Grassé'nin evrim senaryoları konusunda belirttiği gibi "hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir."18
dinazor, evrim
Evrimciler, sinek kovalayan dinozorların ön ayaklarının kanatlara dönüştüğünü iddia ederler. Böylesine hayali, hatta gülünç teoriler üretmekten çekinmezler.
Bilim, Darwinizm gibi temelde yanlış olan varsayımlara oturtulmaya çalışıldığı sürece, bu gibi masalların peşinde umutsuzca koşmaya devam edecektir. Oysa eğer yaratılış gerçeği kabul edilmiş olsa, bilimin önünü tıkayan tüm bu sonuçsuz çabalar ortadan kalkacaktır. Başta da belirttiğimiz gibi, her canlı türünü Allah ayrı ayrı yaratmıştır. Her birinin fiziksel özellikleri, beslenme alışkanlıkları, avlanma teknikleri, savunma taktikleri, yavrularını yetiştirmeleri vs. birbiriyle kusursuz bir uyum göstermektedir. Bu uyumun tesadüfen oluştuğunu öne sürmek ve sonra bunu ispatlamaya çalışmak son derece yersizdir. Çünkü bu kusursuzluk tesadüfen oluşamaz, ancak üstün bir Yaratıcı olan Rabbimiz'in gücü ve denetimi ile var olabilir. Dolayısıyla hayal gücünün ürünü olan hikayeler üretmek yerine var olan sistemleri araştırmak, bu sistemlerdeki özellikleri ortaya çıkarmak bilime çok büyük katkılar sağlayacaktır. Herşeyden önemlisi ise bu yöndeki araştırmala rın, insanı ve tüm evreni yoktan yaratan üstün güç sahibi Allah'ı daha iyi tanımamıza aracı olduğudur.

Mutasyon Çıkmazı

Evrim teorisinin bilimi oyalayan iddialarından bir diğeri, "yararlı mutasyonlar" için yapılan umutsuz arayış olmuştur.19 Neo-Darwinizm, "evrim mekanizması" olarak iki kavram öne sürer ve bunların biri mutasyonlardır. Bu nedenle, mutasyonların canlılar üzerinde yararlı etkiler oluşturabileceğini ispatlamak, evrim teorisi açısından zorunludur. Ancak evrimcilerin iddialarının aksine mutasyonlar daima zararlıdır ve hiçbir zaman evrimleştirici bir etkilerinin olduğu gözlemlenmemiştir.
meyve sineği, mutasyon
normal    kanatları körelmiş    kanatları çarpılmış    karnı bükülmüş    kanatsız
meyve sineği, mutasyon
Meyve sinekleri üzerinde on yıllardır yapılan mutasyon çalışmalarında bir tane bile yararlı mutasyona rastlanmamıştır. Bu, bilimin evrime yol açan yararlı mutasyonları arama konusundaki umutsuz çabalarından sadece bir tanesidir.
mutated foot
Resimde görülen fiziksel bozukluk mutasyonların zararlı etkilerine bir örnektir. Rastgele meydana gelen mutasyonlar kusursuz bir yapıya sadece zarar verirler.
Evrimciler ise ısrarla yapay mutasyon örnekleri oluşturmuş ve yararlı mutasyon gözlemleyebilmek için on yıllar süren bir çaba içine girmişlerdir. Örneğin meyve sinekleri üzerinde neredeyse sayısız mutasyon deneyi yapılmış ve hep "genetik bilgiyi geliştiren mutasyon" umulmuştur. Varılan sonuç ise tam bir fiyaskodur. Evrimci bilim adamı Michael Pitman yıllardır süren ve hiçbir sonuç getirmeyen bu mutasyon denemeleri için şöyle demektedir:
Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular.20
Ünlü evrimci Gordon Taylor ise mutasyon deneyleri ile 50 yıl boyunca vakit kaybedildiğini şöyle ifade etmiştir:
Elli yıldan beri sinekler üzerinde binlerce deney yapıldı ama kesinlikle yeni bir türün oluştuğu görülmedi... Hatta tek bir enzim bile oluşamadı.21
Evrimcilerin diğer bilimsel konulardaki iddialarına bakıldığında da durum değişmemektedir. Evrimciler, Darwinizm'i her türlü bilimsel bulguya rağmen savunmakta, sonra bir de bunu "bilimsel sabır" gibi kılıflarla örtmeye çalışmaktadırlar. Oysa gösterdikleri şey, bilimsel sabır değil, bilime karşı inattır.
 

Fosil Çıkmazı

Richard Leakey and Alan Walker.
Yıllardır evrime paleontoloji alanında delil bulmaya çalışan, tüm hayatlarını bu uğurda harcayan bilim adamlarından Richard Leakey ve Alan Walker. Her iki ünlü evrimci de bugüne kadar aradıklarını bulamadılar.
Evrim teorisinin bilime kaybettirdiği zamanın bir diğer örneği, paleontolojinin (fosil bilimi) bu teoriyi ispatlamak adına çıkmaz bir sokak içine sokulmuş olmasıdır. Elbette dünya üzerindeki yaşamın tarihini öğrenebilmek için paleontolojik araştırmalara gerek vardır. Ancak evrim teorisinin yanlış öngörüleri, fosil araştırmalarını olumsuz yönde etkilemekte ve bilim adamlarını yanlış yönlendirmektedir. Özellikle "insanın kökeni" konusunu araştıran paleontologların bazıları, tam bir çıkmaz içindedir. Hayali yarı maymun-yarı insan canlıları bulmak için yaptıkları tüm araştırmalar boşa gitmektedir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, fosil araştırmaları çok zor koşullarda ve büyük maliyetlerle yapılmaktadır. Genellikle Afrika vadileri gibi alanlarda, onlarca kişiden oluşan araştırma ekiplerinin aylarca yaşayabilecekleri kampların kurulması, bu zor koşullarda, kızgın güneşin altında milyar dolarlarla ifade edilen maliyetlerle yapılan çalışmalar son 1.5 asırdır hiçbir sonuç vermemiştir.
Ünlü evrimci fosil araştırmacısı Richard Leakey ve ünlü bilim yazarı Roger Lewin bu sonuçsuz çalışmalar hakkında şu itirafı yaparlar:
Ne yazık ki, insanın evrimi yolu bize çok az ve zayıf ipuçları veriyor:

Taştan aletler, kafatası parçaları, bir bacak kemiği parçası, yarım bir çene kemiği, nadiren bütün bir kafatası ve tabii çok sayıda diş... Bir zamanlar atalarımızın yaşadığı, şimdi derinlerde gömülü tortullarda bulabildiklerimiz işte bunlar... Eğer birileri, örneğin beş ila bir milyon yıl önce yaşamış atalarımızın şimdiye kadar bulunan bütün fosil kalıntılarını bir odaya toplamaya girişseydi, hepsini sergilemek için sadece birkaç büyük masa yeterdi.

Bundan da kötüsü, 15 ila 6 milyon yıl önce yaşamış hominidlere ait fosil buluntularını yerleştirmek için, çok da büyük olmayan bir ayakkabı kutusu yeterli olacaktır.22
Tüm bunlar "bilimsellik" kılıfı kullanılarak yapılan zaman, bilgi, emek, para ve imkan israfıdır. Tüm dünyada binlerce üniversite, bilimsel kuruluş ve organizasyon, milyonlarca bilim adamı, öğretmenler ve öğrenciler, laboratuvarlar, teknik eleman ve teknik aletler ve daha saymakla bitmeyecek kadar çok imkan, gerçek dışı bir iddianın ispatlanması uğruna seferber edilmiş durumdadır. Ancak ortaya hiçbir sonuç çıkmamakta, ele geçen yeni bulgular evrim iddiasının yanlışlığını daha açık olarak göstermektedir.
Evrimci bilim adamı S. J. Jones, Nature dergisine yazdığı bir makalede, paleoantropolojinin, yani insanın kökeni hakkındaki fosil araştırmalarının içine girmiş olduğu çıkmazı şöyle özetler:
Paleoantropologlar, fosil kayıtlarının azlığını öfkeyle kapatmaya çalışıyorlar. Paleoantropoloji hala, sadece bir fikir ileriye sürerek ünlü olunabilecek tek bilim dalı olmalı.Paleoantropolojide bir fikrin onay görmesi kimin daha yüksek sesle bağırdığına bağlı.23
arkeolojik kazı, evrim
Afrika'nın vadilerinde, kızgın güneşin altında milyonlarca dolar para harcanarak yapılan "evrime delil bulma kazıları" hep sonuçsuz kalmış ve tüm çabalar boşa gitmiştir. Bu çabalarını boşa çıkarmak istemeyen evrimciler ise çareyi "sahtekarlık" yapmakta bulmuşlardır.

"Doğadaki Kusursuz Tasarım"ı İnkar Edenlerin Bilime Kaybettirdikleri

Doğadaki yaratılış gerçeğini, bir başka deyişle doğadaki "tasarımı" kabul etmemek, gerçekte bilimsel araştırmaların önünü tıkamaktadır. Çünkü doğada bir tasarım olduğunu bilen bir bilim adamı, bu tasarımı ve amacını araştırmak gibi bir düşünceyle yola çıkar. Ancak bir evrimci tüm doğayı amaçsız bir madde yığını olarak gördüğü için, aynı amacı taşımayacaktır.
Amerikalı matematikçi ve felsefeci William Dembski, doğada bir "tasarım" olduğunu savunan bilim adamlarından biridir. Dembski, evrimci bakış açısının, doğada bir amaç görmeyerek bilimsel gelişmeyi yavaşlattığını açıklar. Buna örnek olarak da evrimcilerin DNA hakkında ortaya attıkları "junk DNA" (boş DNA) kavramını gösterir. ("Boş DNA", evrimci bilim adamlarının varsayımına göre, herhangi bir genetik bilgi içermeyen ve dolayısıyla bir fonksiyonu olmayan DNA kısımlarıdır.) Dembski şöyle demektedir:
Tasarım kavramı bilimsel gelişmeyi durduracak değildir. Aksine, geleneksel evrimci yaklaşımlarının bilimsel araştırmaları baltaladığı noktalarda, tasarım kavramı yepyeni araştırmaları teşvik eder. "Boş DNA" kavramını ele alalım. Bu terimle birlikte kast edilen anlam, bir canlının genetik bilgisinin uzun ve amaçsız bir evrim sürecinin ürünü olduğu ve dolayısıyla bu genetik bilginin sadece bir kısmının organizma için yararlı olduğu düşüncesidir.
dna, sarmal
DNA'nın karmaşık yapısı ve her özelliğinin bir amaç taşıması DNA'nın yaratıldığını gösterir.
Evrimci bakış açısına göre bol miktarda işe yaramaz DNA kısımları beklememiz gerekir. Ama eğer canlıların tasarlandıklarını kabul edersek, bu durumda DNA'nın çok daha fonksiyonel olmasını bekleriz. Ve gerçekten de, en yeni bazı bulgular, DNA'nın bazı kısımlarının "boş" olarak tanımlanmasının, aslında bizim DNA hakkındaki bilgimizdeki yetersizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Örneğin Journal of Theoretical Biology dergisinin son sayılarından birinde, John Bodnar "ökaryot hücrelerin genetik bilgisinde, kodlama işlemi görmeyen (yani "boş") DNA parçalarının, gerçekte organizmanın büyümesini ve gelişimini sağlayan bir tür genetik dili kodlarını" bildirmektedir. Tasarım kavramı, bilim adamlarını (canlılarda) fonksiyon aramaya yönelmekte, evrim ise bu çabayı kösteklemektedir...
Tasarım kavramını bilime dahil etmek, bilimsel çabaları çok daha zenginleştirecektir... Bilimsel gelişme için şimdiye dek kullanılmış tüm kavramsal araçlar kullanılmaya devam edecektir. Ancak tasarım kavramı bir bilim adamına yeni kavramsal araçlar kazandırır. Dahası, yepyeni araştırma konuları ortaya çıkarır. Çünkü bir şeyin tasarlanmış olduğunu bildiğimizde, nasıl var edildiğini ve amacının ne olduğunu da bulmak isteriz.24
Görüldüğü gibi canlıları Allah'ın yaratmış olduğunun kavranması hem bilime yeni ufuklar kazandırmakta hem de doğanın çok daha doğru anlaşılmasını sağlamaktadır.
Ama materyalist bilim adamları Allah'ın yaratışını inkar ettikleri için doğada yaşayan her canlının tesadüfen gelişen olaylar sonucunda var olduklarını iddia ederler. Onlara göre tesadüfen oluşan bir evrende "hatalı veya gereksiz ürünler"in veya "hatalı tasarımlar"ın bulunması son derece doğaldır.
Bu yanlış bakış açısının sonucu olarak günümüze kadar birçok bilimsel delil yanlış değerlendirilmiş ve uzun yıllar boyunca birçok gerçek ortaya çıkartılamamıştır. Örneğin doğada bulduğu bir kuş tüyünü inceleyen materyalist bir bilim adamı, tüyün asimetrik yapısına bakarak, bunun "tesadüfen oluştuğu için" bozuk bir yapı olduğunu düşünür. Ve tüyün asimetrik yapısını incelemeye gerek görmez.
Ancak her varlığı Allah'ın bir amaç üzerine ve kusursuz bir tasarımla yarattığına iman eden bir bilim adamı için tüydeki asimetrik yapı mutlaka incelenmesi gereken önemli bir özelliktir. Bu doğrultuda hareket eden bir bilim adamı kuşların tüylerinin asimetrik yapılarının kuşların uçmaları için gerekli olduğunu, simetrik tüy yapısına sahip olan kuşların ise uçamadıklarını çok kısa sürede görecektir.
Buna benzer örneklere bilim dünyasında çok sık rastlanabilir. Örneğin bal arılarını inceleyen bilim adamları arasında da benzer bir durum yaşanmıştır. Arıların peteklerini birleştirme açılarını hesaplayan bazı bilim adamları, arıların kullandıkları iki açının en mükemmel uygunluktaki ölçülerden 0.02 derecelik bir sapma gösterdiğini hesaplamışlardır. (Yapılan ölçümlerde arıların bu açıları sırasıyla 109.28 ve 70.32 derece olarak yaptıkları saptanmıştır. Çok hassas hesaplamalarla, matematikçi Konig bu amaca hizmet edecek en uygun açıların 109.26 ve 70.34 olması gerektiğini hesaplamıştır)
Konuyla ilgili bilim adamlarının vardıkları sonuç arıların küçük de olsa hesaplama hatası yaptıkları yönünde olmuştur. İskoç matematikçi Colin MacLaurin (1698-1746) ise bu açıklamaları yeterli bulmayarak deneyi tekrarlamıştır. Ve bulduğu sonuç şudur: Konig ve ekibi logaritma cetvelinde yapılan ufak bir hata nedeniyle 0.02 derecelik farklılık oluşturacak şekilde hatalı hesap yapmışlardır.25
Böylece en mükemmel açıyı arıların doğru, bilim adamlarının ise hatalı olarak hesapladıkları ortaya çıkmıştır!
Tüm canlıları Allah'ın kusursuzca yarattığını bilen bir insan, hiçbir zaman doğada rastladığı bir özellikte hata olduğu fikrine kapılmaz. Her gördüğü özelliği Allah'ın bir amaç için yarattığını bilir.
Allah'ın kusursuz yaratışına inanmayan bilim adamlarının içine düştükleri yanılgıya bir diğer örnek yine arılarla ilgilidir. 12 Ekim 1996 tarihli New Scientist dergisinde Ben Crystall tarafından hazırlanan makalede, bal arılarının uçarken bazen gereksiz yere fazla kanat çırptıkları, bunun sonucu olarak da uçuşlarının verimsiz olduğu söylenmişti. Bu makaledeki iddiaya göre, arılar kimi zaman daha az, kimi zaman ise daha sık aralıklarla kanat çırpıyorlar, ama buna rağmen aynı hızda uçuyorlardı ve dolayısıyla çok kanat çırptıkları zaman gereksiz yere enerji kaybediyorlardı. Yazara göre ise bu bir tasarım hatasıydı.
Ancak, Arizona State Üniversitesi'nden Jon Harrison yönetimindeki bir araştırma grubu, yaptıkları bir araştırma ile bal arılarının kanat çırpma sıklığı arasındaki farkın son derece gerekli nedenlerini ortaya çıkardılar. Elde ettikleri sonuçları ise Science dergisinde (1996, cilt 274, s. 88) yayınladılar. Bu araştırmacılar, çevre ısısını değiştirerek arıların vücut ısılarını, kanat çırpma oranlarını ve metabolik oranlarını ölçtüler. Isı 20 dereceden 40 dereceye yükseldikçe kanat çırpma sıklığı azalıyordu. Yapılan araştırma sonucunda anlaşıldı ki, arılar sıcak günlerde daha az sıklıkta kanat çırparken, soğuk havalarda daha sık aralıklarla kanat çırpıyorlardı. Ama uçuş hızlarında bir değişiklik olmuyordu. Soğuk havalarda daha sık kanat çırparak oluşturdukları enerji fazlasıyla vücutlarını ve kovanlarını ısıtıyorlardı. Sonuç olarak arıların kanatlarının iki ayrı görevinin bulunduğu anlaşıldı: Uçmak ve ısınmak.
Allah'ın canlıları ayrı ayrı, bugünkü halleriyle eksiksiz ve kusursuz olarak yarattığına inanmayan evrimci bilim adamlarının yanılgıya düştükleri konulardan bir diğeri de "körelmiş organlar" safsatasıdır. Tüm canlıların geçmişteki atalarından tesadüfler sonucunda türediklerini savunan evrimcilere göre insan vücudunda atalarından kendilerine miras kalan, ama kullanılmadıkları için zaman içinde körelen "işlevsiz organlar" bulunmaktadır. Allah'ın yaratışına inanmayan bilim adamları, bu işlevsiz sandıkları organlar konusunda da bilime önemli ölçüde zarar vermişlerdir. Çünkü bilim ilerledikçe bu işlevsiz sandıkları organların aslında vücut için son derece önemli organlar oldukları anlaşılmıştır. Bilimin ilerlemesini ağırlaştıran bu ön yargının ne derece hatalı olduğunun göstergelerinden biri evrimciler tarafından tespit edilen uzun "körelmiş organlar" listesinin giderek kısalmasıdır. Evrimci olan S.R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur mu? başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle itiraf eder:
(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü… Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, 'körelmiş organ'ların evrim teorisi lehinde herhangi bir delil oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.26
Körelmiş insan organları listesi 1895 yılında Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından ortaya atılmıştı ve apandis, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu. Ancak bilim ilerledikçe Wiedersheim'ın listesindeki organların sayısı giderek azaldı ve bu organların aslında çok önemli işlevleri olduğu öğrenildi. Örneğin körelmiş organ olarak sayılan apandisin aslında vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Yine aynı listede yer alan bademciklerin ise boğazı enfeksiyonlara karşı korumada önemli bir rol oynadığı keşfedildi. Omuriliğin sonunda yer alan kuyruk sokumunun leğen kemiği çevresindeki kemiklere destek sağladığı ve küçük bazı kasların tutunma noktası olduğu; timus bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pinael bezin önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu gibi daha birçok işe yaramadığı zannedilen organın önemli işlevleri tespit edildi. Darwin tarafından körelmiş organ olarak nitelendirilen gözdeki yarımay şeklindeki çıkıntının ise gözün temizlenmesini ve nemlendirilmesini sağladığı anlaşıldı.
arılar, kompleks yapı
Arılar o kadar kompleks davranış şekillerine sahiptirler ki, bilim adamları bu canlıların davranışlarının amaçlarını yeni yeni keşfedebilmektedirler.
Tüm bu örnekler bize şu gerçeği göstermektedir: Bilimde doğru ve hızlı sonuç alabilmek için çıkış noktasının mutlaka doğru olması gerekir.    Allah tüm varlıkları bir amaç doğrultusunda, kusursuz ve eksiksiz bir tasarımla yaratmıştır. Dolayısıyla doğayı inceleyen bir bilim adamının hedefi tüm varlıklardaki bu kusursuzluğun özelliklerini ortaya çıkarmak ve her karşılaştığı özelliklerin hikmetlerini araştırmak olmalıdır.
Paleoantropologlar, fosil kayıtlarının azlığını öfkeyle kapatmaya çalışıyorlar. Paleoantropoloji hala, sadece bir fikir ileriye sürerek ünlü olunabilecek tek bilim dalı olmalı. Paleoantropolojide bir fikrin onay görmesi kimin daha yüksek sesle bağırdığına bağlı.23

