7 Mayıs 2013 Salı

İnsan Mucizesi


Giriş: İnsan Vücudunda Kısa Bir Yolculuk

Bu kitapta insan vücudundaki bazı sistemlerin nasıl çalıştığı anlatılmakta, bu sistemlerin parçalarından örnekler verilmektedir. Ancak insan bedeni ile ilgili yazılmış birçok kitaptan farklı olarak bu kitapta sıklıkla vurgulanan bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Burada bilgiler detaya inilerek incelenmekte, insan bedeninin her milimetrekaresindeki ince tasarıma dikkat çekilmekte, bedenin derinliklerinde mucizevi işlemler gerçekleştiren hücreler, dokular, moleküller ve salgılar ön plana çıkarılmaktadır.
Ayrıca kitapta zaman zaman konularla ilgili teknik bilgiler de verilmektedir. Bundaki amaç insanın kendi bedenindeki kompleks yapıyı daha iyi anlamasını sağlamaktır. Ve insanın kendi bedeninde gerçekleşen olaylara ülfetsiz bakmasını sağlamak, okuyucuyu derin düşünmeye teşvik etmektir.
Bunu sağlamak için kitabı okurken öncelikle kendi bedeninizin içinde bir yolculuğa çıktığınızı düşünün. Bu yolculukta sizi akılalmaz sürprizler beklemektedir. Kalbinizin içinde bir jeneratör bulunduğunu, bu jeneratör devreden çıktığı anda yedek bir jeneratörün devreye girdiğini göreceksiniz. İnce bağırsağınızda bulunan hücrelerin, önlerinden geçen yüzlerce farklı madde arasından demir atomunu tanıyabildiklerine ve yakaladıklarına şahit olacaksınız. Baş bölgenizde bulunan hormonal bir bezde üretilen hormon molekülünün, uzun bir yolculuk sonucunda çok uzakta bulunan hedefine -örneğin böbreğinize- ulaştığını ve burada bulunan hücrelere ne yapmaları gerektiğini emrettiğini göreceksiniz. Bu yolculuk sırasında doğduğunuz günden beri "benim bedenim", "bana ait" diye sahip çıktığınız  kendi vücudunuzun içinde, derinizin hemen birkaç milim altından başlayarak derinliklere kadar her noktada gerçekleşen mucizevi olaylara şahit olacaksınız.
İnsan bedeni, bu açıdan bakıldığında, kendi içinde apayrı bir "alem", apayrı bir "şehir" gibidir. Bu şehrin içinde ulaşım yolları, binalar, fabrikalar, alt yapı sistemi, en üstün teknolojilerden daha üstün teknolojiye sahip cihazlar, kendisinden hiç beklenmeyecek şekilde şuur gösteren, konusunda uzmanlaşmış elemanlar (hücreler, hormonlar, salgı bezleri), tam teçhizatlı askerler ve daha birçoğu mevcuttur. Üstelik bu "alem" yalnızca sizin bedeninizin içinde değildir. Çevrenizde gördüğünüz her insan, anneniz, babanız, kardeşiniz, dostlarınız, çalışma arkadaşlarınız, sokakta yanından geçtiğiniz insanlar, televizyonda izlediğiniz oyuncular kısacası yeryüzünde şu an yaşamakta olan milyarlarca insan, bu mucizevi "alem"e sahiptir. Aynı şekilde bundan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış olan; milattan önceki dönemlerde yeryüzünde bulunan, hatta ilk insan var olduğundan beri yaşamış olan tüm insanlar da bu kusursuz "alem"e sahiptiler. Tıpkı günümüzde yaşayan insanlar gibi geçmişte yaşayan insanların da vücutlarında kusursuz sistemleri, şuur gösterileri sergileyen trilyonlarca hücreleri, karar alma mekanizmasına sahip salgı bezleri, üstün teknolojiye sahip organları vardı.
Bu küçük "alem" içinde gerçekleşen olayları düşünmek ve bu şekilde değerlendirmek son derece önemlidir. Çünkü bunu düşünmeye başlayan insan, büyük bir büyüden kurtulmada ilk adımı atmış olacaktır. Kendi bedeninde -örneğin kendi kalbinde- var olan sistemlerin mükemmelliğini bilen ve bu sistemin tasarımındaki aklı kavrayan bir insana"kalp tesadüfen bu özellikleri kazanmıştır" diyerek evrimci masallar anlatmak mümkün değildir artık. Bu insan, şuursuz atomların biraraya gelmesiyle oluşan hücrelerinin, tüm bunları kendi kendilerine yapamayacağını bilecek ve hücrelerinin sergiledikleri aklın kime ait olduğu sorusunun cevabını bulmaya çalışacaktır.
Kendisi de et olan midenin, etleri sindiren asitler salgılarken kendi kendisini sindirmemesi için özel bir sistemin kurulu olduğundan haberdar olan, eli kesildiğinde kanının pıhtılaşması için en az 20 enzimin çok özel bir planlama içinde harekete geçtiğini, bu sırada gerçekleşen işlemlerin sıralamasında bir karışıklık ya da eksiklik olmaması gerektiğini bilen bir insan, bunların hiçbirinin evrimcilerin iddia ettikleri gibi zaman içinde kademe kademe oluşamayacağını da kendisi düşünerek bulacaktır.
Derin düşünen insan küçük bir alem olan bedeninin bir Yaratıcısı olduğunu kavrayacak ve okuduğu bilgileri Yaratıcısını tanımak için birer yol olarak kabul edecektir. Vücut içindeki sistemlerde var olan düzeni, her noktada sergilenen üstün tasarımı gören her insan benzeri olmayan bir güç sahibinin, üstün bir aklın insan bedenini yarattığını açıkça görecektir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır. Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde O’nun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. Sizi diri tutan, sonra öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur. Gerçekten insan pek nankördür. (Hac Suresi, 64-66)
Kitap boyunca verilecek örneklerde de açıkça görüleceği gibi, insan bedenindeki yaklaşık 100 trilyon hücrenin, salgı bezlerinin, birçok organın, dokunun sahibi ve Yaratıcısı, üstün kudret sahibi olan Allah'tır. Allah insanı sahip olduğu tüm parçalarla birlikte bir bütün olarak yaratmıştır, kendisini tanıyıp bilmesi için de delillerini göstermiştir. Rabbimizin Kuran'da bildirdiği gibi;
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
O halde bütün bunlardan haberdar olan insan, Allah'ın kendisi üzerindeki nimetlerinin farkına varmalıdır. Yaşamını yalnızca Allah'ı hoşnut edecek şekilde düzenlemeli; her sabah kalktığında kendisine verilmiş olan yeni günün ve sahip olduğu bedenin, Allah'tan bir lütuf olduğunu bilmeli ve sürekli şükretmelidir.
Bana ne oluyor ki, beni Yaratan’a kulluk etmeyecekmişimş Siz O'na döndürüleceksiniz. Ben, O'ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.  (Yasin Suresi, 22-23)

Akıllı Tasarım Yani Yaratılış:

Allah'ın yaratmak için tasarım yapmaya ihtiyacı yoktur...
Kitapta yer verilen "tasarım" ifadesinin doğru anlaşılması oldukça önemlidir. Allah'ın kusursuz bir tasarım yaratmış olması, Rabbimiz'in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı anlamına gelmez. Bilinmelidir ki, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ın yaratmak için herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı yoktur. Allah'ın tasarlaması ve yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden münezzehtir.
Allah'ın, bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca "Ol!" demesi yeterlidir.
Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin Suresi, 82)
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)

Vücuttaki Taşıma Ağı:
Dolaşım Sistemi 

İnsan vücudundaki işlemlerin çok büyük bir bölümü, dolaşım sisteminin birbiriyle bağlantılı ve son derece kompleks yapısı sayesinde gerçekleşir. Dolaşım sistemi, insan vücudunda bulunan yaklaşık 100 trilyon hücreyi tek tek dolaşarak besleyen bir damarlar ağıdır. Bu bölümde, kalp, damarlar ve kan gibi daha birçok parçadan oluşan bu kompleks sistemle ilgili üzerinde düşünülmesi gereken konulara değineceğiz.

Vücudumuzun İçinde Akan Yaşam Nehri: Kan

Bütün canlılarda hücrelere besin taşınması, atık maddelerin vücuttan uzaklaştırılması ve solunum gazlarının hücrelere ulaştırılması gibi ihtiyaçlar, dolaşım sistemiyle taşınan maddeler aracılığı ile karşılanır. İnsanlarda bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren sıvı ise "kan"dır. Ayak parmağınızın ucundaki bir deri hücresinden, gözünüzde  bulunan özel bir dokunun hücresine kadar vücudunuzda bulunan bütün hücreler kana muhtaçtırlar.
Kan
Kan hücreleri damarlar vasıtasıyla tüm vücudu dolaşır.
Kan, vücudu bir ulaşım ağı gibi saran damarlar içinde akar ve insan vücudunun her noktasını ziyaret eden uçsuz bucaksız bir nehre benzer. Bu nehir, vücuttaki yolculuğu sırasında hücrelerin ihtiyacı olan maddeleri paketler halinde taşır. Nehrin taşıdığı bu paketleri bir kargo paketi olarak nitelendirecek olursak, bu paketlerde yiyecek, su ve bazı kimyasal maddeler bulunur. Ulaştırılması gereken en acil paket ise oksijendir. Çünkü hücreler oksijensiz kalırlarsa kısa bir süre içinde ölürler. Ancak vücutta kurulmuş olan kusursuz sistem sayesinde paketlerin tümü hücrelere tam zamanında taşınır ve hep doğru adreslere teslim edilir.
İnsan günlük hayatında vücudundaki bu nehrin akışını hiç hissetmez. Ancak insan vücudu o kadar mükemmel bir sanatla tasarlanmıştır ki, bedenin her noktası damarlarla kaplı olduğu halde, dışardan bakıldığında bu damarlar belli olmaz. Çünkü insan vücudunu kaplayan 2 mm. kalınlığındaki deri tabakası damarları ustalıkla gizler.1 Bu tabaka aslında o kadar incedir ki, deride meydana gelen en küçük bir çizik bile kanın dışarı sızmasına neden olur. Eğer damarlar, incecik ve estetik bir deri ile gizlenmeselerdi, kuşkusuz dünyanın en güzel insanı dahi yüzüne bakılamayacak kadar çirkin ve itici bir görüntüye sahip olurdu. 
Kanın vücut içinde çok fazla görevi vardır. Atıkların ve zehirlerin karaciğere taşınması, savunmaya destek olma, bir klima cihazı gibi vücut ısısının ayarlanması ve besinlerin ilgili yerlere ulaştırılması gibi pek çok hayati görev kan vasıtasıyla yerine getirilir. Vücut içindeki haberleşmenin tamamına yakın bir bölümü de kan tarafından sağlanır.

Kanın Hayati Görevleri ve Taklit Edilemeyen Özellikleri

1. Taşıma Sorumlusu


Kan dolaşımı
Damarlarda hareket eden kan hücreleri
İnsan Vücudu
Vücudumuzdaki bütün hayati işlemler dolaşım sistemi sayesinde gerçekleşir. Resimde gördüğünüz damarlar ağı sayesinde görür, duyar, nefes alır, yürür kısacası yaşamımızı sürdürürüz.
Vücudunuzun ihtiyacı olan her türlü madde kan vasıtasıyla ilgili organlara taşınır. Glikoz, aminoasit, vitamin, mineral gibi besinler ve en önemlisi oksijen bunlardan bazılarıdır.  Ayrıca kan, hücrelerin atıklarını toplayan bir çöp ünitesi gibidir. Vücutta bulunan yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinin günlük olarak gerçekleştirdiği işlemler sonucunda bazı atıklar ortaya çıkar. Karbondioksit, üre gibi vücut için zararlı olan bu atık maddelerin hücrelerden uzaklaştırılarak vücuttan atılması da kan vasıtasıyla gerçekleşir. Kan atık maddeleri böbreklere taşır ve bu maddeler böbreklerde temizlenir. Hücrelerde üretilen zehirli karbondioksit gazı ise yine kan tarafından akciğerlere taşınır ve burada vücuttan atılır.

Bu işlemleri gerçekleştiren ise, bilinçsiz kan hücreleridir. Ancak bu hücreler, son derece bilinçli bir şekilde, kanda taşınan atık maddeleri ve yararlı maddeleri birbirlerinden ayırt edebilmekte, ve hangisinin nereye bırakılacağını çok iyi bilmektedirler. Örneğin hiçbir zaman zehirli gazları böbreklere veya atık maddeleri akciğere taşımazlar. Ya da, besin ihtiyacı olan bir organa atık maddeleri götürmezler. Kuşkusuz, böyle bir şaşkınlık, o insanın ölümüne dahi sebep olabilecek kadar ciddi bir hata olurdu. Kan hücrelerinin, hiçbir şaşırma, karıştırma, aksatma ve hata olmadan, son derece bilinçli bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri; onların kontrol edilip düzenlendiğini, organize edildiğini göstermektedir. Bunu yapan, insanın kendisi değildir ve olamaz da. Çünkü insan bu işlemlerin herhangi birinden haberdar olmadan bir ömür sürer.  Ancak dolaşım sistemi yine de kusursuzca işlemeye devam eder.
Kan hücrelerinin, bu ayrıştırma, seçme ve karar verme yeteneklerini tesadüfen kazanmış olduklarını, bunları kendi iradeleriyle gerçekleştirdiklerini öne sürmek ise en mantıksız ve akıl dışı iddialardan biri olacaktır. Kana tüm bu özellikleri verenin ve kusursuz bir sistem yaratının üstün kudret sahibi olan Allah olduğu apaçık bir gerçektir.
Vücudumuz
DARWINİZİM'İN NE BÜYÜK BİR SAFSATA OLDUĞUNU GÖRMEK İÇİN SADECE BİR ÖRNEK YETER!
Darwinizm, tesadüfen meydana gelen milyonlarca olayın, cansız maddeleri canlandırdığını, kusursuzca işleyen, eksiksiz tasarıma sahip yapıları oluşturduğunu öne süren, son derece mantıksız bir iddiadır. Darwinizm'in ne kadar büyük bir safsata olduğunu görmek için şu örneği okumanız dahi yeterlidir.
Kandaki taşıyıcı proteinlerden biri olan albumin, kolesterol gibi yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek, topladığı zehirleri karaciğerde zararsız hale getirilmek üzere bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür.
Şimdi bir düşünün ve kendinize şu soruları sorun:
-Albumin gibi atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan bir molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini birbirinden ayırt edebilir?
-Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safrayı, mideyi tanıyıp, taşıdığı maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir?
Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini mikroskopta görseniz -tıp eğitimi almadıysanız- bunları siz bile birbirinden ayıramazsınız. Hangi organa hangisinin ne kadar miktarda bırakılması gerektiğini ise kesinlikle tespit edemezsiniz.
İnsanların büyük bir çoğunluğunun, özel bir eğitim almadıkça bilemeyecekleri bu bilgileri, şuursuz birkaç atomun birleşiminden oluşan albumin molekülü bilmekte ve milyonlarca yıldır bütün insanlarda görevini kusursuzca yerine getirmektedir. Kuşkusuz bir "atom topluluğunun" böyle bir şuur gösterebilmesi, Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile gerçekleşmektedir.

2. Askerlerin Taşınması


Hücre
Devriye gezen bir savunma sistemi hücresi görülüyor.
Kanın bir diğer görevi de hastalıklarla mücadele eden savunma sistemi hücrelerini taşımaktır. Vücuda giren virüs, bakteri gibi yabancı maddeler kanda bulunan antikor ve lökosit adı verilen savaşçılarla zararsız hale getirilirler. Ayrıca savunma sistemi hücreleri kan nehri üzerinde devriye gezer ve bütün vücudu bu sayede denetlerler. Dolayısıyla, vücuda giren yabancı bir madde, devriye gezen bu savunma hücrelerinden biri tarafından derhal tespit edilebilmektedir. (Vücuttaki savunma için bkz. Harun Yahya, Savunma Sistemi Mucizesi, Vural Yayıncılık)

3. Haberleşme

Kan aynı zamanda vücudun haberleşme yollarından birini de oluşturur. İnsan vücudundaki hücreler arasında çok üstün bir haberleşme sistemi vardır. Hücreler birbirleri ile –adeta her biri şuurlu birer insanmışcasına- bilgi alışverişinde bulunurlar. Hücrelerin birbirlerine gönderdikleri mesajlar (hormonlar) kan tarafından taşınır. (Detaylı bilgi için bkz. Bedenimizdeki Muhteşem Haberleşme: Hormonal Sistem Bölümü)

4. Yaraların Kapanması

Kan sıvısının en mucizevi özelliklerinden biri de 'pıhtılaşma' mekanizmasıdır. Pıhtılaşma sayesinde hasara uğrayan bir damarda meydana gelebilecek olan kan kaybı en aza indirilmiş olur. Pıhtılaşma mekanizmasında kanın içinde bulunan onlarca protein, enzim ve vitamin bir düzen içinde görev alır. Bu özelliği ile pıhtılaşma mekanizması bilim adamları tarafından kusursuz bir planlama ve tasarım örneği olarak gösterilmektedir. (Detaylı bilgi için bkz. s.37-43)