"Boşa Uğraş Verdiğini" Bilmenin Evrimci ve Ateist Bilim Adamları Üzerinde Oluşturduğu Olumsuz Etkiler

Aslında gerçek olmayan ve sonuç getirmeyen bir iddia uğruna araştırma ve çalışma yapmak, evrimci bilim adamları için de son derece yıpratıcıdır. Hiç şüphesiz hayatlarını adadıkları araştırmaların birçoğunun sonuçsuz olduğunu, fayda getirmediğini anladıklarında büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar. Çünkü bilimsel araştırmalar yapmak büyük bir özveri ve disiplin gerektirmektedir. Yıllarca bir laboratuvarda sonucunu alamayacağını bildiği bir konuda deney veya gözlemler yapmak, ve sonunda ispatlamak istedikleri iddianın tam aksinde bulgulara varmak, elbette ki bu bilim adamlarını son derece olumsuz yönde etkilemektedir.
Darwin's Black Box, Darwin'in Kara Kutusu, Michael Behe
Amerikalı biyokimyacı Michael Behe, Darwinizm'in bilimsel geçersizliğini konu edinen Darwin's Black Box: The Biochemical Challenge to Evolution (Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Reddiye) başlıklı kitabında, canlı hücresinde ortaya çıkan "tasarım" gerçeği karşısında evrimci bilim adamlarının yaşadıkları psikolojiyi şöyle anlatır:
Son kırk yıl içinde, modern biyokimya hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Bunun için harcanan emek ise gerçekten çok büyüktü. On binlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar... Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: "Dizayn!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Bu zafer, onbinlerce insanın "Eureka" çığlıklarıyla bu büyük buluşu kutlamalarına yol açmalıydı...
Ama hiçbir kutlama yaşanmadı, hiçbir sevinç ifade edilmedi. Aksine, hücrede keşfedilen büyük karmaşıklığın karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu. Konu halka açık bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim adamı bundan rahatsız oluyor. Kişisel diyaloglarda ise biraz daha rahatlar; çoğu keşfettikleri açık gerçeği kabul ediyor, ama sonra yere bakıp başlarını sallıyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Neden ortaya çıkan açık dizayn entellektüel eldivenlerle kenarından tutuluyor. Çünkü, bilinçli bir dizaynı kabul etmek, ister istemez Allah'ın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara.27
Bazı evrimciler, bilim dünyasının yaşamakta olduğu bu depresyonu itiraf etmektedir. Örneğin İngiltere Doğa Tarihi Müzesi yöneticilerinden, Evolution kitabının yazarı evrimci paleontolog Dr. Colin Patterson, New York'taki Doğa Tarihi Müzesi'nin açılışında yaptığı ünlü konuşmasında şu tarihi sözleri söylemiştir:
Soru şudur: Bana evrimle ilgili tek bir şey söyleyebilir misiniz, gerçekten doğru olan bir şey? Bu soruyu bizim Doğa Tarihi Müzesi'ndeki tüm jeoloji ekibine sordum ve aldığım tek cevap tam bir sessizlik oldu... Sonrasında, tüm yaşamımın evrimin açık bir gerçek olduğuna inanarak aldatılmakla geçtiğini fark ettim.28
evrimci, bilim adamı
Evrimci bilim adamlarının yıllarca yaptıkları çalışmaların büyük bir çoğunluğu boşa gitmiştir. Bu birçok bilim adamının araştırma şevkini kıran bir sonuçtur.
Patterson, konuşmasının devamında ise şöyle demiştir:
darwin, evrim çalışmaları
Darwin, "Bu çalışmaları yaparken harcadığım zamana değip değmediğinden şüphe ediyorum" diyerek evrim konusundaki çalışmalarına olan güvensizliğini dile getirmiştir.
Bu anti-evrimci bakış açısını almaya başlamamın nedenlerinden birisi, bu şey üzerinde 20 yıl çalışıp ve bu konuda tek bir şey bilmemenin yaptığı etkiydi. Bir kişinin bu kadar uzun bir süre yanlış yönlendirildiğini öğrenmesi onun için oldukça büyük bir şok."29
Lund Üniversitesi profesörlerinden ünlü evrimci botanikçi Prof. N. Heribert Nilsson ise, "evrimi, 40 yıldan fazla süren bir deney ile kanıtlama teşebbüslerim, sonunda başarısızlıkla sonuçlandı"30 diyerek 40 yıldan daha uzun bir süre boşa vakit kaybettiğini itiraf etmektedir. Bu kişisel örnekler, gerçekten de bilimin gerçek dışı bir teorinin peşinde koşmasıyla neler kaybettiğinin göstergesidir. On yıllar boyunca binlerce bilim adamının bilgisi, vakti, enerjisi, emeği, laboratuvarı, asistanları ve finans kaynakları, evrim adı verilen içi boş bir efsane uğruna harcanmış bulunmaktadır.
Daha da ilginç olan ise, sadece günümüz evrimcilerinin değil, teorinin sahibi Charles Darwin'in bile sık sık "boşa zaman harcadığından", ve sonunda "hayal kırıklığına uğrayacağından" endişe etmiş olmasıdır. Darwin bu konudaki huzursuzluğunu arkadaşlarına yazdığı mektuplarında veya makalelerinde sık sık dile getirmiştir. Örneğin doğada kendi teorisini ispatlayacak deliller bulamadığını şöyle kabul etmiştir:
Doğanın tamamı gerçekten inatçı ve benim istediklerimi yapmıyor.31
Darwin'in güvensizliğinin bir başka dışa vurumu ise şu cümlesidir:
Bu çalışmaları yaparken (Türlerin Kökeni için kullandığı çalışmalar) harcadığım zamana değip değmediğinden şüphe ediyorum.32
Görüldüğü gibi, gerçeklere uymayan, sadece ideolojik nedenlerle savunulan bir teori, savunucularına da sıkıntı ve bunalım yaşatmaktadır. Tüm bunlar bilime yanlış bir rota çizilmesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Evrimci Sahtekarlıkların Bilime Kaybettirdikleri

Evrimciler, teorilerini kanıtlayan delilleri bulamadıkları için, çok kereler bilimsel bulguları saptırarak veya sahtekarlıklar yaparak insanlığı aldatmışlardır. Bu sahtekarlıklar içinde en ünlüsü "Piltdown Adamı" skandalıdır. Evrimciler, yaşadıklarını iddia ettikleri sözde yarı maymun-yarı insan yaratıkların fosillerini bulamadıkları için çareyi kendileri bir tane üretmekte bulmuşlardır. Bir orangutan çenesini insan kafatasına ekleyerek çeşitli kimyasallarla eski görüntüsü vermiş ve bu kafatasını dünyanın en ünlü müzesinde yıllarca "insanın atası" diye sergilemişlerdir. Bu sahtekarlığın bilime verdiği kaybı bir evrimci olmasına rağmen F. Clark Howell şöyle açıklamaktadır:
Piltdown Adamı, insan kafatası ve maymun çenesinden oluşan bir yaratıktan başka bir şey değildi. Bu bilerek tezgahlanan bir aldatmacaydı. Ne çenenin maymuna ait olduğunu, ne de kafatasının insana ait olduğunu kabul etmediler. Bunun yerine, bu parçaların maymun ve insan arasındaki döneme ait bulgular olduğunu açıkladılar. 500.000 yıl öncesine ait olduğunu söyleyerek, buna bir isim koydular (Eoanthropus Dawsoni veya Dawn adamı) ve bu konu üzerine yaklaşık 500 adet kitap yazdılar. Paleontologlar bu buluşla kırk beş yıl boyunca boş yere oyalanıp durdular.33
piltdown adamı, kafatası
Piltdown Adamı sahtekarlığında kullanılan sahte kafatası.
Bu bilim adamının sözleri son derece düşündürücüdür. Gerçek olmayan bir "sözde delil" 40 yıl boyunca konuyla ilgili tüm bilim çevrelerini "boş yere oyalamış"tır. Sahte bir kafatası üzerine 500 kitap yazılması boşa harcanan emeklerin açık bir göstergesidir.
Bir başka evrimci sahtekarlığın sahibi olan Ernst Haeckel ise, hem yaptığı sahtekarlığı itiraf etmiş, hem de diğer meslektaşlarının ideolojileri uğruna yaptıkları çarpıtmaları şöyle dile getirmiştir:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yan yana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.34
Yapılan gözlemlerin, deneylerin ve araştırmaların evrime uydurulmaya çalışılması, gerçeklerin gizlenmesi veya değiştirilerek insanlığa sunulması elbette ki bilimsel gelişmelere önemli ölçüde zarar vermektedir. Evrimci yazar W.R. Thompson, bu gerçeği aşağıdaki sözleriyle dolaylı da olsa kabul etmektedir:
Bilimsel olarak tanımlayamayacakları bir doktrini savunmak için biraraya gelen bilim adamlarının zorlukları elimine ederek ve eleştirileri gizleyerek halkın gözünde inançlarını devam ettirme girişimi, bilimsel açıdan anormal ve istenmeyen bir durumdur.35
Konunun en ilginç yönü ise, evrimcilerin evrimi ispatlamak için yaptıkları araştırma ve deneylerin sonucunda, hep yaratılış gerçeğini destekleyen deliller bulmalarıdır.