5. Vücuttaki Dengelerin Ayarlanması

Kanın taşıdığı hayati kargo paketlerinden biri de "ısı"dır. Kanla dolu damarlar, tıpkı bir binanın sıcak su taşıyan kalorifer boruları gibi ısıyı bütün vücuda yayarlar. Ancak ısının kaynağı kalorifer örneğinde olduğu gibi tek bir kalorifer kazanı değil, vücuttaki bütün hücrelerdir. Kan sayesinde hücrelerin ürettikleri ısı bedene eşit olarak dağıtılır.
Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı oldukça büyük sıkıntılar yaşardık. Kas gücüyle yaptığımız bir iş sonucunda, örneğin koştuğumuzda bacaklarımız ya da bir yük kaldırdığımızda kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı. Bu dengesiz yapı, metabolizmamıza büyük zarar verirdi. İşte bu nedenle ısının bedene eşit olarak dağıtılması son derece önemlidir.
Gün içinde yaptığımız hareketlerin temposuna göre vücudumuzda çeşitli değişiklikler yaşanır. Örneğin vücut sıcaklığı arttığı zaman beyindeki düzenleyici merkez (hipotalamus) kan damarlarının genişlemesini  ve ter bezlerinin harekete geçmesini sağlar.(1) Bunun üzerine hemen vücut ısısı azalır. Vücudumuzda ısı kaybı olduğunda da aynı düzenleyici merkez tam tersi işlem yaparak kan damarlarının  daralmasını ve titreme oluşmasını sağlar.(2) Bu önlemlerden sonra vücut ısısı tekrar yükselir .
Aynı şekilde bedenimizde fazla yükselen ısının düşürülmesi için de terleme mekanizması ile birlikte kan devreye girer. Deri altındaki kan damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı havaya bırakması kolaylaştırılmış olur. Bu nedenle yüksek tempolu fiziksel işler yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda yüzümüz kızarır. Kan, vücut ısımızın korunmasında da büyük rol oynar. Üşüdüğümüzde ten rengimiz beyazlaşır. Çünkü derimizin altındaki kan damarları havanın soğukluğuna göre daralır. Bedenimizde havaya yakın bölgelerdeki kan bu şekilde azaltılmış olur ve vücuttaki soğuma minimuma indirilir.

Yüzen Hücrelerden Oluşan Bir Doku

Kan yapı olarak vücudun diğer sıvılarından farklıdır. Kan aslında bir anlamda dokudur; tıpkı kemik veya kas dokusu gibi. Ancak bir dokuyu oluşturan hücreler birbirlerine sıkı sıkıya tutunurken, kan dokusunu oluşturan hücreler birbirlerine yapışık olmayan hücrelerden oluşmaktadır. Alyuvar, akyuvar ve trombosit ismi verilen kan hücreleri, kan plazması içinde serbestçe dağılmış olarak dolaşırlar.
Kan %55 plazmadan, %45 de kan hücrelerinden oluşur. Plazmanın %90-%92'si su, geri kalan bölümü ise plazma proteinleri, aminoasitler, karbonhidratlar, yağlar, hormonlar, üre, ürik asit, laktik asit, enzimler, alkol, antikorlar, sodyum, potasyum, iyot, demir, bikarbonat gibi elementlerden oluşur. İşte kan hücreleri bu kompleks sıvının içinde yüzerler.

Kanı Oluşturan Parçalar

Küçük Kırmızı Hücreler: Alyuvarlar

İnsan bedeninde bulunan yaklaşık 25 trilyon küçük kırmızı hücre hiç durmadan yük taşır. Alyuvar isimli bu hücreler, kan sıvısı içinde bütün vücudu baştan aşağı dolaşır ve yerine göre oksijen ya da karbondioksit taşırlar. Ancak bu basit bir taşıma işlemi değildir. Öncelikle hücrenin bir madde taşıyabilmesi için özel bir yapısının olması gerekmektedir. Örneğin oksijen taşıyacak hücre için en ideal şekil hücrenin yassı olmasıdır. Çünkü bu yassı şekil hücrenin yüzey alanını artıracak ve oksijenle temasını kolaylaştıracaktır. Nitekim alyuvar hücresinin biçimi yuvarlak ve yassı bir yastığı andırır. Bu sayede alyuvarlar mümkün olduğunca çok oksijen atomuyla temas edebilecek bir dizayna sahiptirler.
Olağan koşullarda vücutta saniyede yaklaşık 2.5 milyon alyuvar üretilir.2 Alyuvar sayısının dengede tutulması vücut için hayati önem taşımaktadır. Herhangi bir nedenle örneğin vücut ısısının azalmasıyla birlikte alyuvar sayısında artma görülmesi önemli rahatsızlıklara yol açar.  Vücut ısısı aşırı düştüğünde kan sıvısının azalmasına karşılık, alyuvar sayısı aynı kalır. Birim hacme düşen alyuvar sayısının artması ile birlikte kanın akıcılığı azalır. Bu da damarlarda tıkanmaya neden olur ve kalbin çalışmasını zorlar. Bu nedenle alyuvar sayısının belirli bir dengede olması insan yaşamı için hayatidir.
Vücuttaki taşıma işlemi için hücrenin şeklinin yassı olması tek başına yeterli değildir. Oksijeni taşıyan, fakat hücreye kullanabileceği şekilde sunamayan alyuvarların hiçbir anlamı yoktur. Çünkü vücut hücrelerinin, oksijeni kendilerine bağlayacak özel moleküllere ihtiyacı vardır. Bu molekül oksijenle üç boyutlu bir yapıda en ideal şekilde birleşmeli ve oksijeni güvenle taşımalıdır. Ancak oksijene çok da sıkı bağlanmamalı, oksijen verilecek hücreye geldiğinde, oksijenden kolayca ayrılabilmelidir. Kısacası oksijenin taşınması ve gereken yerlerde kullanılabilmesi için kendine has bir tasarıma sahip çok özel bir moleküle ihtiyaç vardır. İşte bu molekül alyuvarlara -dolayısıyla kana- kırmızı rengini veren hemoglobin molekülüdür. Hemoglobin birbirinden farklı iki işlev yapabilmesi nedeniyle bilim adamları tarafından "olağanüstü bir molekül" olarak nitelendirilmektedir.
Mikroskopla incelendiğinde kanın içinde birçok farklı hücre türü olduğu görülecektir. (solda) Kanda sayıca daha çok olan kırmızı kan hücreleri kana rengini verir. Bu hücreler oksijenle yüklü olduğunda kanın rengi kırmızı olur. Aksi takdirde kan pembemsi bir kahverengiye bürünür.
Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksidi bırakır ve oradan kaslara geçer. Bu sırada kaslar da besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Hemoglobin molekülü kaslara ulaştığında öncekinin tam tersi bir işlev görerek oksijeni bırakıp karbondioksidi alır. Bu çok şuurlu ve disiplinli bir hareket şeklidir.
Bilim adamları, 1996 yılında, alyuvarların yapısındaki hemoglobin moleküllerinin oksijeni taşımaktan başka, yaşamsal önem taşıyan bir diğer molekülü daha taşıdıklarını keşfettiler. Bu molekül, azotmonoksittir (NO). Hemoglobinin azotmonoksit gazını taşımasının çok önemli bir nedeni vardır. Hemoglobin, azotmonoksit gazının yardımıyla dokuya ne kadar oksijen verileceğini denetler.3Dolayısıyla, bu gazın hemoglobin tarafından taşınması insan hayatı ve sağlığı açısından son derece önemlidir.
Hemoglobinin kusursuz molekül yapısı ve işlevleri bilim adamlarının da dikkatini çekmiştir. Evrimci Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery (Büyük Evrim Gizemi) adlı kitabında, hemoglobin hakkında şunları yazmıştır:
Kanın oluşumu, tek başına bir saga destanı gibidir. Çoğunun yeterince anlaşılmadığı en az 80 unsurdan oluşur. En büyük öneme sahip olan bileşen ise hemoglobindir. Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksiti bırakır ve oradan kaslara geçer. Orada ise tam tersi işlevi yapar, oksijeni bırakıp, karbondioksiti alır. Kaslar besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Bir arabanın akaryakıt yakıp karbonmonoksit üretmesi gibi. Bu madde gerçekten olağanüstü bir moleküldür ki, bir anda oksijene karşı birleşme eğilimi gösterirken, birkaç saniye sonra bu eğilimini kaybeder. Bir anda tercihi karbondioksite bağlı olarak değişir. Bu da onu daha da dikkate değer yapar. Yaptığı işe uyum gösteren daha iyi bir örnek yoktur.4
Taylor'ın da özetlediği gibi, hemoglobin molekülü adeta şuur sahibi bir varlık gibi gerektiği yerde ve zamanda gereken seçimi yapabilmektedir. Yalnızca oksijeni taşımakla kalmayıp, hemoglobin, oksijene acil gereksinimi olan bir kasın yanından geçerken bu oksijeni bırakması gerektiğini hemen anlamakta, bu sırada açığa çıkan karbondioksiti alması ve nereye bırakması gerektiğini de bilerek hareket etmekte ve yeni yüküyle birlikte akciğerlere doğru yola çıkmaktadır. Hemoglobin molekülü hiçbir zaman oksijen ile karbondioksiti birbirine karıştırmamaktadır ve daima doğru adrese gitmektedir.
HemoglobinDamar
Hemoglobin oksijenin taşınması için gerekli olan en uygun tasarıma sahip bir moleküldür.

Hemoglobin
Nerede, ne zaman, nasıl davranacağını çok iyi bilen hemoglobin molekülü Allah'ın ilhamı ile hareket etmektedir.
Bir molekülün düşünme, karar verme, seçme ve tercih yapma gibi özellikler gerektiren bu gibi davranışlarda bulunması elbette ki düşündürücüdür. Bu molekülün sergilediği olağanüstü şuur sayesinde tüm insanlar yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilmektedir. İnsan vücudunda saatte ortalama 900 milyon alyuvar üretilir. Sadece bir alyuvar hücresinde ise yaklaşık 300 milyon hemoglobin molekülü bulunur. Bu moleküllerin tümü bu işlemleri hiçbir karışıklık çıkmadan yapabilecek özelliklere sahiptir. İnsan vücudunda bulunan bütün hemoglobin moleküllerinin sayısı ve bu moleküllerin hepsinin istisnasız aynı yeteneklere sahip oldukları düşünüldüğünde konunun önemi daha net anlaşılmaktadır. 
Böyle bir seçiciliğin tesadüfen ortaya çıkamayacağı, tesadüflerin insan vücudundaki milyarlarca hemoglobine bu özellikleri kazandıramayacağı akıl sahibi her insan için çok açık bir gerçektir. Hemoglobin molekülünü yaratan ve her insanın vücuduna tüm özellikleriyle birlikte yerleştiren Allah'tır.
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102)

OKSİJENİN HEMOGLOBİNE BAĞLI DAĞILIMI EVRİMCİLER İÇİN BİR ÇIKMAZDIR
Kanın, oksijen dağıtıp, karbondioksit alma işlevini hemoglobin olmadan yapamaması evrimciler için bir açmazdır. Çünkü evrimciler kanın da insan vücudundaki diğer sistemlerin de zaman içinde aşama aşama gelişmelerle meydana geldiğini iddia ederler. Yani bu iddiaya göre kanın var olduğu ama içinde hemoglobin molekülünün henüz bulunmadığı bir dönem vardır. Oysa bu evrim teorisi açısından büyük bir çelişkidir. Kan denen sıvı hemoglobin molekülü olmadan işlevini yerine getiremez ve hücrelerine oksijen ulaşmayan canlı hemen ölür. Bu canlının hemoglobin molekülünün oluşumunu bekleyecek zamanı yoktur. Görüldüğü gibi kan oluştuğu anda hemoglobinin de oluşması gerekmektedir. Yani kanın, tüm özellikleri ve yapıları ile birlikte tek bir anda ortaya çıkması şarttır. Evrimcilerin aşamalı oluşum iddiaları bu noktada tamamen çökmekte ve kanın Allah tarafından tek bir anda yaratıldığını ortaya koymaktadır.

Alyuvarların Şeklindeki Hikmet


Kan pulcukları
Sağlıklı kırmızı kan hücreleri
Alyuvar hücrelerinin biçimi daha önce de belirtildiği gibi yuvarlak ve yassı bir yastığı andırır. Bu yassı şekil hücrenin yüzey alanını artırır ve oksijenle temasını kolaylaştırır. Oksijenin kolay taşınması için bu en ideal şekildir. Bu şeklin bozulması durumunda vücutta son derece ciddi hastalıklar ortaya çıkar. Orak hücreli anemi denilen hastalık türünde alyuvarlar "hemoglobin S" denilen anormal hemoglobin tipini içerirler. Bu hemoglobin, oksijensiz kaldığı zamanlarda alyuvar içinde uzun kristaller halinde çöker. Bu kristaller de hücreyi uzunlaştırarak bir çeşit orak şeklini almasına neden olurlar. Alyuvar oraklaşınca, kandan dokulara oksijen geçişi zorlaşır. Bu durum oksijen azlığına ve oraklaşmanın artmasına neden olur. Bir süre sonra alyuvar kütlesi azalmaya başlar ve hastalık birkaç saat içinde çok tehlikeli boyutlara ulaşabilir.5

Bu gibi hastalık halleri dışında hemen hemen bütün insanlarda alyuvarların şekli aynıdır. Bu şekil sayesinde her insanın vücudundaki oksijen kolaylıkla gereken yerlere taşınır. Şu anda yaşayan, geçmişte yaşamış olan ve gelecekte de yaşayacak olan bütün insanların alyuvarlarının şeklinin yassı ve yuvarlak bir yastık şeklinde olması elbette ki tesadüflerle açıklanması mümkün olmayan bir durumdur. Allah herşeyin en kusursuzunu bilen, herşeyi en ince ayrıntısına kadar tedbir edip düzenleyendir. Tüm alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı çok yücedir.

Orak hücre


Normal alyuvarlar damarlardan kolaylıkla geçer (1), bozularak oraklaşmış alyuvar hücreleri (2) ise damarlarda tıkanmaya yol açar. (3)
 
BENZERİ ÜRETİLEMEYEN MUCİZEVİ SIVI: KAN
Laboratuvar
Kanda gerçekleşen olayları inceleyen bilimadamları karşılaştıkları kusursuz düzeni taklit edebilmek için çalışmalarını sürdürmektedirler. Ancak bugüne kadar somut bir gelişme kaydedilememiştir. Hatta araştırmacılar bu olağanüstü sıvıyı taklit etmeye çalışmaktan vazgeçmişler, kan ile ilgili araştırmaların yönünü değiştirmişlerdir. Oksijen taşıyabilen yedek bir sıvıyı üretmek için çalışmalar yürütmektedirler.
Ancak bilim adamları kan ile ilgili çalışma yaparken çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Kanı damardan çektikleri anda kan pıhtılaşmaktadır. Kan hücrelerinin mikroskop altında ve bedende aynı şekilde hareket edip etmedikleri bilinmemektedir. Ayrıca kan ne plastik hortumda ne de cam şişede tam anlamıyla canlı kalmadığı için içindeki hücreler ayrı ayrı alınıp incelenmektedir. Bütün bunlar gözönünde bulundurulduğunda bilim, canlı 'kan'ı değil laboratuvardaki kanı analiz ederek tanımaktadır. (R. von Bredow, Geo, Kasım 1997)
Laboratuvarlarda benzeri üretilemeyen bu olağanüstü madde insan ilk ortaya çıktığından beri vücutta üretilmektedir. Bugün sahip olduğumuz yüksek teknoloji ile taklidi dahi yapılamayan bir maddenin zaman içinde kendi kendine tesadüflerin etkisiyle oluştuğunu iddia etmek akılcılıktan tamamen uzaklaşmak demektir. Pek çok canlı türüne hayat veren bu madde Allah'ın yaratışının açık delillerinden bir tanesidir.

Alyuvarların Şekil Değiştirme Yeteneği

Alyuvar hücreleri tek bir kan damlasına 250 milyon tane sığacak kadar küçük boyutlardadır. Bu alyuvarların damarlarda kolay hareket edebilmesini sağlayan avantajlı bir durumdur. Ancak insan vücudunda çapı bir alyuvar hücresinin çapından çok daha küçük kılcal kan damarları vardır. Bu, ilk bakışta oldukça büyük bir problem gibi görülebilir. Çünkü alyuvar hücresinin kendisinden çok daha küçük çapa sahip bir kılcal damardan geçmesi gerekecektir. Bu zor işlem nasıl gerçekleşir?
İşte bu noktada alyuvarların esnek yapıları devreye girer. Alyuvarlar yassı ve oldukça esnek yapıları sayesinde en dar damarlardan bile rahatlıkla geçebilirler. Bu esneklik alyuvar hücrelerinin sahip olduğu bir başka tasarım örneğidir. Eğer alyuvarlar biraz olsun bu esnekliklerini kaybederlerse oldukça ciddi problemler doğar. Örneğin bazı şeker hastalarının gözlerindeki hassas dokular, esnekliklerini kaybetmiş alyuvar hücreleri tarafından tıkanır ve bu durum ileri aşamada körlüğe neden olur.6 Tek bir örnekte bile görüldüğü gibi insan vücudunun her parçasında var olan tasarım son derece hassas, kusursuz bir denge üzerine kuruludur.

Vücuttaki Geri Dönüşüm Sistemi ile Sağlanan Ekonomi

Demir Emilimi
Yanda vücuttaki demir emiliminin nasıl gerçekleştiğini gösteren tablo görülmektedir.Sürekli yenilenen alyuvarlar vücut için önemli bir demir kaynağıdır.
İnsan vücudundaki geri dönüşüm sistemi de kusursuz bir yapıya sahiptir. Her an çok sayıda işlemin gerçekleştiği vücudumuzda sürekli zararlı atıklar, ölü hücreler, vücuda giren ve savunma sistemi tarafından parçalanan yabancı maddeler ve daha pek çok gereksiz madde dolaşır. Ancak bunların hiçbiri vücuda zarar vermez.
Çünkü vücutta bu maddeleri dışarı atabilecek veya vücut içinde gereken işlemlerde değerlendirecek sistemler mevcuttur. Örnek olarak sürekli yenilenen alyuvar hücrelerini verebiliriz. Bu hücrelerin ömrü yaklaşık 120-130 gün kadardır. Yaşlı alyuvarlar karaciğerde, dalakta ve kemik iliğinde ölürler. Ölen alyuvarların yerine de sürekli yeni alyuvarlar üretilir. Her saniye 10 milyon alyuvar ölür ve yerine her gün 200 milyar yeni hücre oluşturulur ve bu şekilde vücudun tüm alyuvarları yaklaşık dört ayda bir tamamen yenilenmiş olur.7
Ölen alyuvarların içinde bulunan demir molekülü de vücudumuzdaki 'geri dönüşüm' sistemiyle yeni alyuvarların üretiminde kullanılmak üzere depolanır. Bu mükemmel bir endüstriyel planlama örneğidir.8 Böyle bir planlamanın kendiliğinden ortaya çıkamayacağı açıktır. Alyuvarları bu özellikleriyle birlikte yaratan Allah'tır.