Evrimciler İstemese de Bilimsel Bulgular Hep Yaratılış Gerçeğini Kanıtlar

Bu bölümün başında da belirtildiği gibi, bilim yanlış ideolojiler tarafından yönlendirildiğinde zaman, para, emek kaybı oluşmaktadır. 18. yüzyıldan bu yana bilim, ağırlıklı olarak materyalistlerin hakimiyeti altında kalmış ve hemen hemen tüm çalışmalar materyalist felsefeyi bilimsel olarak kanıtlayabilmek için yapılmış, materyalist felsefeyi yalanlayan bilimsel deliller ya gözlerden ya da halka çarpıtılarak sunulmuştur.
Dikkat edilmesi gereken sonuç ise, evrimcilerin evrimi ispatlamak için yaptıkları araştırma ve deneylerin sonucunda hep yaratılışı destekleyen deliller bulmalarıdır. Bilim, Allah'ın varlığına inananlar için çok kolay ve zahmetsizdir. Çünkü var olan bir sistemi araştırmak ve onunla ilgili delilleri aramak bilim adamları için bir zorluk çıkarmaz. Ancak olmayan bir delili aramak evrimcilerin kendi ifadeleriyle "can sıkıcı" ve "baş ağrıtıcıdır".
Bu durumun en açık örneklerinden biri de Kambriyen Devrine ait paleontolojik bulgulardır. Kambriyen Devri canlılığın ilk izlerine rastlanan ve yaklaşık 550 milyon yıl önce yaşanan döneme verilen isimdir. Bu dönemde var olan canlıların her biri son derece karmaşık sistemlere sahip olan gelişmiş canlılardır. Örneğin trilobit ismi verilen ve soyu tükenmiş olan bir canlı türü oldukça karmaşık petek göz yapısına sahiptir. 100 mercekten oluşan bu göz yapısı günümüzde yaşayan yusufçuk gibi bazı      böceklerinki ile aynıdır. Ve evrimciler açısından "baş ağrıtıcı" olan ise bu karmaşık yapılara sahip olan canlıların hiçbir ataya sahip olmadan birdenbire bu tabakalarda belirmeleridir. Bu bilimsel bulgular açık olarak Yaratılış'ı göstermektedir.
kambriyen dönemi, canlılar
Evrimciler her ne kadar aksini ispatlamaya çalışsalar da bulunan her bilimsel bulgu Allah'ın varlığını ve yaratışının özelliklerini ortaya koymaktadır. Kambriyen Döneminde aniden ortaya çıkan kompleks yapıya sahip canlılar da bu yaratılış delillerindendir.
Ünlü evrimci bilim adamı İngiliz zoolog Richard Dawkins elde ettikleri bulguların yaratılış gerçeğini desteklemesi ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
...Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler. Tabi ki, bu ani ortaya çıkış, yaratılışçıları oldukça memnun etmektedir.36
trilobit, trilobit gözü
Kambriyen Devri'nde ortaya çıkan trilobit fosili ve sahip olduğu petek gözün özellikleri yaratılışın delilleridirler.
Paleontoloji konusunda yaşanan bu "sonuçsuzluk" evrimin en büyük açmazlarından biridir. Baştan beri üzerinde durduğumuz gibi evrimci bilim adamları onlarca yıldır evrime delil olacak ara geçiş formları (bir canlının diğer bir canlıya dönüşüm aşamaları) bulma çabası içindedirler. Ancak böyle canlılar yeryüzünde hiçbir zaman yaşamadıkları için kesinlikle bir sonuç alamamışlardır. Evrimcilerin bir türlü aradıkları ara geçiş formlarına ait fosillerini bulamamalarını evrimci paleontolog Mark Czarnecki şöyle ifade eder:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türleri Allah'ın yarattığı savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır.37
Bazı evrimcilerin de satır aralarında itiraf ettikleri gibi, evrime bilimsel destek arayan her türlü çalışma boşa çıkmakta, olumlu bir sonuç vermemektedir. Aksine evrimci bilim adamlarının herşeyin tesadüfe dayalı olarak oluştuğu yönündeki iddialarıyla  ilgili her araştırma, apaçık bir gerçeği karşılarına çıkarmaktadır: Tüm canlıları kusursuz bir şekilde göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ın yarattığı gerçeğini...
yusufçuk, göz yapısı
Günümüzde yaşayan yusufçuğun göz yapısı da trilobitinki ile benzer karmaşıklıktadır.

Sonuç

Çevremizde ve içinde yaşadığımız evrende, yaratılış gerçeğine ait sayısız delil bulunmaktadır. Bir sivrisinekteki hayranlık verici sistem, bir tavuskuşunun kanatlarındaki muhteşem sanat, göz gibi karmaşık ve mükemmel bir organ ve daha milyonlarca varlık iman eden insanlar için     Allah'ın varlığının ve O'nun üstün ilminin ve aklının delilleridir. Yaratılış gerçeğini kabul eden bir bilim adamı da, doğayı bu gözle inceleyecek ve yaptığı her gözlemden, düzenlediği her deneyden büyük bir zevk alacak, yeni araştırmalar için ateşleyici güç bulacaktır.
Oysa evrim gibi bir hurafeye inanmak ve bunu bilime rağmen savunmaya çalışmak, psikolojik yönden bilim adamlarını da sıkıntıya sokar. Evrendeki ahenk ya da canlılardaki tasarım, onlar için büyük bir sıkıntı kaynağı olur. Darwin'in aşağıdaki sözü, gerçekte tüm evrimcilerin ruh haline ışık tutmaktadır:
Gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım. Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor.38
Tavuskuşunun tüyleri de, doğadaki tüm diğer sayısız yaratılış delili de, evrimcileri sürekli olarak rahatsız etmeye devam etmektedir. Gördükleri apaçık delillere bu şekilde gözlerini kapatan bu kişilerde, doğal olarak gerçeklere karşı umursuzluk ve buna bağlı bir yargı bozukluğu gelişmektedir. Hıristiyanlara seslenirken; "eğer bir heykelin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın... çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler"39 diyecek kadar ileri giden ünlü evrimci Richard Dawkins, bu yargı bozukluğunun tipik bir örneğidir.
Bilimin ilerleyebilmesi için bu 19. yüzyıl artıklarının bir kenara bırakılması ve özgürce düşünen ve gördüğü gerçeği kabul etmekten çekinmeyen bilim adamlarının varlığı gerekmektedir.
tavuskuşu
Tavuskuşunun tüylerinin “Darwin’i hasta etmesinin” nedeni bu tüylerin açıkça üstün bir Yaratıcı’nın varlığını gösteriyor olmasıdır.

Din ile Bilim Daima Uyum İçindedir

Materyalistler, bilim karşısındaki yenilgilerini gizleyebilmek için hemen her zaman birtakım propaganda yöntemlerini devreye sokarlar. Bunların başında ise, materyalist yayın organlarının beylik konusu haline gelmiş olan "din-bilim çatışması" iddiası gelir. Bu iddiayı dile getirenkaynaklarda, dinin tarih boyunca bilime karşı olduğu, bilimin ancak din terk edildiğinde gelişebileceği gibi, gerçek dışı hikayeler anlatılır.
Oysa bilim tarihine biraz göz atmak bile, bu iddiaların yanlışlığını görmek için yeterli olacaktır.
İslam Tarihi'ne baktığımızda, Kuran'la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam'la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran'ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, İranlılar, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet'i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Allah'ın Kuran'da insanlara öğrettiği akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmiştir.
Bilimsel çalışmaların Avrupa'ya aktarılmasında önemli bir yeri olan ve Müslüman bilim adamlarının çoğunun yetiştiği Endülüs, özellikle tıp alanında çok büyük yeniliklerin ve atılımların beşiği olmuştur. Müslüman hekimler, tek bir konuda uzmanlaşmamışlar, özellikle farmakoloji, cerrahi, göz, doğum, fizyoloji, bakteriyoloji ve hijyen gibi çok geniş sahalarda eğitim görmüşlerdir. Uzun yıllar tıbbi bitkileri inceleyerek tıp tarihi ve tıbbi bitkiler hakkında eserler vermiş olan İbn-i Cülcül (?-992) ile teşhis ve tedavi konusunda ün yapmış olan ve bugün bilinen otuza yakın eseri bulunan Tunuslu hekim Ebu Cafer İbn-i Cezzar (?-1009) tıp konusunda en bilinen bilim adamları arasındadır. Abdüllatif el-Bağdadi (1162-1231) anatomi konusundaki çalışmaları ile tanınmaktadır. Alt çene ve göğüs kemiği gibi vücuttaki birçok kemiğin anatomisi hakkında geçmişte yapılmış hataları düzeltmiştir. Bağdadi'nin El-İfade ve'l-İtibar adlı eseri 1788 yılında düzenlenerek, Latince, Almanca ve Fransızca'ya çevrilmiştir. Makalatün fi'l-Havas isimli eseri ise beş duyu organını incelemektedir.
Müslüman anatomistler insan kafatasında bulunan kemik sayısını doğru olarak tespit etmişler ve kulak içinde üç küçük kemikçik bulunduğunu da belirlemişlerdir. Anatomik çalışmalar yapan Müslüman bilim adamlarının başında İbn-i Sina (980-1037) gelir. Daha çok küçük yaşta edebiyat, matematik, geometri, fizik, doğa bilimleri, felsefe ve mantık öğrenen İbn-i Sina sadece Doğu'da değil Batı'da da ünlenmiştir. En ünlü eseri  olan El-Kanun fi't-Tıb Arapça yazılmış ve 12. yüzyılda Latinceye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş ve okutulmuştur. Eserde birçok hastalık ve ilaç sistematik bir şekilde anlatılmıştır. Bundan başka felsefe ve doğa bilimleri üzerine yüzden fazla eser vermiştir. El-Kanun'da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır.
Kulları içinde ise Allah'’tan ancak alim olanlar ‘İçleri titreyerek-korkar’. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 28)
Allah, gerçekten Kendisi’nden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)
1203-1283 tarihleri arasında yaşayan Zekeriya Kazvini ise Aristo'dan beri süregelen beyin ve kalple ilgili birçok yanlış düşünceyi çürütmüştür. Kalp ve beyinle ilgili bilgileri bugünkü bilgilerimize son derece yakındır.
Zekeriya Kazvini, Hamdullah Müstevfi el-Kazvini (1281-1350) ve İbnü'n-Nefis'in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini oluşturmuştur. Bu bilim adamları henüz 13. ve 14. yüzyılda kalp ve akciğerler arasındaki bağlantıları, atar damarların temiz kan, toplar damarların ise kirli kan taşıdığını, kanın akciğerlerde temizlendiğini, kalbe dönen temiz kanın aort tarafından beyne ve vücudun diğer organlarına taşındığını göstermişlerdir.
Ali bin İsa (?-1038)'nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve Emraziha isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latinceye ve Almancaya çevrilmiştir.
beyruni, dünya
Beyruni, 11. yüzyılda yaşayan Müslüman bir bilim adamıdır. Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır.
Muhammed Ebu Bekir Zekeriyya Razi (865-925), Burhaneddin Nefis (?-1438), İsmail Cürcani (?-1136), Kutbeddin Şirazi (1236-1310), Mansur bir Muhammed, Ebu'l Kasım Zehravi astronomi, matematik tıp ve anatomi bilimlerinin tarihinde önemli yerleri bulunan Müslüman bilim adamlarından bazılarıdır.
Tıp ve anatomi bilimlerinin dışındaki bilim dallarında da birçok Müslüman bilim adamının çok önemli katkıları olmuştur. Örneğin 11. yüzyılda yaşayan Beyruni, Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır. 15. yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir. Sabit Bin Kurra 9. yüzyılda yaşamış ve Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir. 10. yüzyılda yaşayan Battani trigonometrinin ilk kaşifidir. Kendisiyle aynı yüzyılda yaşayan Ebu'l Vefa ise trigonometriye "sekant-kosekant" terimlerini kazandırmıştır. Harizmi 9. yüzyılda ilk cebir kitabını yazmıştır. Mağribi, bugün Paskal üçgeni olarak bilinen denklemi Pascal'dan 600 yıl önce bulmuştur. 11. yüzyılda yaşayan İbn-i Heysem optik biliminin kurucusudur. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galilei de onun eserlerinden faydalanarak teleskobu bulmuştur. Kindi ise Einstein'dan 1100 yıl önce izafi fizik ve izafiyet teorisini ortaya atmıştır. Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşayan Akşemseddin ilk olarak mikropların varlığını keşfetmiştir. Ali Bin Abbas 10. yüzyılda yaşamıştır ve ilk kanser ameliyatını gerçekleştirmiştir. Aynı yüzyılda ise İbn-i Cessar cüzzamın sebep ve tedavi şekillerini açıklamıştır. Burada sadece birkaçına yer verilen Müslüman bilim adamları, modern bilimin temelini oluşturacak önemli keşiflerde bulunmuşlardır.
Batı medeniyetine baktığımızda, çağdaş bilimin doğuşunun yine Allah inancı üzerine kurulu olduğunu görürüz. "Bilimsel devrim çağı" olarak bilinen 17. yüzyıl, Allah'ın yarattığı evreni ve doğayı keşfetme niyetiyle araştırma yapan bilim adamları ile doludur. Bu dönemde İngiltere, Fransa gibi ülkelerde kurulan tüm bilim enstitüleri, "Allah'ın kanunlarını keşfederek O'nu tanımak" hedefini benimsemiştir. Aynı eğilim 18. yüzyılda da devam etmiştir. Newton, Kepler, Copernicus, Bacon, Galilei, Pascal, Boyle, Paley, Cuvier gibi isimler, bilim dünyasına önemli katkıları bulunan ve aynı zamanda Allah'a olan imanları ile tanınan bilim adamlarından sadece birkaçıdır. (Detaylı bilgi için bkz. İman Eden Bilim Adamları bölümü)
ali kuşçu, ay
Ali Kuşçu, 15. yüzyılda Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir.
Bu bilim adamları Allah'a inanan, dahası bu inançtan gelen şevkle bilimsel çalışma yapan kişilerdir. Bu gerçeğin göstergelerinden biri, 19. yüzyılın başlarında İngiltere'de düzenlenen ve "Bridgewater Treatises" olarak anılan bir dizi bilimsel yapıttır. Çok sayıda bilim adamı farklı bilim dallarında araştırma yapmış ve vardıkları sonuçları "Allah'ın evrende ve doğada yarattığı ahenk ve uyumun delilleri" olarak tanımlamışlardır. Bu bilim adamlarının kullandıkları yöntem de, "Allah'ı doğayla tanıma" anlamına gelen "Natural Theology" (Doğal İlahiyat) kavramıyla ifade edilmiştir.
Bridgewater Treatises'in öncüsü, devrin ünlü bilim adamı William Paley tarafından 1802 yılında yayınlanan Natural Theology: or, Evidences of the Existence and Attributes of the Deity, Collected from the Appearances of Nature (Doğal İlahiyat, ya da, Doğadaki Görünümlerden Yola Çıkarak, Allah'ın Varlığının ve Delillerinin İspatları) adlı kitaptır. Paley bu kitapta çok kapsamlı bir anatomi bilgisi sergilemiş ve canlı bedenlerindeki "tasarım"lara örnekler vermiştir.
Daha sonra Paley'in yapıtı örnek alınarak, Kraliyet Derneği'nin çatısı altında bir açıklama yapılmıştır. Açıklamada, bilim adamlarından aşağıdaki konularda araştırma yapmaları istenmiştir:
Allah'ın Kudreti, Aklı ve Güzelliği hakkında, O'nun yaratışını sergileyen tüm deliller ve akılcı açıklamalar. Örneğin, hayvanlar, bitkiler ya da madenler arasında Allah'ın yarattıklarının çeşitliliği ve oluşumları; sindirimin ve (yemekleri) dönüştürmenin detayları; insanın yaptığı tasarım örnekleri ve diğer her türlü akılcı argüman; eski ve modern bilim ve sanat dalları ve tüm edebiyat...
Allah'ın varlığının ispatlarını ortaya koymak için yapılan bu çağrıya pek çok bilim adamı karşılık vermiş ve birbiri ardına çok önemli bilimsel eserler yayınlanmıştır. Bridgewater Treatises bünyesinde yayınlanan bu eserler ve yazarları sırasıyla şöyledir:
  • Doğanın, İnsanın Ahlaki ve Entelektüel Yapısına Olan Uyumu (Thomas Chalmers, 1833)
  • Kimya, Meteoroloji ve Sindirim (William Prout, M.D., 1834)
  • Hayvanların İçgüdüleri, Alışkanlıkları ve Geçmişleri (William Kirby, 1835)
  • İnsan Eli; Bir Tasarım Örne€i (Sir Charles Bell, 1837)
  • Jeoloji ve Mineral Bilimi (Dean Buckland, 1837)
  • Doğanın, İnsanın Fiziksel Yapısına Olan Uyumu (J. Kidd, M.D., 1837)
  • Astronomi ve Genel Fizik (Dr. William Whewell, 1839)
  • Hayvan ve Bitki Fizyolojisi (P. M. Roget, M.D., 1840)
Bridgewater Treatises, din ile bilim arasındaki uyumu gösteren pek çok örnekten biridir. Bu eserlerin öncesinde ve sonrasında yapılmış olan daha pek çok bilimsel çalışmanın amacı, Allah'ın yarattığı evreni tanımak ve bu yolla O'nun yüceliğini kavramak olmuştur.
michael denton, natures destiny
Michael Denton
Bilim dünyasının bu rotadan sapması ise, materyalist felsefenin birtakım sosyal ve siyasi şartlar sonucunda 19. yüzyıl Batı kültürüne hakim olmasının bir sonucudur. Bu süreç Darwin'in evrim teorisi ile en açık ifadesini bulmuş ve bilim ile dini, daha önceki durumun tam tersine, birbirine ters iki bilgi kaynağı gibi göstermeye başlamıştır.
İngiliz araştırmacılar Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln, bu konuda şu yorumu yaparlar:
Darwin'den bir buçuk asır önce, bilim dinden ayrı değildi; aksine onun bir parçasıydı ve nihai amacı ona hizmet etmekti... Ama Darwin'in zamanındaki bilim, o zamana dek taşımakta olduğu bu anlamdan koparıldı ve kendisini dine karşı mutlak bir rakip ve alternatif bir anlam olarak tanımladı. Artık insanlık, bu ikisi arasında bir seçim yapmaya zorlanacaktı.40
Ancak günümüzde din ile bilim arasına sokulmak istenen bu zoraki ayrılık, bizzat bilimin kendi bulguları tarafından yalanlanmaktadır. Din bizlere evrenin yoktan yaratıldığını öğretmekte, bilim ise bu gerçeğin kanıtlarını bulmaktadır. Din bize canlıları Allah'ın yarattığını öğretmekte, bilim ise canlılıkta ortaya çıkardığı tasarımla bu gerçeğin delillerini ortaya koymaktadır. Michael Denton, Nature's Destiny adlı kitabında, "bir zamanlar ateizmin ve kuşkuculuğun en büyük müttefiki sayılan bilim, nihayet ikinci bin yılı bitirmekte olduğumuz şu dönemde, bir zamanlar Newton'ın ve onun taraftarlarının istemiş oldukları gibi, antroposentrik inancın en büyük savunucusu haline gelmiştir" demektedir.41 Antroposentrik inanç, dünyayı Allah'ın insanlar için yaratmış olduğu inancıdır.
scientific amerikan, dergi
 