Mikro Askerler: Akyuvarlar

Bir damla kanın içinde akyuvar adı verilen yaklaşık 400 bin mikro asker bulunur. Hatta güçlü bir savunma yapılması gerekiyorsa normal şartlar altında kanın her milimetrekübünde akyuvar sayısı 7.000-10.000 arasındayken, birdenbire bu sayı 30.000'e kadar yükselebilir.9  Bu askerlerin görevi vücudu mikro düşmanlardan korumaktır. Akyuvarlar vücuda ait olmayan canlı cansız herşeyi yok etmek için programlanmışlardır. Bu nedenle vücuda giren bakterileri, virüsleri ve tehlike meydana getirebilecek her türlü maddeyi arar, bulur, izler ve en uygun anda yok ederler.
Akyuvarlar kandaki diğer hücrelerden yapısal olarak farklılıklar gösterirler. Örneğin alyuvarlarda çekirdek bulunmaz. Ancak akyuvarlar çekirdeklidir ve içlerinde bütün organeller bulunur. Bundan başka akyuvarlar birkaç gün hatta bir enfeksiyon sırasında birkaç saat yaşarlar. Bu kadar kısa bir yaşam zannedildiğinin aksine vücudun savunması açısından oldukça önemlidir. Çünkü savunma yapan yani yıpranmış olan akyuvar ölür ve daha o ölürken yerine hemen sağlıklı ve savunma kabiliyeti çok daha yüksek olan bir yenisi üretilir.10
Akyuvarlar aslında tek tip hücrelerden oluşmaz. 'Akyuvar' farklı askerlerden oluşmuş ve insan bedeni için çarpışan savaşçı hücrelere verilen genel bir isimdir. Bu askerler iki ana gruba ayrılır. Birinci grup, düşmanla ilk karşılaşan ve göğüs göğüse savaşan granülositlerdir. İkinci grup ise düşmana karşı özel silahlar (antikor) üreten lenfositlerdir.
Lenfositlerin kandaki diğer hücrelerden farklı bir özellikleri vardır. Kanın dışında, dokularda yaşayan lenfosit sayısı, kanda yaşayan lenfosit sayısına oranla çok fazladır. Bu hücreler dokularda -vücudun derinliklerinde- adeta üs kurar ve dokuları mikroplara karşı korurlar. Öyleyse kanın içinde lenfosit bulunmasının nedeni nedir?

LökositLökosit
Akyuvarlar gerek yaşam süreleri, gerekse vücudun savunması için sahip oldukları diğer özellikleriyle çok açık bir şekilde yaratılışı kanıtlar. Yanda çeşitli akyuvar resimleri görülüyor. Sarı hücreler en küçük akyuvarlar olan lenfositlerdir.

Aslında akyuvarlar kanı bir taşıma aracı olarak kullanırlar. Akyuvarlar adeta devriye görevi yapan bir jandarma birliği gibi vücudun her yerini kanla birlikte gezerler, yaşlı ve güçsüz akyuvarların bulunduğu dokuları büyük bir hızla takviye ederler. Böyle akılcı ve hızlandırıcı bir sistemin, evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen gelişmiş olması imkansızdır.
Şuursuz atomlardan oluşan bir hücrenin tercih yeteneğine, akla ve bilince sahip olamayacağı, vücut savunması yapmasını sağlayacak özellikleri kendi kendine  edinemeyeceği açıkça ortadadır. Kaldı ki bu küçük canlının diğer hücreleri korumak için savaşması oldukça önemli bir ayrıntıdır. Gözle görülemeyen bir hücrenin kendisini sizin için feda etmesi ve vücudunuzda aynı fedakarlığa sahip milyonlarca hücrenin bulunması  gözlerinizin önünde bulunan milyonlarca mucizeden biridir.
Akyuvarların yapısındaki mükemmellik, sahip oldukları fedakarlık, savaşma bilgisi ve yeteneği kendi tercihlerinin değil Allah'ın onları bu özelliklerde yaratmasının bir sonucudur. Bunun aksini kanıtlamaya çalışanlar bugüne kadar hiçbir sonuca ulaşamamışlardır, bundan sonra ulaşmaları da mümkün değildir. Allah Kendisini inkar etmeye çalışanların çabalarını Nur Suresi'nde seraba benzeterek şöyle buyurmuştur:
İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)

Evrimcilerin Bu Konudaki Mantık Bozuklukları

İnsan vücuduna her gün çok sayıda mikrop girer. Bu mikroplar savunma sisteminin ilk aşamasında etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Ancak engellenemeyen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek yaşamsal tehlike oluşturabilir. Bu tür mikroplara "antijen" adı verilir. Vücut antijenlere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalışır. Antikor antijene tıpkı anahtarın kilide oturması gibi üç boyutlu yapıda kenetlenerek antijeni etkisiz hale getirir. Antikor ile antijen arasındaki anahtar-kilit benzerliği bu sistemin anlaşılması açısından üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir örnektir.
Doğada ortaya çıkan yüzbinlerce farklı antijene karşılık savunma hücreleri ayrı ayrı antikor üretebilir. Bu yüzbinlerce kilide uygun anahtarı vücut hücrelerinin anında üretebilmesi demektir. Bu elbette ki mucizevi bir olaydır.
Fakat asıl ilginç olan laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenlere karşı bile savunma hücrelerinin antikor üretebilmesidir. Vücut hücreleri doğada bulunan kilitlere uygun anahtar üretebildikleri gibi doğada hiç bulunmayan ve laboratuvarda üretilen kilitlere göre de anahtar üretebilmektedirler.
Vücudun içindeki bir mekanizmanın dış dünya hakkında bu denli şaşırtıcı bir bilgiye sahip olması elbette ki tesadüflerle açıklanamaz. Bir hücre nasıl olur da yüzbinlerce yabancı maddenin bilgisine sahip olmanın yanısıra, laboratuvarda yapay olarak üretilen çok farklı bir maddenin (antijenin) de bilgisine sahip olabilirş Savunma hücrelerinin, vücuttaki antijenleri bir şekilde tanıdığını kabul etsek dahi, daha önce hiçbir şekilde karşılaşmadığı bir antijeni de tanıyabilmeleri çok şaşırtıcıdır. Dahası, savunma hücreleri vücuda yeni giren bu yabancıyı hemen teşhis ettikleri gibi, yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da –uygun antikoru- anında tespit edip üretmek için gerekli olan yetenek ve akla da sahiptirler. Teşhis etme, tedbir alma gibi akıl, bilgi ve şuur gerektiren özelliklerle donatılmış olan savunma hücrelerinin tesadüfen oluştuğunu söylemek, önemli bir mantık hezimetidir. Evrimciler, savunma hücrelerinin, her türlü yabancı maddeyi teşhis edebilme özelliğini kendi teorilerine göre açıklayamadıkları gibi, son derece mantık ve bilim dışı izahlarla, konuyu geçiştirmeye çalışırlar.
Savunma hücrelerinin yapay bir antijeni tanıma konusuyla ilgili olarak evrimci bilim adamlarından Ali Demirsoy'un sözleri buna örnektir:
Fakat yirminci yüzyılda yapay olarak sentezlenen bir kimyasal maddeye karşı antikor yapma düzeneğini çok daha önceden geliştiren bir hücre, kahin demektir.11
Antikor
Savunma sisteminin bir parçası olan B hücreleri vücuda giren düşmanlara karşı birebir etkili olan ve antikor denilen silahlar üreterek savunmaya katılırlar.
Prof. Demirsoy aynı kitabında, bu konunun bugüne kadar bir açıklamasının olmadığını da şöyle itiraf etmiştir:
Plazma hücreleri bu bilgiyi nasıl ve hangi formda elde ederek, ona göre özgül şekillenmiş antikoru üretebilmektedirş Bugüne kadar bu sorunun kesin bir açıklaması yapılamamıştır.12
Demirsoy bu ifadesiyle hücrenin olağanüstü birtakım özelliklere sahip olduğunu kabul etmektedir. Çünkü "kahin" bazı bilgilere önceden sahip olan kişiler için kullanılır. Bir hücrenin bilgi sahibi olması, üstelik de bulunduğu ortamdan tamamen uzaktaki varlıklar hakkında bilgi sahibi olması olağanüstü bir özelliktir. Cansız atomların birleşmesinden meydana gelmiş bir hücrenin tesadüfen güçlü sezilere veya ileri derecede bilgi ve kültüre kendi kendine sahip olması elbette beklenemez. Bunu iddia etmek aklın ve mantığın sınırlarının dışına çıkmaktır.
Ancak, evrimciler çaresiz kaldıkları için canlıların yaratılıştan sahip oldukları mucizevi özellikleri kabul ederler. Fakat bu sistemlerin özel olarak yaratıldığını kabul etmemek, daha doğrusu Allah'ın varlığını inkar etmek için  bu mükemmelliğin sebebini başka yollarla açıklamaya çalışırlar. Bu noktadan sonra evrimciler bilimsellikle hiçbir ilgisi olmayan, yalnızca telkin yapmaya ve acizliklerini gizlemeye çalışan açıklamalar yaparlar. "Bu bir evrim mucizesidir" veya "bu hücre adeta bir kahin gibidir" gibi evrimin tılsımlı sözleriyle halkı "hipnotize" etmeye çalışırlar.
Oysa burada olağanüstü bir durum vardır. İnsan vücudundaki, gözle görülmeyecek kadar küçük ve sürekli yenilenen hücreler, doğada var olan tüm düşmanlarını, daha onları görmeden tanıma, teşhis etme ve yok etme yetenek ve donanımına sahiptirler. Böyle bir yapıyı tesadüflere bağlamak, Allah'a inanmamayı kendilerine amaç edinmiş kişilerin içinde bulundukları fikri aczi gösteren önemli bir örnektir.
antikor
1) Savunma hücreleri vücuda yeni giren yabancı hücreleri hemen teşhis ederler. Aynı anda yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da -uygun antikoru- anında tespit edip üretebilirler.
2) Antikorlar antijenlerle birleşerek onları yok ederler. Ancak burada dikkat çekici olan nokta vücut hücrelerinin düşmanlara birebir uyan silahlar üretmesidir.
3) Görüldüğü gibi antikorlar antijenlere tıpkı anahtarın kilide oturması gibi üç boyutlu bir yapıda kenetlenir ve antijeni etkisiz hale getirirler.
Evrimcilerin, bu hücreleri, böylesine mükemmel işlev ve özelliklerle oluşturduğunu ileri sürdükleri mekanizma ise mutasyonlardır. Demirsoy da yine  Kalıtım ve Evrim adlı kitabında, yukarıdaki sözlerine şöyle devam eder; "Bu düzeneğin (antikorun antijeni tanıması) oluşması da rastlantı ile meydana gelen mutasyonlardır şeklinde savunulmaktadır."
Yukarıdaki açıklamayı detaylı bir şekilde incelemek evrimci bilim adamlarının başvurdukları oyunları anlamak açısından son derece önemlidir. Yazar, bazı çevrelerin bu düzeneğin mutasyonlar sonucunda ortaya çıktığını savunduklarını söylemektedir. Bu cümleyi okuyan ve biyoloji hakkında detaylı bilgiye sahip olmayan bir okuyucu da bu iddianın bilimsel bir açıklama ve ispatlanmış bir gerçek olduğunu zannedebilir. Oysa; "Bu düzeneğin (antikorun antijeni tanıması) oluşması da rastlantı ile meydana gelen mutasyonlardır şeklinde savunulmaktadır." cümlesi, içi tamamen boş, hiçbir bilimsel değeri olmayan ve yalnızca okuyucunun dikkatini dağıtmaya, etki altına almaya yönelik hazırlanmış bir cümledir.
Bu etki altına alma ve aldatma yöntemi aslında dünya hakkında hiçbir bilgisi olmayan, hatta hafızasını tamamen kaybetmiş bir insanı kelime oyunları ile kandırmaya benzer. Bu kişi, içi son derece ileri teknoloji ile donatılmış bir gökdelenin önüne getirilse ve kendisine bu binanın bir "deprem" sonucunda oluştuğu söylense şüphesiz kişinin  -mantıken böyle bir şeye kesinlikle inanmasa da- aksini ispatlayabilme imkanı o an için yoktur. Ama herşeye rağmen aklı ve vicdanı ile düşünen insan, böyle bir olayın gerçekleşemeyeceğini takdir edebilir.
Kompleks bir hücrenin mutasyonla meydana geldiğini söylemek de yukarıdaki örnekten farksızdır. Herşeyden önce hücre bir gökdelenden çok daha üstün bir teknolojiye sahiptir. Hatta birçok bilim çevresi hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en üstün ve kompleks yapı olduğunu söyler. İkincisi hücreye sahip olduğu özellikleri kazandırdığı iddia edilen mutasyonun hücre üzerindeki etkisi, genel olarak bir depremin gökdelen üzerindeki etkisinden çok daha yıkıcı ve tahrip edicidir.
Böylesine tahrip edici bir faktörün, yüzbinlerce farklı antijen için yüzbinlerce farklı antikor üretebilen, insan hafızası ve zekasından üstün bir beceriye sahip bir hücreyi tesadüfen üretebilmesi kesin olarak imkansızdır.
Kaldı ki evrim teorisine göre hücre tek bir mutasyon sonucunda değil, birbirini takip eden birçok mutasyon sonucunda bu özelliklere sahip olmuştur. Bu da birbirini takip eden birçok depremin bir şehir imar etmesine benzer.
Bilimsel gerçeklere ters düşerek mutasyonların her birinin hücreye faydalı bir özellik kazandırdığını, her ne kadar imkansız olsa da- kabul edelim. Ancak bu da yeterli değildir. Çünkü savunma hücresinin, sahip olduğu özellikleri kazanabilmek için milyonlarca yıl beklemeye zamanı yoktur. Çünkü savunma hücresi görevini yapamazsa, bu canlı için kesin ölüm anlamına gelir. Savunma hücreleri bütün özellikleri ile canlının bedininde ilk andan itibaren bulunmak zorundadır.
Ayrıca savunma hücreleri yalnızca üstün bir üretim yeteneğine sahip değildir. Savunma sisteminde birbirlerinden farklı özellik ve görevlerde birçok hücre vardır. Bu hücrelerin adeta disiplinli bir ordu gibi kendi aralarında sahip oldukları iletişim, düzen, emir komuta zinciri gibi özellikleri gözönüne alındığında, evrim teorisinin tesadüf açıklamasının bilimin karşısında nasıl çöktüğü bir kez daha anlaşılmaktadır.
Savunma hücrelerinin başka canlıların vücut yapılarını tahmin edebilme ve buna göre taktik belirleme yetenekleri  en ince ayrıntısına kadar Allah tarafından yaratılmıştır. Allah üstün kudret sahibi olandır.
"Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır." (Taha Suresi, 98)

Kanın Hayati Parçası: Plazma

Kan hücrelerinin (alyuvarlar, akyuvarlar) içinde yüzdükleri sıvının ismi kan plazmasıdır. Kan plazması da basit bir sıvı değil, içinde birçok özel madde bulunan özel bir karışımdır. Plazma, %90-92 oranında su, %6-8 oranında protein, ayrıca eriyik halinde tuz, glikoz, yağ ve aminoasit, karbondioksit, azotlu atık ve hormonlar içeren sarımsı bir sıvıdır.
Plazma yediğiniz yiyeceklerden elde edilen besinleri vücudun içine dağıtır. Hücrelerin ürettikleri artık maddeleri de bedenden uzaklaştırmak için ilgili organlara iletir. Eğer plazmanın bu taşıma-nakliye görevi olmasa, yenilen besinler hiçbir işe yaramaz, dokulara besin ulaşamaz, üretilen artık maddeler uzaklaştırılamadığı için vücut hemen zehirlenirdi.
Plazmanın diğer başlıca görevleri;
- kan basıncının belirli bir düzeyde tutulmasını sağlamak,
- vücutta ısının eşit olarak dağılmasına yardımcı olmak,
- kan ile diğer dokuların asitliğini belirli bir düzeyde tutmaktır.
Plazma proteinlerinin her birinin farklı fonksiyonları vardır. Bu proteinlerin üç ana çeşidi; albumin, fibrinojen ve globülinlerdir.
Albumin, sayıca en fazla olan plazma proteinidir. Vücutta bir anlamda taşıyıcı görevi görür. Albuminin en önemli görevi ise kılcal damarlardan çevre dokulara aşırı sıvı geçişini önlemektir.13 Bu görevin önemini anlamak için besinlerin vücutta nasıl bir yol izlediklerine göz atmakta fayda vardır. Besin maddelerinin atardamarlardan gereken dokulara ulaşabilmeleri için öncelikle doku duvarını aşmaları gereklidir. Besin duvarı, çok küçük gözeneklere sahiptir. Buna rağmen hiçbir madde kendiliğinden bu duvardan geçemez. Bu geçişte etkili olan faktör kan basıncıdır. Tıpkı bir elekte olduğu gibi kanın sıvı kısmı ve en küçük moleküller basınçla duvardan geçerler. Eğer böyle bir engel olmasaydı ve bu maddeler dokulara aşırı miktarda ulaşabilseydi, vücutta ödem oluşurdu. İşte albumin, kandaki yüksek yoğunluğu nedeniyle suyu, bir süngerin yaptığı gibi emer ve bu tehlikeyi önlemiş olur. Bu sistem şöyle çalışır: Su ve erimiş haldeki maddelerin çoğu kılcal damar duvarından rahatlıkla geçebilirler. Ancak proteinler için bu geçiş mümkün değildir. Bu yüzden damar içinde kalan albumin gibi proteinler geçiş yerinde bir basınç oluşturur ve sıvının dışarı çıkmasını önlerler. Albumin; kolestrol gibi yağları, hormonları ve bir safra kesesi maddesi olan zehirli sarı bilirubini kendisine bağlayarak tutar. Ayrıca civa, penisilin ve diğer bazı ilaçları da tutar ve geçişlerine izin vermez. Bundan başka zehirleri karaciğerde bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise vücut içinde ihtiyaç duyulan yerlere götürür.14
Plazmada bulunan başka bir protein olan fibrinojen ise kanın pıhtılaşmasında önemli bir rol oynar. Kandaki diğer bir protein olan globülinlerden gamma olanlar, vücudun belirli bir enfeksiyonla uyarılması sonucunda oluşan koruyucu maddeler olan antikorlar gibi hizmet verirler.
Bunlar kanda bulunan proteinlerden sadece birkaç tanesidir. Bunlardan başka oksijen, azot ve karbondioksit gazları da plazmada erimiş halde bulunur. Kanda bulunan katı maddelerden olan glikoz ise oldukça önemli bir maddedir. Glikoz beynin yakıt maddesi olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle kandaki seviyesi hormonlarla sabit tutulur.  Eğer kandaki glikoz miktarı belli bir oranın altına düşerse aşırı uyarılma, bayılma, kaslarda titreme ve bir müddet sonra komayla birlikte ölüm ortaya çıkar.
 