Scientific Amerikan Dergisi Eylül 1999 Sayısı.
Bilimin ortaya koyduğu bu sonuç, giderek daha fazla bilim adamının Allah'a samimi bir biçimde inanmasını sağlamaktadır. Ünlü biyokimyacı Michael Behe "Yaratıcı'ya veya doğanın ötesinde bir gerçekliğin varlığına inanan bilim adamları popüler medya hikayelerinin anlattığından çok daha fazla sayıdadır; genel nüfusun % 90'ını oluşturan inançlıların, bilim adamları arasında farklı olduğunu düşündürecek bir neden yoktur"42 derken bu gerçeği ifade etmektedir.
Bilimin vardığı bu sonuç karşısında, materyalistlerin tek yaptıkları şey ise, birtakım baskı mekanizmalarını devreye sokarak bilim dünyasını sindirmeye çalışmaktır. Batılı ülkelerde bir bilim adamının yükselebilmesi, doçent, profesör gibi ünvanlara ulaşabilmesi, bilimsel dergilerde yazılarını yayınlatabilmesi için bazı standartlara uyması gerekir. Evrim teorisini kayıtsız şartsız kabul etmek, bir numaralı standarttır. Bu nedenle bazı bilim adamları da, gerçekte hiçbir şekilde inanmadıkları Darwinist masalları kabul etmekte ve yaratılışın delillerini göz ardı etmektedir. Scientific American dergisinin Eylül 1999 sayısında, Scientists and Religion in America (Amerika'da Bilim Adamları ve Din) başlıklı yazıda, Washington Üniversitesi sosyologlarından Rodney Stark, bilim adamlarının üzerinde kurulan bu baskıyı şöyle açıklamıştır:
200 yıldır 'eğer bilim adamı olmak istiyorsan, zihninin tüm dini zincirlerden arınması gerekir' fikri pazarlandı... Üniversitelerde dindar olan kimseler susuyorlar. Ve dinsiz olanlara ayrıcalık tanınıyor. Üst kademelerde dinsizliği ödüllendirme sistemi var.43
Materyalistlerin, dine karşı yürüttükleri bu sistemli mücadelenin bir diğer örneği de, başta belirtmiş olduğumuz propaganda yöntemleridir. "Din bilimle çatışır" ya da "Bilim materyalist olmak zorundadır" gibi iddialar, bu propagandanın temel unsurlarıdır. Şimdi bu iddiaların neden mantıklı ve tutarlı yönlerinin olmadığını inceleyelim.

Ortaçağ Kilisesi'nin Bilim Adamlarına Karşı Tavrı

Din karşıtı çevrelerce, Ortaçağ Kilisesi'nin hatalı uygulamaları ve tutumu sıkça dine karşı bir silah gibi kullanılır. Kilisenin Avrupa'yı gerilettiği ve sefalet yaşattığı söylenir. Bu çabaların ardında yatan neden ise, Ortaçağ Kilisesi'nin dinle bağdaştırılması ve dolayısıyla insanlara "eğer din gelirse Ortaçağ'ın karanlıklarına gömülürüz" mesajının verilmesidir. Oysa gerçek din, Ortaçağ Kilisesi'nin uygulamaları ve tutumu değildir.
Ortaçağ Kilisesi Hz. İsa'nın bildirdiği vahiyden uzaklaşmış ve din dışı bazı uygulamalar yürütmüştür. Özellikle ruhban sınıfının elinde ve bazı çevrelerin çıkarları doğrultusunda, ilahi kaynaktan tamamen uzaklaşarak idare edilen Kilise'nin uygulamalarından kuşkusuz bilim de zarar görmüştür. Ancak bu tarihsel gerçek, elbette ki İslam dinine mal edilemez. Çünkü İslam, Ortaçağ Kilisesi gibi ruhban sınıfının hurafelerine değil, sadece ve sadece Allah'ın sözü olan Kuran'a dayanır.
ortaçağ, engizisyon
Ortaçağ Kilisesi Hz. İsa'nın bildirdiği vahiyden uzaklaşmış ve din dışı bazı uygulamalar yürütmüştür. Galilei gibi bazı dindar bilim adamları bile kilisenin katı tutumu ile karşı karşıya kalmışlardır. Yukarıdaki resimde Galilei'nin Engizisyon karşısındaki savunması canlandırılmıştır.
Ortaçağ Kilisesi'nin tutuculuğunun dindarlıkla bir ilgisi olmadığının önemli bir göstergesi ise, bu kilise tarafından baskı altına alınan Galilei gibi bilim adamlarının da gerçekte son derece dindar kimseler oluşudur. (Kitabın ikinci bölümünde bu bilim adamlarının inançları ile ilgili daha detaylı bilgi verilecektir.) Bu örnek de bir kez daha sergilemektedir ki, skolastik düşüncenin bilim üzerinde uyguladığı baskı, dindarlığın değil, dinin çarpıtılmasının bir sonucudur.

İncil ve Tevrat'a Dayanan Eleştiriler

Ülkemizdeki materyalistler, din ve bilimi karşı karşıya getirmek istediklerinde, Ortaçağ Kilisesi'nin uygulamalarını örnek vermenin yanı sıra, Tevrat'tan veya İncil'den bir cümle alıp, o cümlenin bilimsel bulgularla nasıl çatıştığını da örnek olarak göstermektedirler. Ancak göz ardı ettikleri veya görmezlikten geldikleri bir gerçek vardır: Tevrat ve İncil tahrif edilmiş kitaplardır. Her ikisine de insan eliyle yazılmış birçok hurafe eklenmiştir. Dolayısıyla bu kitapları din konusunda kaynak almak son derece yanlış olur.
Oysa Kuran, Allah'ın vahyidir ve hiçbir bozulmaya uğramamıştır ve tek bir harfi bile değiştirilmemiştir. Bu nedenle Kuran'da en ufak bir çelişki veya hata yoktur. Allah'ın Kuran'da verdiği bilgiler de bilimin bulguları ile paraleldir. Hatta, henüz yüzyılımızda bulunabilmiş olan birçok bilimsel gerçek günümüzden 1400 sene öncesinde Kuran'da insanlara haber verilmiştir. Bu, Kuran'ın önemli bir mucizesidir ve Allah'ın vahyi olduğunun kesin delillerinden biridir. (İlerleyen bölümlerde Kuran'da bildirilmiş olan bilimsel gerçeklerin bazılarından söz edilecektir.)
Aslında materyalist çevreler de bu gerçeğin farkında olacaklar ki, dine karşı görüş bildirirken hiçbir zaman Kuran'dan ayet gösterememekte, her defasında İncil veya Tevrat'tan aldıkları cümleleri kullanmaktadırlar.

"Bilim Materyalist Olmak Zorundadır" İddiası

Materyalistlerin bir diğer propaganda malzemesi, "Bilim sadece maddeyi inceler, dolayısıyla materyalist olmak zorundadır" şeklindeki basmakalıp bir iddiadır.
Bu, aslında biraz düşünen bir insanın hemen fark edebileceği bir kelime oyunundan başka bir şey değildir. Bilimin maddeyi incelediği doğrudur, ancak bu, bilimin materyalist olması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü "maddeyi incelemek" ile "materyalist olmak" çok farklı şeylerdir.
Maddeyi incelediğimizde, maddenin kendisi tarafından meydana getirilemeyecek kadar büyük bir bilgi ve tasarım olduğu sonucuna varırız. Bu bilgi ve tasarımın, tasarımcıyı hiç görmesek de, bilinçli olarak meydana getirildiğini anlayabiliriz. Örneğin bizden önce bir insanın girip girmediğinden emin olmadığımız bir mağara düşünelim. Bu mağaraya girdiğimizde eğer mağaranın duvarlarında çok büyük bir ustalıkla çizilmiş, göz kamaştırıcı resimler varsa, o halde "Bizden önce burada akıllı bir varlık bulunmuş, burada eserler meydana getirmiş" diye düşünürüz. O akıllı varlığı hiç görmeyebiliriz, ama varlığını eserlerinden anlarız.
mağara
 
Mağaraya girdiğimizde eğer mağaranın duvarlarında çok büyük bir ustalıkla çizilmiş, göz kamaştırıcı resimler varsa, o halde "Bizden önce burada akıllı bir varlık bulunmuş, burada eserler meydana getirmiş" diye düşünürüz. O akıllı varlığı hiç görmeyebiliriz, ama varlığını eserlerinden anlarız.
Bilim de işte bu yöntemle doğayı incelemektedir. Ve doğada asla maddesel etkenlerle açıklanamayacak bir düzen olduğunu, ancak madde-ötesi üstün bir Akıl tarafından var edilmiş olabilecek bir tasarım bulunduğunu ortaya çıkarmaktadır. Bir başka deyişle, maddesel dünyanın her tarafında Allah'ın yaratışının ve hakimiyetinin açık delillerini bulmaktadır.

Materyalistlerin Tutucu ve Bağnaz Yaklaşımları

Elbette ki her görüş sahibi, kendi görüşünün bilimsel gerçekler tarafından doğrulanıp doğrulanmadığını denemekte, bununla ilgili bilimsel araştırmalar yapmakta özgürdür. Örneğin bir insan ortaya çıkıp dünyanın düz olduğunu iddia edebilir ve bu konuda araştırma yapabilir. Ancak önemli olan bu kişinin karşılaştığı bilimsel sonuçları nasıl değerlendireceğidir. Bilimsel verileri tarafsız olarak değerlendiren bir bilim adamı, araştırmaları sonucunda dünyanın düz olduğunu destekleyen bir delil bulamayacak, aksine dünyanın yuvarlak olduğu ile ilgili sayısız delille karşılaşacaktır. Bu durumda bu kişinin yapması gereken, ön yargısız bir şekilde, gerçek neyse ona yönelmek ve baştaki iddiasından vazgeçmek olmalıdır.
robert shapiro, materyalizm
Robert Shapiro
Aynı durum materyalizm için de geçerlidir. Bilim maddenin mutlak bir varlık olmadığını, bir başlangıcının olduğunu kanıtlamıştır. Dahası, maddede olağanüstü bir tasarım bulunduğunu göstermiştir. Dolayısıyla maddeyi inceleyen materyalist bilim adamları, teorilerinin doğru olmadığını, gerçeğin inandıklarının tam aksi yönünde olduğunu görmüşlerdir.
Ancak ne ilginçtir ki, söz konusu kişiler, materyalizme körü körüne bir bağlılık göstermekte ve bu "inançtan" asla ayrılmama konusunda şaşırtıcı bir inat sergilemektedirler. Ünlü bir evrimci ve materyalist olan Harvard Üniversitesi genetik profesörü Richard Lewontin, bu bağnaz materyalist tutumunu şöyle itiraf eder:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, ilahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.44
Lewontin tüm materyalistlerin bakış açısını açıkça dile getirmektedir. Bu ifadelerinde de belirttiği gibi materyalistler önce materyalist ideolojiyi benimser ve sonra bu ideolojiyi besleyecek bilgileri ararlar. Yani materyalizm, bilimsel araştırmalarla vardıkları bir sonuç değil, bilime kabul ettirmeye çalıştıkları bir ön yargıdır.
Aynı durumu bir başka evrimcinin bakış açısında da görmek mümkündür. Ünlü evrimci Robert Shapiro'nun Origins: A Skeptic's Guide to Creation of Life on Earth (Kökenler: Bir fiüphecinin Dünyada Hayatın Yaratılışı ile İlgili Kılavuzu) isimli kitabında, evrim teorisine olan sadakatini ifade eden sözleri şöyledir:
Gelecekte bir gün bütün mantıklı kimyasal deneyler hayatın muhtemel kökeninin tamamıyla hatalı olduğunu gösterebilir. Dahası, yeni jeolojik kanıtlar dünya üzerinde ani bir hayat oluşumunu gösterebilir. Son olarak tüm kainatı keşfedip başka bir yerde bir hayat izine veya hayata neden olabilecek bir sürece rastlamayabiliriz. Böyle bir durumda birtakım bilim adamları cevap için dine başvurabilirler. Ancak benim de dahil olduğum diğerleri, elde olan daha az muhtemel bilimsel açıklamaları kalanlardan daha mümkün olan bir tanesini seçebilmek amacıyla ayıklamaya çalışacaklardır. 45

Shapiro'nun "bilimsel bir açıklama aramaya devam ederiz" derken kast ettiği şey, gerçekte "materyalist bir açıklama"dır. Materyalizme olan bu körü körüne bağlılık, Shapiro'yu ve onun gibi binlercesini fanatikçe bir inkara sürüklemektedir. Aslında söylemek istedikleri şey, "Her ne delil görürsek görelim, Allah'a inanmayacağız" cümlesidir.
İlginçtir, bu saplantı sadece çağımızdaki materyalistlere özgü değildir. Allah, kendilerini inkar için şartlandırmış olan bu gibi insanlar hakkında Kuran'da önemli bilgiler verir. Örneğin, kendilerine gösterdiği pek çok mucize karşısında Hz. Musa'ya "Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz" (Araf Suresi, 132) diyen Mısırlılar, çağdaş materyalistlerle aynı karaktere sahiptirler. Allah, başka ayetlerinde bu gibi insanlardan şöyle söz etmektedir:
Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkar etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: "Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" derler. (Enam Suresi, 25)
Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler, ancak Allah Katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz? (Enam Suresi, 109)
baykuş, mükemmel tasarım
Her varlığı Allah büyük bir uyum ve kusursuz bir tasarımla yaratmıştır. Sadece bir baykuşun tüylerindeki tasarımı inceleyen veya geceleri yaptığı usta uçuşlarını izleyen akıl ve vicdan sahibi bir insan Allah’ın sonsuz gücünü ve sonsuz ilmini görerek takdir edebilecektir.