Plazma % 55
Öğe
Temel Fonksiyonları
Su
Diğer Maddeleri Taşıma
Tuzlar (elektrolitler)
sodyum
potasyum
kalsiyum
magnezyum
klorür
bikarbonat
Ozmotik denge,
pH değişlimini
önleme ve zar
geçirgenliğinin
düzenlenmesi
Plazma Proteinleri
albümin
fibrinojen
globülinler
Ozmotik denge,
pH değişimini önleme,
kanın pıhtılaşması,
savunma ve lipid
taşınması
Plazma kanın önemli bir bölümünü oluşturur. Plazmanın içinde bulunan gerek proteinler gerekse tuzlar, insan için hayati önemi olan işlemleri yerine getirirler. Örneğin kanın pıhtılaşması, zehirlerin vücuttan uzaklaştırılması, besin maddelerinin taşınması plazmadaki proteinlerin görevlerinden birkaçıdır. Plazma vücuttaki taşıma-nakliye görevini hiç aksamadan, karışıklık çıkmadan yerine getirir. Bütün insanların plazmalarında bu proteinler bulunur ve hepsi aynı görevleri yerine getirirler. Plazma sıvısını oluşturan proteinlere sahip oldukları aklı veren elbette ki herşeyin Rabbi olan Allah'tır.
 
İnsan yaşamında son derece büyük öneme sahip olan kandaki bu maddelerin her biri özel bir tasarımın ürünüdür. Yaptıkları işler ve genel özellikleri düşünüldüğünde bu açıkça görülmektedir.
Görüldüğü gibi kandaki maddelerin tümü birbiriyle bağlantılı ilişkiler içindedir.  Maddelerden tek bir tanesinin olması ya da normal şartlar altında olması gerekenden  farklı özelliklerde ya da miktarda olması insan vücudu için ciddi sorunlara yol açmaktadır. Bütün bunlar insan için hayati öneme sahip olan kanımızın bütün özellikleriyle birlikte Allah tarafından yaratılmış olduğunu göstermektedir.

Kanın Pıhtılaşması

alyuvar
Kanın içinde dağınık bir şekilde dolaşan trombositler
İnsan bedeninin hemen her bölümüne milyonlarca borudan oluşan bir tesisat -damarlar- döşenmiştir. Bu boru tesisatının içinde hiç durmaksızın akan bir kan nehri vardır. Zaman zaman insan bedeninde meydana gelen küçük bir çizik veya kesik sonucunda, derinin hemen altında bulunan bu boruların içinde akan kan dışarı sızar. Normal şartlarda olması gereken, vücuttaki bütün kanın -tıpkı dibinde delik açılmış bir su şişesi gibi- bu delikten dışarı akması ve küçük bir çiziğin bile insanı kan kaybından öldürmesidir. Ancak bu gerçekleşmez. Söz konusu deliğin etrafında kan pıhtılaşmaya başlar ve pıhtılaşan kan, deliği adeta bir tıpa gibi tıkar. Bu durum, dibi delinen bir şişenin içindeki suyun dışarı akmamak için deliği onarmasına ve sertleşerek deliği tıkamasına benzer.
Bu, kuşkusuz büyük bir mucizedir. Kanın bu özelliği dünyadaki her insanın hayatını kurtarmaktadır. Aksi takdirde çok küçük bir yara bile insanların ölümüne neden olacaktır. Ancak insanlar gözlerinin önünde bulunan ve kendi hayatlarını koruyan bu mucize hakkında hiç düşünmezler. Peki bu büyük mucize nasıl gerçekleşirş Kan nasıl pıhtılaşırş Bu sorunun cevabı incelendiğinde çok açık bir yaratılış mucizesi ortaya çıkar.
Pıhtılaşma olayı, tıpkı otoyolda meydana gelen kazaya acil çağrılarla yetişen devriye ve ambulansların ilk yardımlarını anımsatan bir olaydır. 
Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler kanın içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun neresinde olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir trombosit vardır.
"Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde durmalarını sağlar.
kan hücreleri
Vücudumuzda meydana gelen küçük bir çizik veya kesik sonucunda, derinin hemen altında damarlarımızda akan kan dışarı sızar. (en üstteki resim) Bir süre sonra deliğin etrafındaki kan pıhtılaşmaya başlar. (ortadaki resim) Yumuşak bir yapıya sahip olan fibrin ilk başta yarayı kapattıktan sonra kurumaya başlar ve yarayı iyileşene kadar korumak için büzülerek sert bir kabuk halini alır. (en alttaki resim)