Din ile Bilim Daima Uyum İçindedir

Materyalistler, bilim karşısındaki yenilgilerini gizleyebilmek için hemen her zaman birtakım propaganda yöntemlerini devreye sokarlar. Bunların başında ise, materyalist yayın organlarının beylik konusu haline gelmiş olan "din-bilim çatışması" iddiası gelir. Bu iddiayı dile getirenkaynaklarda, dinin tarih boyunca bilime karşı olduğu, bilimin ancak din terk edildiğinde gelişebileceği gibi, gerçek dışı hikayeler anlatılır.
Oysa bilim tarihine biraz göz atmak bile, bu iddiaların yanlışlığını görmek için yeterli olacaktır.
İslam Tarihi'ne baktığımızda, Kuran'la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam'la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran'ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, İranlılar, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet'i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Allah'ın Kuran'da insanlara öğrettiği akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmiştir.
Bilimsel çalışmaların Avrupa'ya aktarılmasında önemli bir yeri olan ve Müslüman bilim adamlarının çoğunun yetiştiği Endülüs, özellikle tıp alanında çok büyük yeniliklerin ve atılımların beşiği olmuştur. Müslüman hekimler, tek bir konuda uzmanlaşmamışlar, özellikle farmakoloji, cerrahi, göz, doğum, fizyoloji, bakteriyoloji ve hijyen gibi çok geniş sahalarda eğitim görmüşlerdir. Uzun yıllar tıbbi bitkileri inceleyerek tıp tarihi ve tıbbi bitkiler hakkında eserler vermiş olan İbn-i Cülcül (?-992) ile teşhis ve tedavi konusunda ün yapmış olan ve bugün bilinen otuza yakın eseri bulunan Tunuslu hekim Ebu Cafer İbn-i Cezzar (?-1009) tıp konusunda en bilinen bilim adamları arasındadır. Abdüllatif el-Bağdadi (1162-1231) anatomi konusundaki çalışmaları ile tanınmaktadır. Alt çene ve göğüs kemiği gibi vücuttaki birçok kemiğin anatomisi hakkında geçmişte yapılmış hataları düzeltmiştir. Bağdadi'nin El-İfade ve'l-İtibar adlı eseri 1788 yılında düzenlenerek, Latince, Almanca ve Fransızca'ya çevrilmiştir. Makalatün fi'l-Havas isimli eseri ise beş duyu organını incelemektedir.
Müslüman anatomistler insan kafatasında bulunan kemik sayısını doğru olarak tespit etmişler ve kulak içinde üç küçük kemikçik bulunduğunu da belirlemişlerdir. Anatomik çalışmalar yapan Müslüman bilim adamlarının başında İbn-i Sina (980-1037) gelir. Daha çok küçük yaşta edebiyat, matematik, geometri, fizik, doğa bilimleri, felsefe ve mantık öğrenen İbn-i Sina sadece Doğu'da değil Batı'da da ünlenmiştir. En ünlü eseri  olan El-Kanun fi't-Tıb Arapça yazılmış ve 12. yüzyılda Latinceye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş ve okutulmuştur. Eserde birçok hastalık ve ilaç sistematik bir şekilde anlatılmıştır. Bundan başka felsefe ve doğa bilimleri üzerine yüzden fazla eser vermiştir. El-Kanun'da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır.
Kulları içinde ise Allah'’tan ancak alim olanlar ‘İçleri titreyerek-korkar’. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 28)
Allah, gerçekten Kendisi’nden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)
1203-1283 tarihleri arasında yaşayan Zekeriya Kazvini ise Aristo'dan beri süregelen beyin ve kalple ilgili birçok yanlış düşünceyi çürütmüştür. Kalp ve beyinle ilgili bilgileri bugünkü bilgilerimize son derece yakındır.
Zekeriya Kazvini, Hamdullah Müstevfi el-Kazvini (1281-1350) ve İbnü'n-Nefis'in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini oluşturmuştur. Bu bilim adamları henüz 13. ve 14. yüzyılda kalp ve akciğerler arasındaki bağlantıları, atar damarların temiz kan, toplar damarların ise kirli kan taşıdığını, kanın akciğerlerde temizlendiğini, kalbe dönen temiz kanın aort tarafından beyne ve vücudun diğer organlarına taşındığını göstermişlerdir.
Ali bin İsa (?-1038)'nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve Emraziha isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latinceye ve Almancaya çevrilmiştir.
beyruni, dünya
Beyruni, 11. yüzyılda yaşayan Müslüman bir bilim adamıdır. Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır.
Muhammed Ebu Bekir Zekeriyya Razi (865-925), Burhaneddin Nefis (?-1438), İsmail Cürcani (?-1136), Kutbeddin Şirazi (1236-1310), Mansur bir Muhammed, Ebu'l Kasım Zehravi astronomi, matematik tıp ve anatomi bilimlerinin tarihinde önemli yerleri bulunan Müslüman bilim adamlarından bazılarıdır.
Tıp ve anatomi bilimlerinin dışındaki bilim dallarında da birçok Müslüman bilim adamının çok önemli katkıları olmuştur. Örneğin 11. yüzyılda yaşayan Beyruni, Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır. 15. yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir. Sabit Bin Kurra 9. yüzyılda yaşamış ve Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir. 10. yüzyılda yaşayan Battani trigonometrinin ilk kaşifidir. Kendisiyle aynı yüzyılda yaşayan Ebu'l Vefa ise trigonometriye "sekant-kosekant" terimlerini kazandırmıştır. Harizmi 9. yüzyılda ilk cebir kitabını yazmıştır. Mağribi, bugün Paskal üçgeni olarak bilinen denklemi Pascal'dan 600 yıl önce bulmuştur. 11. yüzyılda yaşayan İbn-i Heysem optik biliminin kurucusudur. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galilei de onun eserlerinden faydalanarak teleskobu bulmuştur. Kindi ise Einstein'dan 1100 yıl önce izafi fizik ve izafiyet teorisini ortaya atmıştır. Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşayan Akşemseddin ilk olarak mikropların varlığını keşfetmiştir. Ali Bin Abbas 10. yüzyılda yaşamıştır ve ilk kanser ameliyatını gerçekleştirmiştir. Aynı yüzyılda ise İbn-i Cessar cüzzamın sebep ve tedavi şekillerini açıklamıştır. Burada sadece birkaçına yer verilen Müslüman bilim adamları, modern bilimin temelini oluşturacak önemli keşiflerde bulunmuşlardır.
Batı medeniyetine baktığımızda, çağdaş bilimin doğuşunun yine Allah inancı üzerine kurulu olduğunu görürüz. "Bilimsel devrim çağı" olarak bilinen 17. yüzyıl, Allah'ın yarattığı evreni ve doğayı keşfetme niyetiyle araştırma yapan bilim adamları ile doludur. Bu dönemde İngiltere, Fransa gibi ülkelerde kurulan tüm bilim enstitüleri, "Allah'ın kanunlarını keşfederek O'nu tanımak" hedefini benimsemiştir. Aynı eğilim 18. yüzyılda da devam etmiştir. Newton, Kepler, Copernicus, Bacon, Galilei, Pascal, Boyle, Paley, Cuvier gibi isimler, bilim dünyasına önemli katkıları bulunan ve aynı zamanda Allah'a olan imanları ile tanınan bilim adamlarından sadece birkaçıdır. (Detaylı bilgi için bkz. İman Eden Bilim Adamları bölümü)
ali kuşçu, ay
Ali Kuşçu, 15. yüzyılda Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir.
Bu bilim adamları Allah'a inanan, dahası bu inançtan gelen şevkle bilimsel çalışma yapan kişilerdir. Bu gerçeğin göstergelerinden biri, 19. yüzyılın başlarında İngiltere'de düzenlenen ve "Bridgewater Treatises" olarak anılan bir dizi bilimsel yapıttır. Çok sayıda bilim adamı farklı bilim dallarında araştırma yapmış ve vardıkları sonuçları "Allah'ın evrende ve doğada yarattığı ahenk ve uyumun delilleri" olarak tanımlamışlardır. Bu bilim adamlarının kullandıkları yöntem de, "Allah'ı doğayla tanıma" anlamına gelen "Natural Theology" (Doğal İlahiyat) kavramıyla ifade edilmiştir.
Bridgewater Treatises'in öncüsü, devrin ünlü bilim adamı William Paley tarafından 1802 yılında yayınlanan Natural Theology: or, Evidences of the Existence and Attributes of the Deity, Collected from the Appearances of Nature (Doğal İlahiyat, ya da, Doğadaki Görünümlerden Yola Çıkarak, Allah'ın Varlığının ve Delillerinin İspatları) adlı kitaptır. Paley bu kitapta çok kapsamlı bir anatomi bilgisi sergilemiş ve canlı bedenlerindeki "tasarım"lara örnekler vermiştir.
Daha sonra Paley'in yapıtı örnek alınarak, Kraliyet Derneği'nin çatısı altında bir açıklama yapılmıştır. Açıklamada, bilim adamlarından aşağıdaki konularda araştırma yapmaları istenmiştir:
Allah'ın Kudreti, Aklı ve Güzelliği hakkında, O'nun yaratışını sergileyen tüm deliller ve akılcı açıklamalar. Örneğin, hayvanlar, bitkiler ya da madenler arasında Allah'ın yarattıklarının çeşitliliği ve oluşumları; sindirimin ve (yemekleri) dönüştürmenin detayları; insanın yaptığı tasarım örnekleri ve diğer her türlü akılcı argüman; eski ve modern bilim ve sanat dalları ve tüm edebiyat...
Allah'ın varlığının ispatlarını ortaya koymak için yapılan bu çağrıya pek çok bilim adamı karşılık vermiş ve birbiri ardına çok önemli bilimsel eserler yayınlanmıştır. Bridgewater Treatises bünyesinde yayınlanan bu eserler ve yazarları sırasıyla şöyledir:
  • Doğanın, İnsanın Ahlaki ve Entelektüel Yapısına Olan Uyumu (Thomas Chalmers, 1833)
  • Kimya, Meteoroloji ve Sindirim (William Prout, M.D., 1834)
  • Hayvanların İçgüdüleri, Alışkanlıkları ve Geçmişleri (William Kirby, 1835)
  • İnsan Eli; Bir Tasarım Örne€i (Sir Charles Bell, 1837)
  • Jeoloji ve Mineral Bilimi (Dean Buckland, 1837)
  • Doğanın, İnsanın Fiziksel Yapısına Olan Uyumu (J. Kidd, M.D., 1837)
  • Astronomi ve Genel Fizik (Dr. William Whewell, 1839)
  • Hayvan ve Bitki Fizyolojisi (P. M. Roget, M.D., 1840)
Bridgewater Treatises, din ile bilim arasındaki uyumu gösteren pek çok örnekten biridir. Bu eserlerin öncesinde ve sonrasında yapılmış olan daha pek çok bilimsel çalışmanın amacı, Allah'ın yarattığı evreni tanımak ve bu yolla O'nun yüceliğini kavramak olmuştur.
michael denton, natures destiny
Michael Denton
Bilim dünyasının bu rotadan sapması ise, materyalist felsefenin birtakım sosyal ve siyasi şartlar sonucunda 19. yüzyıl Batı kültürüne hakim olmasının bir sonucudur. Bu süreç Darwin'in evrim teorisi ile en açık ifadesini bulmuş ve bilim ile dini, daha önceki durumun tam tersine, birbirine ters iki bilgi kaynağı gibi göstermeye başlamıştır.
İngiliz araştırmacılar Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln, bu konuda şu yorumu yaparlar:
Darwin'den bir buçuk asır önce, bilim dinden ayrı değildi; aksine onun bir parçasıydı ve nihai amacı ona hizmet etmekti... Ama Darwin'in zamanındaki bilim, o zamana dek taşımakta olduğu bu anlamdan koparıldı ve kendisini dine karşı mutlak bir rakip ve alternatif bir anlam olarak tanımladı. Artık insanlık, bu ikisi arasında bir seçim yapmaya zorlanacaktı.40
Ancak günümüzde din ile bilim arasına sokulmak istenen bu zoraki ayrılık, bizzat bilimin kendi bulguları tarafından yalanlanmaktadır. Din bizlere evrenin yoktan yaratıldığını öğretmekte, bilim ise bu gerçeğin kanıtlarını bulmaktadır. Din bize canlıları Allah'ın yarattığını öğretmekte, bilim ise canlılıkta ortaya çıkardığı tasarımla bu gerçeğin delillerini ortaya koymaktadır. Michael Denton, Nature's Destiny adlı kitabında, "bir zamanlar ateizmin ve kuşkuculuğun en büyük müttefiki sayılan bilim, nihayet ikinci bin yılı bitirmekte olduğumuz şu dönemde, bir zamanlar Newton'ın ve onun taraftarlarının istemiş oldukları gibi, antroposentrik inancın en büyük savunucusu haline gelmiştir" demektedir.41 Antroposentrik inanç, dünyayı Allah'ın insanlar için yaratmış olduğu inancıdır.
scientific amerikan, dergi
 
Scientific Amerikan Dergisi Eylül 1999 Sayısı.
Bilimin ortaya koyduğu bu sonuç, giderek daha fazla bilim adamının Allah'a samimi bir biçimde inanmasını sağlamaktadır. Ünlü biyokimyacı Michael Behe "Yaratıcı'ya veya doğanın ötesinde bir gerçekliğin varlığına inanan bilim adamları popüler medya hikayelerinin anlattığından çok daha fazla sayıdadır; genel nüfusun % 90'ını oluşturan inançlıların, bilim adamları arasında farklı olduğunu düşündürecek bir neden yoktur"42 derken bu gerçeği ifade etmektedir.
Bilimin vardığı bu sonuç karşısında, materyalistlerin tek yaptıkları şey ise, birtakım baskı mekanizmalarını devreye sokarak bilim dünyasını sindirmeye çalışmaktır. Batılı ülkelerde bir bilim adamının yükselebilmesi, doçent, profesör gibi ünvanlara ulaşabilmesi, bilimsel dergilerde yazılarını yayınlatabilmesi için bazı standartlara uyması gerekir. Evrim teorisini kayıtsız şartsız kabul etmek, bir numaralı standarttır. Bu nedenle bazı bilim adamları da, gerçekte hiçbir şekilde inanmadıkları Darwinist masalları kabul etmekte ve yaratılışın delillerini göz ardı etmektedir. Scientific American dergisinin Eylül 1999 sayısında, Scientists and Religion in America (Amerika'da Bilim Adamları ve Din) başlıklı yazıda, Washington Üniversitesi sosyologlarından Rodney Stark, bilim adamlarının üzerinde kurulan bu baskıyı şöyle açıklamıştır:
200 yıldır 'eğer bilim adamı olmak istiyorsan, zihninin tüm dini zincirlerden arınması gerekir' fikri pazarlandı... Üniversitelerde dindar olan kimseler susuyorlar. Ve dinsiz olanlara ayrıcalık tanınıyor. Üst kademelerde dinsizliği ödüllendirme sistemi var.43
Materyalistlerin, dine karşı yürüttükleri bu sistemli mücadelenin bir diğer örneği de, başta belirtmiş olduğumuz propaganda yöntemleridir. "Din bilimle çatışır" ya da "Bilim materyalist olmak zorundadır" gibi iddialar, bu propagandanın temel unsurlarıdır. Şimdi bu iddiaların neden mantıklı ve tutarlı yönlerinin olmadığını inceleyelim.

Ortaçağ Kilisesi'nin Bilim Adamlarına Karşı Tavrı

Din karşıtı çevrelerce, Ortaçağ Kilisesi'nin hatalı uygulamaları ve tutumu sıkça dine karşı bir silah gibi kullanılır. Kilisenin Avrupa'yı gerilettiği ve sefalet yaşattığı söylenir. Bu çabaların ardında yatan neden ise, Ortaçağ Kilisesi'nin dinle bağdaştırılması ve dolayısıyla insanlara "eğer din gelirse Ortaçağ'ın karanlıklarına gömülürüz" mesajının verilmesidir. Oysa gerçek din, Ortaçağ Kilisesi'nin uygulamaları ve tutumu değildir.
Ortaçağ Kilisesi Hz. İsa'nın bildirdiği vahiyden uzaklaşmış ve din dışı bazı uygulamalar yürütmüştür. Özellikle ruhban sınıfının elinde ve bazı çevrelerin çıkarları doğrultusunda, ilahi kaynaktan tamamen uzaklaşarak idare edilen Kilise'nin uygulamalarından kuşkusuz bilim de zarar görmüştür. Ancak bu tarihsel gerçek, elbette ki İslam dinine mal edilemez. Çünkü İslam, Ortaçağ Kilisesi gibi ruhban sınıfının hurafelerine değil, sadece ve sadece Allah'ın sözü olan Kuran'a dayanır.
ortaçağ, engizisyon
Ortaçağ Kilisesi Hz. İsa'nın bildirdiği vahiyden uzaklaşmış ve din dışı bazı uygulamalar yürütmüştür. Galilei gibi bazı dindar bilim adamları bile kilisenin katı tutumu ile karşı karşıya kalmışlardır. Yukarıdaki resimde Galilei'nin Engizisyon karşısındaki savunması canlandırılmıştır.
Ortaçağ Kilisesi'nin tutuculuğunun dindarlıkla bir ilgisi olmadığının önemli bir göstergesi ise, bu kilise tarafından baskı altına alınan Galilei gibi bilim adamlarının da gerçekte son derece dindar kimseler oluşudur. (Kitabın ikinci bölümünde bu bilim adamlarının inançları ile ilgili daha detaylı bilgi verilecektir.) Bu örnek de bir kez daha sergilemektedir ki, skolastik düşüncenin bilim üzerinde uyguladığı baskı, dindarlığın değil, dinin çarpıtılmasının bir sonucudur.

İncil ve Tevrat'a Dayanan Eleştiriler

Ülkemizdeki materyalistler, din ve bilimi karşı karşıya getirmek istediklerinde, Ortaçağ Kilisesi'nin uygulamalarını örnek vermenin yanı sıra, Tevrat'tan veya İncil'den bir cümle alıp, o cümlenin bilimsel bulgularla nasıl çatıştığını da örnek olarak göstermektedirler. Ancak göz ardı ettikleri veya görmezlikten geldikleri bir gerçek vardır: Tevrat ve İncil tahrif edilmiş kitaplardır. Her ikisine de insan eliyle yazılmış birçok hurafe eklenmiştir. Dolayısıyla bu kitapları din konusunda kaynak almak son derece yanlış olur.
Oysa Kuran, Allah'ın vahyidir ve hiçbir bozulmaya uğramamıştır ve tek bir harfi bile değiştirilmemiştir. Bu nedenle Kuran'da en ufak bir çelişki veya hata yoktur. Allah'ın Kuran'da verdiği bilgiler de bilimin bulguları ile paraleldir. Hatta, henüz yüzyılımızda bulunabilmiş olan birçok bilimsel gerçek günümüzden 1400 sene öncesinde Kuran'da insanlara haber verilmiştir. Bu, Kuran'ın önemli bir mucizesidir ve Allah'ın vahyi olduğunun kesin delillerinden biridir. (İlerleyen bölümlerde Kuran'da bildirilmiş olan bilimsel gerçeklerin bazılarından söz edilecektir.)
Aslında materyalist çevreler de bu gerçeğin farkında olacaklar ki, dine karşı görüş bildirirken hiçbir zaman Kuran'dan ayet gösterememekte, her defasında İncil veya Tevrat'tan aldıkları cümleleri kullanmaktadırlar.

"Bilim Materyalist Olmak Zorundadır" İddiası

Materyalistlerin bir diğer propaganda malzemesi, "Bilim sadece maddeyi inceler, dolayısıyla materyalist olmak zorundadır" şeklindeki basmakalıp bir iddiadır.
Bu, aslında biraz düşünen bir insanın hemen fark edebileceği bir kelime oyunundan başka bir şey değildir. Bilimin maddeyi incelediği doğrudur, ancak bu, bilimin materyalist olması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü "maddeyi incelemek" ile "materyalist olmak" çok farklı şeylerdir.
Maddeyi incelediğimizde, maddenin kendisi tarafından meydana getirilemeyecek kadar büyük bir bilgi ve tasarım olduğu sonucuna varırız. Bu bilgi ve tasarımın, tasarımcıyı hiç görmesek de, bilinçli olarak meydana getirildiğini anlayabiliriz. Örneğin bizden önce bir insanın girip girmediğinden emin olmadığımız bir mağara düşünelim. Bu mağaraya girdiğimizde eğer mağaranın duvarlarında çok büyük bir ustalıkla çizilmiş, göz kamaştırıcı resimler varsa, o halde "Bizden önce burada akıllı bir varlık bulunmuş, burada eserler meydana getirmiş" diye düşünürüz. O akıllı varlığı hiç görmeyebiliriz, ama varlığını eserlerinden anlarız.
mağara
 
Mağaraya girdiğimizde eğer mağaranın duvarlarında çok büyük bir ustalıkla çizilmiş, göz kamaştırıcı resimler varsa, o halde "Bizden önce burada akıllı bir varlık bulunmuş, burada eserler meydana getirmiş" diye düşünürüz. O akıllı varlığı hiç görmeyebiliriz, ama varlığını eserlerinden anlarız.
Bilim de işte bu yöntemle doğayı incelemektedir. Ve doğada asla maddesel etkenlerle açıklanamayacak bir düzen olduğunu, ancak madde-ötesi üstün bir Akıl tarafından var edilmiş olabilecek bir tasarım bulunduğunu ortaya çıkarmaktadır. Bir başka deyişle, maddesel dünyanın her tarafında Allah'ın yaratışının ve hakimiyetinin açık delillerini bulmaktadır.

Materyalistlerin Tutucu ve Bağnaz Yaklaşımları

Elbette ki her görüş sahibi, kendi görüşünün bilimsel gerçekler tarafından doğrulanıp doğrulanmadığını denemekte, bununla ilgili bilimsel araştırmalar yapmakta özgürdür. Örneğin bir insan ortaya çıkıp dünyanın düz olduğunu iddia edebilir ve bu konuda araştırma yapabilir. Ancak önemli olan bu kişinin karşılaştığı bilimsel sonuçları nasıl değerlendireceğidir. Bilimsel verileri tarafsız olarak değerlendiren bir bilim adamı, araştırmaları sonucunda dünyanın düz olduğunu destekleyen bir delil bulamayacak, aksine dünyanın yuvarlak olduğu ile ilgili sayısız delille karşılaşacaktır. Bu durumda bu kişinin yapması gereken, ön yargısız bir şekilde, gerçek neyse ona yönelmek ve baştaki iddiasından vazgeçmek olmalıdır.
robert shapiro, materyalizm
Robert Shapiro
Aynı durum materyalizm için de geçerlidir. Bilim maddenin mutlak bir varlık olmadığını, bir başlangıcının olduğunu kanıtlamıştır. Dahası, maddede olağanüstü bir tasarım bulunduğunu göstermiştir. Dolayısıyla maddeyi inceleyen materyalist bilim adamları, teorilerinin doğru olmadığını, gerçeğin inandıklarının tam aksi yönünde olduğunu görmüşlerdir.
Ancak ne ilginçtir ki, söz konusu kişiler, materyalizme körü körüne bir bağlılık göstermekte ve bu "inançtan" asla ayrılmama konusunda şaşırtıcı bir inat sergilemektedirler. Ünlü bir evrimci ve materyalist olan Harvard Üniversitesi genetik profesörü Richard Lewontin, bu bağnaz materyalist tutumunu şöyle itiraf eder:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, ilahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.44
Lewontin tüm materyalistlerin bakış açısını açıkça dile getirmektedir. Bu ifadelerinde de belirttiği gibi materyalistler önce materyalist ideolojiyi benimser ve sonra bu ideolojiyi besleyecek bilgileri ararlar. Yani materyalizm, bilimsel araştırmalarla vardıkları bir sonuç değil, bilime kabul ettirmeye çalıştıkları bir ön yargıdır.
Aynı durumu bir başka evrimcinin bakış açısında da görmek mümkündür. Ünlü evrimci Robert Shapiro'nun Origins: A Skeptic's Guide to Creation of Life on Earth (Kökenler: Bir fiüphecinin Dünyada Hayatın Yaratılışı ile İlgili Kılavuzu) isimli kitabında, evrim teorisine olan sadakatini ifade eden sözleri şöyledir:
Gelecekte bir gün bütün mantıklı kimyasal deneyler hayatın muhtemel kökeninin tamamıyla hatalı olduğunu gösterebilir. Dahası, yeni jeolojik kanıtlar dünya üzerinde ani bir hayat oluşumunu gösterebilir. Son olarak tüm kainatı keşfedip başka bir yerde bir hayat izine veya hayata neden olabilecek bir sürece rastlamayabiliriz. Böyle bir durumda birtakım bilim adamları cevap için dine başvurabilirler. Ancak benim de dahil olduğum diğerleri, elde olan daha az muhtemel bilimsel açıklamaları kalanlardan daha mümkün olan bir tanesini seçebilmek amacıyla ayıklamaya çalışacaklardır. 45

Shapiro'nun "bilimsel bir açıklama aramaya devam ederiz" derken kast ettiği şey, gerçekte "materyalist bir açıklama"dır. Materyalizme olan bu körü körüne bağlılık, Shapiro'yu ve onun gibi binlercesini fanatikçe bir inkara sürüklemektedir. Aslında söylemek istedikleri şey, "Her ne delil görürsek görelim, Allah'a inanmayacağız" cümlesidir.
İlginçtir, bu saplantı sadece çağımızdaki materyalistlere özgü değildir. Allah, kendilerini inkar için şartlandırmış olan bu gibi insanlar hakkında Kuran'da önemli bilgiler verir. Örneğin, kendilerine gösterdiği pek çok mucize karşısında Hz. Musa'ya "Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz" (Araf Suresi, 132) diyen Mısırlılar, çağdaş materyalistlerle aynı karaktere sahiptirler. Allah, başka ayetlerinde bu gibi insanlardan şöyle söz etmektedir:
Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkar etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: "Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" derler. (Enam Suresi, 25)
Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler, ancak Allah Katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz? (Enam Suresi, 109)
baykuş, mükemmel tasarım
Her varlığı Allah büyük bir uyum ve kusursuz bir tasarımla yaratmıştır. Sadece bir baykuşun tüylerindeki tasarımı inceleyen veya geceleri yaptığı usta uçuşlarını izleyen akıl ve vicdan sahibi bir insan Allah’ın sonsuz gücünü ve sonsuz ilmini görerek takdir edebilecektir.

Kuran'ın Bilimsel Mucizeleri

Bundan 14 asır önce Allah insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirdi. Tüm insanlığı bu Kitab'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etti. İndirildiği günden kıyamete dek, insanlığın yol göstericisi de bu son İlahi Kitap ve Peygamber Efendimizin sünneti olacaktır.
Kuran'ın eşsiz üslubu ve içerdiği üstün hikmet, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin bir delilidir. Bunların yanı sıra, Kuran'ın Allah Katından indirildiğini ispatlayan pek çok mucizevi özelliği de vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, günümüz insanına Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizesini anlamak için, öncelikle bu İlahi Kitab'ın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesile aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre dünya düzdü ve iki ucunda yüksek dağlar vardı. Bu dağların ise birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tuttukları düşünülüyordu.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Allah'ın bildirdiği ayetlerle birlikte ortadan kalktı. "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti" (Rad Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancının doğru olmadığını bildirdi. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler verildi.
dağ, mucize
 
Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti. (Rad Suresi, 2)
İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.

Evrenin Varoluşu

Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:
O gökleri ve yeri yoktan var edendir.  (Enam Suresi, 101)
Allah'ın Kuran'da verdiği bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Bugün astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orjinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır. Büyük Patlama teorisi bugün evrenin varoluşu ve başlangıcı konusunda bütün bilim çevreleri tarafından ortak kabul gören bilimsel bir açıklamadır.
bigbang, radyasyon
1-Koyu mavi bölgeler fon radyasyonunu göstermektedir 2-Pembe bölgeler sıcaktır 3- Mavi bölgeler soğuktur 4-Kırmızı bölgeler en sıcak yerleri belirtmektedir
NASA'nın 1992'de gönderdiği Cobe Uydusu'nun hassas tarayıcıları Big Bang'den sonra tüm evrene yayıldığı varsayılan radyasyonun kalıntılarını buldu. Bu buluş evrenin yoktan var edildiği gerçeğinin bilimsel bir açıklaması olan Big Bang teorisinin ispatı oldu.
Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında madde, enerji ve zaman yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçeği Allah Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber vermektedir.

Evrenin Genişlemesi

14 asır önce, astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde indirilen Kuran-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:
Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.  (Zariyat Suresi, 47)
evren, genişleme
1- Gelecekte 2-Şu anki evren 3- Başlangıç evreni
Ayette geçen "gök" kelimesi Kuran'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Burada da bu anlamda kullanılmıştır. Yani Allah Kuran'da, evrenin genişleyici olduğunu bildirmiştir. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da budur.
Yüzyılımızın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan tek görüş, "Evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu.
Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, bu yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar.
Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.
Ancak bu gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kuran'da açıklanmıştı. Çünkü Kuran, tüm evrenin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın sözüdür.

Yörüngeler

Allah Kuran'da Güneş ve Ay hakkında bilgi verirken her birinin belli bir yörüngesinin olduğunu da belirtmiştir:
Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor. (Enbiya Suresi, 33)
Güneş'in sabit olmadığı, belli bir yörüngede yol almakta olduğu bir başka ayette de şöyle bildirilmektedir:
Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir. (Yasin Suresi, 38)
evren, yörünge
Kuran'da bildirilen bu gerçekler, çağımızdaki astronomik gözlemlerle anlaşılmıştır. Astronomi uzmanlarının hesaplarına göre Güneş, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı doğrultusunda saatte 720 bin km.'lik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Bu, kabaca bir hesapla, Güneş'in günde 17 milyon 280 bin km. yol katettiğini gösterir. Güneş'le birlikte onun çekim sistemi içindeki tüm gezegenler ve uyduları da aynı mesafeyi katederler. Ayrıca, evrendeki tüm yıldızlar da buna benzer planlı bir harekete sahiptirler.
Tüm evrenin bu şekilde yörüngelerle donatılmış olduğunu Allah yine Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun.  (Zariyat Suresi,7)
Evrende yaklaşık 200 milyar galaksi mevcuttur ve her galakside ortalama 200 milyar yıldız bulunur. Bu yıldızların pek çoğunun gezegenleri, bu gezegenlerin de uyduları vardır. Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir. Bunların dışında pek çok kuyruklu yıldız da kendisi için tespit edilmiş yörüngede yüzüp gider.
gezegenler, yörünge
Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir.
Evrendeki yörüngeler sadece gök cisimlerine ait değildir. Galaksiler de şaşırtıcı hızlarla planlı ve hesaplı yörüngeler üzerinde hareket ederler. Bu hareketleri esnasında hiçbir gök cismi bir diğeriyle çarpışmaz, yolları kesişmez. Öyle ki bazı galaksilerin, hiçbir parçası diğerininkine değmeden birbirlerinin içinden geçip gittikleri gözlemlenmiştir.
Elbette, Kuran'ın indirildiği dönemde insanlık, günümüzdeki gibi uzayı milyonlarca kilometre uzaklıklara dek gözlemleyecek teleskoplara, gelişmiş gözlem teknolojilerine, modern fizik ve astronomi bilgilerine sahip değildi. Dolayısıyla uzayın, ayette bildirildiği gibi, "özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış" olduğunu, o dönemde bilimsel olarak tespit edebilmek imkansızdı. Ancak o çağda indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de bu gerçek bizlere açıkça haber verilmiştir; çünkü Kuran, Allah'ın sözüdür.

Korunmuş Tavan

Kuran'da Allah, gökyüzünün ilginç bir özelliğine şöyle dikkat çeker:
Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.  (Enbiya Suresi, 32)
Gökyüzünün bu özelliği, 20. yüzyıldaki bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır.
Yerküremizi çepeçevre kuşatan atmosfer, canlılığın devamı için son derece hayati işlevleri yerine getirir. Dünyaya doğru yaklaşan irili ufaklı pek çok göktaşını eriterek yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller.
Atmosfer, bunun yanı sıra, uzaydan gelen ve canlılar için zararlı olan ışınları da filtre eder. İşin ilginç olan yanı, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, yani görünür ışık, kızıl ötesi ışınlar ve radyo dalgalarını geçirmesidir. Çünkü bunlar yaşam için gerekli ışınlardır. Atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole ışınları, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından yayılan şiddetli ultraviyole ışınlarının büyük bölümü, atmosferin ozon tabakasında süzülür ve Dünya yüzeyine yaşam için gerekli olan az bir kısmı ulaşır.
dünya, göktaşı
Bu temsili resimde de görüldüğü gibi göktaşları dünyamız için çok önemli bir tehlike olabilirdi. Ancak Allah kusursuz yaratışı ile atmosferi koruyucu bir tavan kılmıştır.
Atmosferin koruyucu özelliği bunlarla da kalmaz. Dünya, uzayın ortalama eksi 270 derecelik dondurucu soğuğundan yine atmosfer sayesinde korunur.
Dünya'yı zararlı etkilerden koruyan, yalnızca atmosfer değildir. Atmosferin yanı sıra "Van Allen Kuşakları" denilen ve dünyanın manyetik alanından kaynaklanan bir tabaka da, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneşten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle Güneş'te sık sık meydana gelen ve "parlama" adı verilen enerji patlamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, dünyadaki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir.
van allen, manyetik kuşak
1) Yerküre
2)ve 3) Dünyayı saran iki manyetik kuşak
4) Dünyamızı çevreleyen iki Van Allen kuşağında elektron ve proton gibi elektrik yüklü parçacıklar bulunur.Bunlar sarmal bir yörünge çizerek dönerler.
Van Allen kuşakları Dünya’nın manyetik alanından kaynaklanan bir tabakadır. Bu tabaka gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür.
Geçtiğimiz yıllarda tespit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima'ya atılanın benzeri 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusulaların ibrelerinde aşırı hareketler gözlenmiş, Dünya atmosferinin 250 km üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2500° C'ye yükselmiştir.
Kısacası, Dünya'nın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem işler. İşte Dünya göğünün bu koruyucu kalkan özelliğini Allah yüzyıllar öncesinden Kuran'da bizlere bildirmiştir.

Geri Döndüren Gök

Kuran-ı Kerim'de, Tarık Suresi'nin 11. ayetinde gökyüzünün "geri döndürücü" özelliğinden bahsedilir:
Dönüşlü olan göğe andolsun  (Tarık Suresi, 11)
Ayette "dönüşlü" olarak tercüme edilen kelime, "geri çeviren" ya da "geri döndüren" anlamına gelmektedir.
İlginç olan, gökyüzünün Kuran'da belirtilen bu özelliğinin, Kuran'ın indirilmesinden yüzyıllar sonra bilimsel olarak tespit edilmesidir.
Bilindiği gibi Dünya'yı çevreleyen atmosfer pek çok katmandan oluşur. Her katmanın canlılığın yararına yönelik önemli bir görevi vardır. İncelendiği zaman her tabakanın kendisine ulaşan madde ya da ışınları uzaya ya da yeryüzüne geri döndürme özellikleri olduğu anlaşılmıştır.
atmosfer, katmanlar
1- İyonosfer tabakası, belli bir merkezden yayınlanan radyo dalgalarını yeryüzüne geri yansıtarak bu yayınların uzak mesafelerden algılanması sağlar.
2- Ozonosfer tabakası ultraviyole gibi zararlı kozmik ışıkları uzaya geri döndürerek, bu ışınların yeryüzüne ulaşmasını ve canlılığa zarar vermesini engeller.
3- Troposfer tabakası okyanuslardan buharlaşan su buharını yoğunlaştırarak yeryüzüne yağmur olarak geri döndürür.
Örneğin 13 ile 15 km yükseklikteki Troposfer yeryüzünden yükselen su buharının yoğunlaşarak yağış olarak yere geri dönmesini sağlar.
25 km yükseklikteki Ozonosfer uzaydan gelen radyasyon ve zararlı ultraviyole ışınlarını yansıtarak yeryüzüne ulaşamadan uzaya geri dönmelerini sağlar.
İyonosfer tabakası da yeryüzünden yayınlanan radyo dalgalarını bir uydu gibi yeryüzünün farklı bölgelerine geri yansıtarak, telsiz konuşmalarının, radyo ve televizyon yayınlarının, uzak mesafelerden izlenebilmesini sağlar.
Atmosferin manyetosfer tabakası ise, Güneş'ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı radyoaktif parçacıkları, yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri döndürür.

Atmosferin Katmanları

Kuran ayetlerinde Allah'ın evren hakkında verdiği bilgilerden biri de gökyüzünün yedi kat olarak düzenlendiğidir:
Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Sonra göğe istiva edip de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 29)
Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi... Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti... ((Fussilet Suresi, 11-12)
Kuran'da gök kelimesi tüm evreni ifade etmek için kullanıldığı gibi, Dünya göğünü ifade etmek için de kullanılır. Kelimenin bu anlamı alındığında, Dünya göğünün, bir başka deyişle atmosferin 7 katmandan oluştuğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bugün Dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Üstelik ayette bildirildiği gibi, tam yedi temel katmandan...
Bilimsel bir kaynakta bu konu şöyle açıklanır:
Bilim adamları atmosferin birçok katmandan oluştuğunu keşfettiler. Katmanlar, basınçları ve bunları oluşturan gazların bileşimi gibi belirgin fiziksel özelliklerle birbirlerinden farklılaşırlar... Atmosferin Dünya'ya en yakın katmanı "TROPOSFER"dir. Atmosferin toplam kütlesinin %90'ını oluşturur... Troposfer'in üzerindeki katman "STRATOSFER" dir... Stratosfer'de ultraviyole ışınlarının emildiği katmana "OZONOSFER" adı verilir... Stratosfer'in üzerindeki tabakaya "MEZOSFER" adı verilir... Mezosfer'in üzerinde "TERMOSFER" yer alır... İyonize olmuş gazlar Termosfer'in içinde "İYONOSFER" adı verilen bir katman oluştururlar... Dünya atmosferinin en dış tabakası 450 km. den 960 km. ye uzanır. Bu katmana "EKZOSFER" adı verilir. 46
atmosfer, yedi katman
1-EKZOSFER 2-İYONOSFER 3-TERMOSFER 4-MEZOSFER 5-OZONOSFER 6-STRATOSFER 7-TROPOSFER A-BULUTLAR
Atmosfer, basınçları ve bunları oluşturan gazların bileşimi gibi belirgin fiziksel özelliklerle birbirlerinden farklılaşan 7 katmandan oluşmaktadır. Her katmanın ise yeryüzündeki canlılık için hayati önemi olan görevleri vardır.
MAVİ: ATMOSFER
KIRMIZI: DÜNYA
Bugün Dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Üstelik atmosfer aynen ayette bildirildiği gibi, tam yedi temel katmandan oluşmaktadır.
Bu kaynakta belirtilen katmanları saydığımızda atmosferin ayette bildirildiği gibi tam olarak 7 tabakadan oluştuğunu görürüz:
  1. TROPOSFER
  2. STRATOSFER
  3. OZONOSFER
  4. MEZOSFER
  5. TERMOSFER
  6. İYONOSFER
  7. EKZOSFER
Bu konuyla ilgili bir diğer önemli mucize de Fussilet Suresi'nin 12. ayetinde geçen "her bir göğe emrini vahyetti" ifadesinde yer almaktadır. Yani Allah'ın her tabakayı belli bir görevle görevlendirdiği belirtilmektedir. Gerçekten, daha önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, yukarıda saydığımız tabakaların her birinin insanların ve yeryüzündeki tüm canlıların yararı açısından çok hayati görevleri vardır. Yağmurların oluşmasından, zararlı ışınların engellenmesine, radyo dalgalarının yansıtılmasından, gök taşlarının zararsız hale getirilmesine kadar her tabakanın kendine özgü belirli bir işlevi bulunmaktadır.
20. yüzyıl teknolojisi olmadan tespit edilmesi hiçbir biçimde mümkün olmayan bu bilgilerin 1400 yüzyıl önce indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de açıkça bildirilmesi ise, çok büyük bir mucizedir.

Dağların Görevi

Kuran'da dağların önemli bir jeolojik işlevine dikkat çekilmektedir:
Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık... (Enbiya Suresi, 31)
Dikkat edilirse ayette, dağların yeryüzündeki sarsıntıları önleyici bir özelliği olduğu haber verilmektedir.
Kuran indirildiği dönemde hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu gerçek, modern jeolojinin bulguları sonucunda ortaya çıkmıştır. Jeolojik bulgulara göre, dağlar, yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda meydana gelir.
dağ, manzara
Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?  ((Nebe Suresi, 6-7)
İki tabaka çarpıştığı zaman daha dayanıklı olanı ötekinin altına girer. Üstte kalan tabaka kıvrılarak yükselir ve dağları meydana getirir. Altta kalan tabaka ise yeraltında ilerleyerek aşağıya doğru derin bir uzantı meydana getirir. Yani dağların yeryüzünde gördüğümüz kütleleri kadar, yeraltına doğru ilerleyen bir uzantıları daha vardır.
Bu şekilde dağlar, yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında yerüstüne ve yeraltına doğru uzanarak bu tabakaları birbirine perçinler. Bu şekilde, yer kabuğunu sabitleyerek mağma tabakası üzerinde ya da kendi tabakaları arasında kaymasını engeller. Kısacası dağları, tahtaları birarada tutan çivilere benzetebiliriz.
Bir başka ayette de Allah dağların bu işlevine, "kazık"lara benzetme yapılarak şöyle dikkat çeker:
Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık? (Nebe Suresi, 6-7)
Dağların bu sabitleyici özelliği bilimsel literatürde "izostasi" terimiyle tanımlanır. İzostasi'nin kelime anlamı şöyledir:
İzostasi: ... Jeolojide, dağların dünya yüzeyinin altında oluşturdukları yerçekimsel kuvvet sayesinde yer kabuğunun genel dengesinin sağlanması. 47
Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda keşfedilen dağların çok hayati bir işlevi, yüzyıllar önce indirilmiş Kuran-ı Kerim'de Allah'ın yaratmasındaki üstün hikmete bir örnek olarak bildirilmiştir. Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:
Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı...  (Lokman Suresi, 10)

dağlar, dağ kökleri
OKYANUS
TORTU
OKYANUS
Kıtasal Kabuk
Çekirdek kabuğu ile yer kabuğu arasındaki aralık
Çekirdek kabuğu
Yatay uzaklık ölçeklendirilmemiştir.
Dağların toprak seviyesinin oldukça derinlerinde kökleri vardır. (EARTH, Press and Siever, Sayfa 413 )

dağ kökleri, şematik kesit
Britanya Adaları
Kuzey Almanya
Alpler
Avrupa
Rus Seti
Kafkaslar
Şematik kesit.Kazık şeklindeki dağların toprağın içerisine iyice yerleşmiş kökleri vardır. (Anatomy of the Earth, Cailleux, s.220) )

dağların derin kökleri, kazık
Dağ silsilesi
Erozyon
Çökelti
Deniz seviyesi
Çekirdek kabuğu
Dağ kökü
Dağların derin kökleri dolayısıyla şekil olarak kazıklara benzediklerini gösteren diğer bir resim (EARTH SCIENCE, Tarbuck and Lutgens, s. 158 )

Parmak İzi

Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özelikle parmak uçlarına dikkat çekilir:
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz.  (Kıyamet Suresi, 3-4)
Parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü tüm insanların parmak izi, tamamen kendilerine özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan her insanın parmak izi birbirinden farklıdır. Dahası, tarih boyunca yaşamış insanlarınki de birbirlerinden farklıdır.
İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve tüm dünyada bu amaçla kullanılmaktadır.
Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir.
parmak izi, kimlik
1-Ölü keratin hücresi 2-Canlı hücre 3-Sinir ucu 4-Sinir 5-Kılcal damar 6-Lenf damarları 7-Kas 8-Ter bezi 9-Yağ hücresi 10-Kıl kökü 11-Alt deri12-Üst deri 13-Kıl 14-Ter bezi gözeneği
Resimde görüldüğü gibi herkeste farklı şekillere sahip olan parmak izi, tüm insanlarda aynı yapıdan meydana gelmektedir.

Dağların Hareket Etmesi

Bir ayette dağların göründükleri gibi sabit olmadıkları, sürekli hareket halinde bulundukları bildirilmektedir:
Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler.  (Neml Suresi, 88)
Dağların bu hareketi, üzerinde bulundukları yer kabuğunun hareketinden kaynaklanır. Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde adeta yüzer gibi hareket etmektedir. İlk olarak bu yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli Alman bir bilim adamı, yeryüzündeki kıtaların dünyanın ilk dönemlerinde birarada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştü.
Ancak jeologlar, Wegener'in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980'li yıllarda anlayabildiler. Wegener'in, 1915 yılında yayınladığı bir makalede belirtmiş olduğu gibi yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500 milyon yıl önce birbirlerine bağlılardı ve Pangaea ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu'nda bulunuyordu.
Yaklaşık 180 milyon yıl önce Pangaea ikiye ayrıldı. Farklı yönlere sürüklenen bu iki dev kıtadan birincisi Afrika, Avustralya, Antartika ve Hindistan'ı kapsayan Gondwana idi. İkincisi ise, Avrupa, Kuzey Amerika ve Hindistan'sız Asya'dan oluşan Laurasia idi. Bu bölünmeyi izleyen yaklaşık 150 milyon yıl içindeki çeşitli zamanlarda Gondwana ve Laurasia daha küçük parçalara ayrıldılar.
İşte Pangaea'nın parçalanmasıyla ortaya çıkan bu kıtalar sürekli olarak kara ve deniz arasındaki dağılımı değiştirerek, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde sürüklenmektedirler.
KITALARIN HAREKETLERİ
kıtaların hareketleri, kıtalar
200 MİLYON YIL ÖNCE
135 MİLYON YIL ÖNCE
65 MİLYON YIL ÖNCE
GÜNÜMÜZ
50 MİLYON YIL SONRAKİ BATI YARIM KÜRE
50 MİLYON YIL SONRAKİ DOĞU YARIM KÜRE
Soldaki şekillerde kıtaların geçmişteki konumları görülmektedir. Eğer kıtaların hareketlerinin bu şekilde devam edeceklerini farz edersek milyonlarca yıl sonra bulunmaları gereken konumlar ise sağda gösterilmiştir
20. yüzyılın başlarında yapılan jeolojik araştırmalar sonucunda keşfedilen yer kabuğunun bu hareketi bilimsel kaynaklarda şöyle açıklanmaktadır:
Yerkabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km. kalınlığındaki dünya yüzeyi "tabaka" adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. "Tabaka tektoniği" adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak dünya üzerinde hareket ederler... Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm. civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir.48
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Allah dağların hareketini ayette "sürüklenme" olarak bildirmiştir. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de "Continental Drift" yani "Kıtasal Sürüklenme"dir. 49
Bilimin çok yeni keşfettiği bu bilimsel gerçeğin, Kuran'da bildirilmiş olması kuşkusuz Kuran'ın mucizelerinden biridir.

Aşılayıcı Rüzgarlar

Kuran'ın bir ayetinde rüzgarların "aşılama" özelliğine ve bunun sonucunda yağmurun oluştuğuna dikkat çekilir:
Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık.  (Hicr Suresi, 22)
Ayette, yağmur oluşumundaki ilk aşamanın  rüzgarlar olduğuna dikkat çekilmektedir. Oysa bu yüzyılın başlarına kadar, rüzgarla yağmurun yağması arasında bir bağlantı bulunduğu bilinmiyordu. Rüzgarların yağmurun oluşumunda önemli bir "aşılayıcı" rol oynadıkları, modern meteorolojik çalışmalarla fark edildi.
Rüzgarların bu aşılama özelliği şöyle gerçekleşir:
Okyanusların ve denizlerin yüzeyinde, köpüklenme nedeniyle her an sayısız hava kabarcığı oluşmaktadır. Bu kabarcıklar patladıkları anda, milimetrenin 100'de biri çapındaki binlerce parçacığı havaya fırlatırlar. "Aerosol" adı verilen bu parçacıklar, rüzgarlar sayesinde karalardan gelen tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına taşınır. Rüzgarların bu şekilde yükseklere taşıdığı parçacıklar, burada su buharı ile temas eder. Su buharı da bu parçacıkların etrafına toplanarak yoğunlaşır ve su damlacıklarına dönüşür. Bu su damlacıkları önce biraraya gelerek bulutları oluşturur, bir süre sonra da yağmur olarak yeryüzüne iner.
Görüldüğü gibi rüzgarlar, havada serbest halde bulunan su buharını denizlerden taşıdıkları parçacıklarla "aşılamakta" ve böylece yağmur bulutlarının oluşumunu sağlamaktadır.
Eğer rüzgarların bu özelliği olmasa, yüksek atmosferdeki su damlacıkları hiçbir zaman oluşamayacak ve yağmur diye birşey de olmayacaktı.
aşılayıcı rüzgarlar, tohum
Bu yüzyılın başlarına kadar, rüzgarla yağmurun yağması arasında bir bağlantı bulunduğu bilinmiyordu. Bitkilerin tohumlarının yayılmasında önemli rol oynayan rüzgarların yağmurun oluşumunda da "aşılayıcı" rol oynadıkları, modern meteorolojik çalışmalarla fark edildi.
Burada önemli olan nokta ise, rüzgarların yağmur oluşumundaki bu kritik görevinin asırlar önce Kuran ayetinde bildirilmiş olmasıdır. Hem de insanların doğa olayları hakkında hemen hiçbir şey bilmedikleri bir devirde...

Yağmurdaki Ölçü

Kuran'da yağmur hakkında verilen bir diğer bilgi ise, yağmurun belli bir ölçü ile indirildiğidir. Zuhruf Suresi'nde şöyle buyrulur:
Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi ‘diriltti (ve her yanına hayat) yaydı'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız.  (Zuhruf Suresi, 11)
Yağmurdaki bu ölçü de, yine çağımızdaki araştırmalarla tespit edilmiştir. Ölçümlere göre, yeryüzünden bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 513 trilyon ton suya ulaşır. Bu, aynı zamanda bir yılda dünyaya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, "bir ölçüye göre" dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez.
yağmur, ölçü
Eğer bu miktarda küçük bir değişiklik bile olsa, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran'da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder.
su, döngü, su döngüsü
Yeryüzünde su, sürekli bir denge içinde, "bir ölçüye göre" dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır.

Denizlerin Birbirine Karışmaması

Denizlerin, araştırmacılar tarafından çok yakın bir geçmişte tespit edilen bir özelliği, Kuran'ın bir ayetinde şöyle bildirilir:
Birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler.  (Rahman Suresi, 19-20)
Birbirine açılan, fakat suları kesinlikle birbiriyle karışmayan denizlerin ayette bildirilen bu özelliği, okyanus bilimciler tarafından çok yakın bir zaman önce keşfedilmiştir. "Yüzey gerilimi" adı verilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle, komşu denizlerin sularının karışmadığı ortaya çıkmıştır. Denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, adeta bir duvar gibi sularının birbirine karışmasını engeller.
cebelitarık boğazı, atlas okyanusu
Atlas Okyanusu
Akdeniz
 
 Derinlik (metreler)
Atlas Okyanusu suyu ‰ 36.0 dan daha düşük tuzluluk oranı
Akdeniz'in suyu
‰ 36.5'dan daha yüksek tuzluluk oranı
Cebelitarık Boğazı
Akdeniz'in suyu, Cebelitarık Boğazı'nda Atlas Okyanusu ile karşılaşır. Ama bu karşılaşma sonucu kendi sıcaklık, tuzluluk ve yoğunluk özellikleri değişmez. Çünkü iki deniz arasında bir sınır vardır.
Elbette ki işin ilginç yanı, insanların, ne fizikten, ne yüzey geriliminden, ne de okyanus biliminden haberdar olmadıkları bir devirde bu gerçeğin Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
iki deniz, sınır, Akdeniz, Cebelitarık boğazı
Bu denizlerde büyük dalgalar, güçlü akıntılar ve gel-gitler olmasına rağmen deniz suları birbirlerine karışmazlar ya da bu sınırı aşmazlar. Bilimin çok yakın geçmişte keşfettiği bu gerçek 14 asır önce Kuran’ın Rahman Suresi’nde haber verilmiştir.

Bebeğin Cinsiyeti

Yakın bir zamana kadar, insanlar, bebeğin cinsiyetinin anne hücreleri tarafından belirlendiğini sanıyordu. Ya da en azından, anne ve babadan gelen hücrelerin birlikte cinsiyet belirledikleri zannediliyordu. Ancak Kuran'da bu konuda farklı bir bilgi verilmiş ve erkeklik ve dişiliğin, "rahme dökülen meniden" yaratıldığı bildirilmiştir:
Rahime dökülen meniden erkek ve dişi iki çifti O yarattı... (Necm Suresi, 45-46)
Allah'ın Kuran'da verdiği bu bilginin doğruluğu, genetik ve mikrobiyoloji bilimlerinin gelişmesiyle birlikte bilimsel olarak da ispatlandı. Cinsiyetin tümüyle erkekten gelen sperm hücreleri tarafından belirlendiği, kadının ise bu işte hiçbir rolü olmadığı anlaşıldı.
sperm, yaratılış
Erkeklik ve dişiliğin,"rahme dökülen meniden" yaratıldığını Allah Kuran'da bildirmiştir. Oysa yakın zamana kadar cinsiyetin anne hücreleri tarafından belirlendiği sanılıyordu. Kuran'da verilen bu bilgiyi bilim 20. yüzyılda keşfetmiştir.
Cinsiyet belirlenmesindeki etken, kromozomlardır. İnsan yapısını belirleyen 46 kromozomdan iki tanesi cinsiyet kromozomu olarak adlandırılır. Bu iki kromozom erkekte XY, kadında ise XX olarak tanımlanır. Bunun sebebi bu kromozomların bu harflere benzemesidir. Y kromozomu erkeklik, X kromozomu ise kadınlık genlerini taşır.
Bir insanın oluşması, erkek ve kadında çiftler halinde yer alan bu kromozomların birer tanesinin birleşmesi ile başlar. Kadında yumurtlama sırasında ikiye ayrılan eşey hücresinin her iki parçası da X kromozomu taşır. Oysa erkekte ikiye ayrılan eşey hücresi, X ve Y kromozomları içeren iki farklı sperm meydana getirir. Kadında bulunan X kromozomu, eğer erkekteki X kromozomu içeren spermle birleşirse doğacak bebek kız olacaktır. Eğer Y kromozomu içeren spermle birleşirse, bu kez doğacak çocuk erkek olur.
Yani doğacak çocuğun cinsiyeti, erkekteki kromozomlardan hangisinin kadının yumurtasıyla birleşeceğine bağlıdır.
Kuşkusuz genetik bilimi ortaya çıkıncaya dek, yani 20. yüzyıla kadar bunların hiçbiri bilinmiyordu. Aksine pek çok kültürde, doğacak çocuğun cinsiyetinin kadın bedeni tarafından belirlendiği inancı yaygındı. Hatta bu nedenle kız çocuk doğuran kadınlar kınanırdı.
Oysa Kuran'da, insanlara genlerin keşfinden 13 yüzyıl önce bu batıl inanışı reddeden bir bilgi verilmiş, cinsiyetin kökeninin kadın değil, erkekten gelen meni olduğu bildirilmiştir.
kromozom, cinsiyet
Cinsiyetin belirlenmesindeki etken, kromozomlardır.
embriyo, alak
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, İnsanı bir 'alak'tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.  (Alak Suresi, 1-3 )
sperm, meni, rahim
Resimde rahme dökülen
meni görülmektedir...

Rahme Asılıp Tutunan "Alak"

alak
Allah'ın insanın oluşumu hakkında verdiği bilgileri incelemeye devam ettiğimizde, yine çok önemli bazı bilimsel mucizelerle karşılaşırız.
Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta birleştiğinde, doğacak bebeğin ilk özü de oluşmuş olur. Biyolojide "zigot" olarak tanımlanan bu tek hücre, hiç vakit kaybetmeden bölünerek çoğalacak ve giderek küçük bir "et parçası" haline gelecektir.
Ancak zigot bu büyümesini boşlukta gerçekleştirmez. Rahim duvarına asılıp tutunur. Sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yerleşen kökler gibi, buraya yapışır. Bu bağ sayesinde de, gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan emebilir.
İşte burada çok önemli bir Kuran mucizesi ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da, anne rahmine tutunarak gelişmeye başlayan zigottan söz ederken, "alak" kelimesini kullanmaktadır:
"Alak" kelimesinin Arapçadaki anlamı ise, "bir yere asılıp tutunan şey" demektir. Hatta kelime asıl olarak deriye yapışarak oradan kan emen sülükler için kullanılır.
Kuşkusuz, anne karnında gelişmekte olan zigotun bu özelliğini işaret eden bir kelimenin kullanılması, Kuran'ı  alemlerin Rabbi olan Allah'ın indirdiğini bir kez daha ispatlamaktadır.

Kemiklerin Kasla Sarılması

Kuran ayetlerinde bildirilen bir diğer önemli bilgi ise, insanın anne rahmindeki oluşum aşamalarıdır. Ayetlerde, anne karnında önce kemiklerin oluştuğu, daha sonra ise kasların ortaya çıkarak bu kemikleri sardığı haber verilmektedir:
Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) olarak yarattık; ardından o alak'ı bir çiğnem et parçası olarak yattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarttık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir.  (Müminun Suresi,14)
alak, bebek, cenin, insanın yaratılışı
"Böylece kemiklere de et giydirdik..." (Mü'minun Suresi,14)
Anne karnındaki gelişimi inceleyen bilim dalı embriyolojidir. Ve embriyoloji alanında, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılmıştır. Bu yüzden bazı kimseler uzun bir süre bu ayetlerin bilime ters düştüğünü iddia etmiştir. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler, Kuran'da bildirilenlerin harfiyen doğru olduğunu ortaya koymuştur.
Bu mikroskobik incelemeler göstermektedir ki, anne karnında, tam ayetlerde tarif edildiği gibi bir gelişme gerçekleşir. Önce embriyodaki kıkırdak doku kemikleşir. Daha sonra ise kas hücreleri kemiklerin etrafındaki dokudan seçilerek biraraya gelir ve bu kemikleri sarar.
Bu durum, "Developing Human" yani "Gelişen İnsan" adlı  bilimsel bir yayında şöyle tarif edilmektedir:
6. haftada kıkırdaklaşmanın devamı olarak ilk kemikleşme köprücük kemiğinde ortaya çıkar. 7. hafta sonunda uzun kemiklerde de kemikleşme başlamıştır. Kemikler oluşmaya devam ederken kas hücreleri kemiği çevreleyen dokudan seçilerek kas kitlesini meydana getirirler. Kas dokusu bu şekilde kemiğin etrafında ön ve arka kas gruplarına ayrışır. 50
Kısacası insanın Kuran'da tarif edilen oluşum aşamaları, modern embriyolojinin bulgularıyla tam bir uyum içindedir.

Bebeğin Rahimdeki Üç Evresi

Kuran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir:
... Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka İlah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz? (Zümer Suresi, 6)
Dikkat edilirse, ayette, insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı evrede meydana geldiğine işaret edilmektedir.
Gerçekten de bugün modern biyoloji, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin üç farklı devrede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Örneğin, embriyoloji hakkında temel başvuru kitaplarından biri olan Basic Human Embryology isimli kaynakta bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:
Rahimdeki hayat 3 EVREDEN oluşur; preembriyonik (ilk 2,5 hafta), embriyonik (8. haftanın sonuna kadar), ve fetal (8. haftadan doğuma kadar).51
Tıp dilinde "trimester" yani "üç dönem" olarak da tanımlanan bu evreler bebeğin farklı gelişim aşamalarını içerir. Bu üç gelişim safhasının belli başlı özellikleri kısaca şöyledir:
- Preembriyonik evre:
Yaygın olarak "1. trimester" olarak anılan bu ilk evrede zigot bölünerek çoğalır, bir hücre kitlesi haline geldikten sonra kendini rahim duvarına gömer. Hücreler çoğalmaya devam ederken 3 tabaka halinde organize olurlar.
- Embriyonik evre:
"2. trimester" olarak da tanımlanan ikinci evre toplam 5,5 hafta sürer ve bu süre boyunca canlı "embriyo" olarak adlandırılır. Bu evrede hücre tabakalarından bedenin temel organ ve sistemleri ortaya çıkar.
cenin, embriyo, insanın yaratılışı
Zümer Suresi'nin 6. ayetinde insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı evrede meydana geldiğine işaret edilmektedir. Gerçekten de bugün modern biyoloji, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin iç farklı devrede gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
- Fetal evre:
Gebeliğin "3. trimesteri" olarak adlandırılan döneme girildiğinde embriyo artık "fetus" diye adlandırılır. Bu dönem gebeliğin sekizinci haftasından itibaren başlar ve doğuma dek sürer. Bir önceki dönemden ayırt edici özelliği yüzü, elleri ve ayaklarıyla belirgin, insan dış görünümüne sahip bir canlı olmasıdır. Dönemin başında 3 cm. boyunda olmasına rağmen tüm organları ortaya çıkmıştır. Bu 30 haftalık dönemin özelliği doğum haftasına dek fetusta büyüme ve orantılarında değişmedir.
Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilmiştir. Ancak görüldüğü gibi bu bilgiler de, diğer pek çok bilimsel gerçek gibi, mucizevi bir biçimde Kuran ayetlerinde haber verilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kuran'da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgiler verilmiş olması, elbette Kuran'ın Allah Kelamı olduğunun açık bir delilidir.
Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır." (Lokman Suresi,14)

Anne Sütü

Anne sütü, bebeğin besin ihtiyaçlarını eksiksiz olarak gidermek ve bebeği olası enfeksiyonlara karşı korumak üzere Allah'ın yarattığı eşsiz bir karışımdır. Günümüz teknolojisi ile hazırlanan bebek mamaları dahi bu mucizevi besinin yerini tutamamaktadır.
Anne sütünün bebeğe olan faydaları her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bilimin anne sütü ile ilgili yeni keşfettiği gerçeklerden biri ise bebeğin anne sütü ile 2 yıl boyunca beslenmesinin son derece faydalı olduğudur. Bilimin yeni keşfettiği bu önemli bilgiyi Allah bizlere "…Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir..." ayetiyle 14 asır önce bildirmiştir.

Sonuç

İncelediğimiz tüm bilgiler, bizlere açık bir gerçeği göstermektedir: Kuran öyle bir kitaptır ki, içinde verilen haberlerin hepsi doğru çıkmış, o dönemde hiçbir insan tarafından bilinemeyecek gerçekler ayetlerde haber verilmiştir. Elbette ki bu durum, Kuran'ın bir insan sözü olmadığının apaçık bir ispatıdır. Kuran, herşeyi yoktan var eden ve ilmiyle tüm varlıkları kuşatan Yüce Allah'ın sözüdür.
Allah bir ayetinde, Kuran'la ilgili olarak, "eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok çelişkiler bulacaklardı"  (Nisa Suresi, 82) buyurmaktadır. Kuran'da hiçbir çelişki olmadığı gibi, içinde yer alan her bilgi, gün geçtikçe bu İlahi Kitab'ın yeni mucizelerini ortaya koymaktadır. İnsana düşen ise, Allah'ın indirdiği bu İlahi Kitab'a sarılmak ve onu kendisine yol gösterici olarak kabul etmektir. Allah, bir ayetinde bizlere şöyle buyurmaktadır:
Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır. Şu halde O'na uyun ve korkup-sakının.Umulur ki esirgenirsiniz.(Enam Suresi, 155)