Olay yerine gelen ilk trombosit, tıpkı telsizle yardım ister gibi, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine çağırır. Gözle görülemeyen bir hücre ortada bir problem olduğunu anlamakta ve diğer mekanizmalarla haberleşebilmektedir.  Diğer ekipler kendilerine gelen mesajı anlamakta ve kendilerinden isteneni yapmaktadırlar. Vücudunuzun küçük bir noktasında gözle görülemeyen varlıklar birbirleri ile haberleşmekte ve bir organizasyon gerçekleştirmektedirler.
Bu arada, vücutta yer alan 20'ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Bu enzimlerden tek bir tanesinin olmaması sistemin işlememesi ve insanın hayatını kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ancak herşey planlanmış ve sistem kusursuz bir şekilde kurulmuştur.
Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal etmeleri gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten enzimler kendi aralarında verirler.
Yeteri kadar bu proteinden üretildikten sonra fibrinojen adında iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin çok önemli bir görevi vardır: Kanın üzerinde bir ağ oluştururlar ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Yara tamamen iyileştiğinde ise kan pıhtısı yine benzer işlemlerle çözülür.15
Şimdi biraz durup düşünelim: burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş  yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler, diğerleri haberin mahiyetini anlayıp derhal olay yerine gelir ve her biri görevini eksiksizce yerini getirir.
Sistem en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir şekilde çalışmaktadır. Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı ne olurdu düşünelim: Yara olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya da yaranın etrafında oluşan pıhtı bulunduğu yerden ayrılsaydı ya da pıhtılaşmada rol alan proteinler arasındaki haberleşmede aksaklıklar olsaydı… Bunlardan herhangi birinin olması durumunda  kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık.
Kanın pıhtılaşması denince, sadece gözle görülür yaralardaki pıhtılaşma akla gelmemelidir. Gün içinde çok sık başımıza gelen, ancak çoğu zaman fark etmediğimiz kılcal damar parçalanmalarının tamir edilebilmesi için  de pıhtılaşma sisteminin olması zorunludur.  Bacağınızı masanın kenarına ya da salonun ortasındaki sehpaya çarptığınızda çok sayıda kılcal damarınız parçalanır. Bu durum iç kanamalara yol açar ancak pıhtılaşma sistemi sayesinde kanama hemen durur ve arkasından tamir işlemi başlar.
Pıhtılaşma
Solda pıhtılaşmayı sağlayan hücreler, sağda ise fibrin iplikçiklerinin kan hücrelerini hapsedişi yani pıhtılaşma olayı görülüyor.
Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurduş  Hemofili olarak nitelendirilen hastalık ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan kişilerin en ufak bir darbeden bile korunmaları gerekir. Çünkü özellikle hastalığın ileri aşamalarında çok ufak bir kanama bile durdurulamaz, bu da hastanın kan kaybından ölümüne neden olur.
SİHİRLİ MADDE TROMBİN
Trombin kanı pıhtılaştıran bir proteindir. Ancak, trombin kanın içinde dolaşmasına rağmen, geçtiği yerlerdeki kanı pıhtılaştırarak normal akışın durmasına neden olmaz. Trombin sadece damarlardan birinde kanama olduğunda kanı pıhtılaştırır. Peki, trombin gerektiği anda pıhtılaştırma özelliğini nasıl kazanabilmektedir?
Trombin, genelde kanda aktif olmayan protrombin halinde mevcuttur. Aktif olmadığı için protrombin, fibrinojeni işleme sokarak pıhtılaşma için gerekli olan fibrin maddesinin oluşmasını sağlamaz. Böylece canlı, kontrolsüz bir pıhtılaşmanın ölümcül etkilerinden korunmuş olur.
Şimdi düşünelim: Eğer, kanın pıhtılaşması sisteminde sadece fibrinojen ve protrombin görev alsaydı bu durum ölümcül sonuçlar getirebilirdi. Böyle bir durumda, kişi yara aldığında, kanın içinde amaçsızca dolaşan protrombin, fibrinojenin yanından geçip gidecek, ve kişi kan kaybından ölecekti. Bu duruma göre; protrombin fibrinojeni fibrine dönüştürme özelliğine sahip olmadığı için vücutta protrombini harekete geçirecek bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Nitekim bu sistem insan vücudunda mevcuttur.
Pıhtılaşma işleminde, Stuart faktörü denilen başka bir protein de protrombine etki eder ve onu aktif trombine dönüştürür. Ancak bu şekilde trombin, fibrinojeni fibrine dönüştürür ve kan pıhtısını oluşturur.
Fakat burada çok önemli bir detay daha vardır: Eğer, Stuart faktörü ve protrombin ile fibrinojen, kanın pıhtılaşmasında rol oynayan tek proteinler olsaydı; Stuart faktörü etkisini hemen başlatacak ve organizmanın kanını kurutacaktı. İşte bu nedenlerden dolayı Stuart faktörü de kanda aktif durumda bulunmamaktadır ve harekete geçmesi için aktifleştirilmesi gerekmektedir.
Pıhtılaşmanın bu noktasında durum daha da dikkat çekici bir hal almaktadır. Aktif durumdaki Stuart faktörü de protrombini harekete geçirmeye yeterli değildir. Stuart faktörü ve protrombini bir test tüpüne koyup karıştırabilirsiniz, fakat bu sırada trombin oluşana kadar kişi kanamadan ölüp gidecektir. Stuart faktörünün harekete geçebilmesi için de akselerin adında başka bir protein gereklidir. Bütün bunların biraraya gelmesiyle akselerin ve aktif Stuart faktörü protrombini hemen etkileyip trombine dönüştürür ve kanama durdurulur.
Buraya kadar anlatılan aşamaların özeti; bir proenzimi aktifleştirebilmek için, iki ayrı proteine ihtiyaç duyulduğudur.
Ancak pıhtılaşmadaki birbirine bağlı işlemler bu kadarla da sınırlı değildir. Aslında akselerin de başlangıçta aktif olmayan proakselerin durumundadır. Peki bu proteini ne aktifleştirmektedir? Trombin! Fakat trombin hatırlayacağınız gibi bu zincirleme olayda, proakselerinin durduğu yerden daha aşağıdadır. Bu durumda akselerin üretiminde rol oynayan trombin, torunun anneannenin doğumundan önce var olmasına benzer. Ne var ki, Stuart faktörünün protrombini çok yavaş bir hızda kesmesi nedeniyle, kanda her zaman bir miktar trombin bulunmaktadır. (Michael Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, s.85-90)
Buraya kadar anlatılanlar pıhtılaşma ile ilgili son derece yüzeysel bilgilerdir. Ancak bu kısıtlı bilgilere rağmen, pıhtılaşma gibi hayatımız boyunca çok sık karşılaştığımız bir olayın ne kadar kompleks ve tasarım harikası olduğunu anlamak mümkündür. Onlarca parçanın birbirine bağımlı olarak işlev gördüğü ve bir tanesinin bile bir kez dahi görevini aksatmadığı bu sistemin tesadüfler sonucunda oluştuğunu öne sürmek ise, bir insanın hayatı boyunca karşılaşabileceği en mantıksız, en akıl dışı iddiadır.
Dahası, evrimciler canlıların aşama aşama evrimleştiklerini iddia ederler. Oysa, pıhtılaşma olayında da görüldüğü gibi, tüm proteinler ve enzimler, pıhtılaşmanın gerçekleşebilmesi için birbirine bağımlıdır ve biri olmadan diğerleri hiçbir işe yaramamakta, hatta canlının ölümüne neden olmaktadır. Dolayısıyla, canlının, diğer parçaların tamamlanmasını beklemek gibi bir şansı ve vakti olmayacak ve canlı yok olacaktır. İnsan evrimleşmemiştir. Şu anda ne görünüme sahipse, ne gibi fiziksel ve kimyasal özellikleri varsa bundan milyonlarca yıl önce ilk ortaya çıktığında da bu özelliklere sahiptir. Bu da insanın bir anda Allah tarafından yaratıldığının açık delillerindendir.
De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40)
Kanımızdaki pıhtılaşma özelliği mutlaka olmak zorundadır. Üstelik çok sıkı bir denetime tabi tutulması da gerekmektedir. Verilen bilgilerde de çok açık bir şekilde görüldüğü gibi böyle bir sistemin, canlı vücudunda  tesadüfen oluşması kesinlikle imkansızdır. Her detayı ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu sistem, Allah'ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün  bir göstergesidir. Bu sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek ise, Darwinistler'in mantık çöküntüsünü sergilemesi açısından son derece ibret verici bir olaydır. 
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)

Vücudun Motoru: Kalp

Buraya kadar anlatılanlarda da görüldüğü gibi kan, tesadüflerle var olması imkansız mucizevi bir sıvıdır, ve yaratılışın apaçık delillerinden biridir. Burada bir noktayı tekrar hatırlamakta fayda vardır. Kan, başlıbaşına bir mucizedir, ancak tek başına var olması pek bir anlam ifade etmez. Çünkü kan sıvısının bir canlıya fayda verebilmesi için içinde dolaşabileceği bir boru sistemine ihtiyacı vardır. Bu boru tesisatı insan vücudunu saran damar ağıdır.
Kanın bu damarlar içinde dolaşmasını ve vücudun her hücresine anında ulaşmasını sağlayacak itici güç olarak bir de motora ihtiyaç vardır. Bu motor da "kalp"tir.

En Mükemmel Pompa

Yeryüzünün en mükemmel yapıya sahip pompası, şu anda sol göğsünüzün hemen altında çalışmaktadır. Kalp, akılalmaz tasarımı ve durmak bilmeyen atışlarıyla, 1 gün içinde vücudumuzdaki bütün kanın 1000 tam devir yapmasını sağlar.
Kalp
Vücudunuzdaki durmak bilmeyen pompa günde 24 saat hiç durmadan çalışır. Bu pompanın vücudunuzun ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kendi elektrik sistemini kullanarak çalışmaya başlaması ve 1 saatlik sürede orta büyüklükteki bir arabayı, yerden yaklaşık 1 m. yüksekliğe kaldırabilecek kadar enerji üretmesi gerekmektedir. İşte bu sırada dışı pompa kalbinizdir.
Kalp dış görünüş olarak aşağı-yukarı yumruğunuz büyüklüğünde, etten yapılmış bir pompadır. Ancak kapasitesi düşünüldüğünde, dünyadaki en güçlü, en uzun ömürlü ve en verimli iş makinesi olduğu anlaşılacaktır. Bu nitelendirmenin çok fazla nedeni vardır. Öncelikle kalbin çalışırken kullandığı güç muazzamdır. Bu güç sayesinde kalp, kanı 3 metre kadar yukarı sıçratabilir. Kalbin kapasitesini şöyle bir örnekle daha da netleştirebiliriz. Kalp, bir saatlik zaman zarfında, orta boy bir arabayı yerden yaklaşık bir metre yukarı kaldırmaya yetecek kadar enerji meydana getirebilir.16
Ancak kalbin en önemli özelliği durmak bilmeksizin çalışabilmesidir. Kalp dakikada 70 kere ve her yıl yaklaşık 37 milyon kereden fazla hareket eden bir kastır. Bir insanın ortalama hayatı boyunca ise yaklaşık 2.5 milyar vuruş yapar ve yaklaşık 300 milyon litre kan pompalar.17 Bu da 10 bin adet petrol tankerini dolduracak sıvı miktarına eşittir. Kalp, uyuduğunuz zaman bile saatte yaklaşık 340 litre kan pompalar. Bir başka deyişle kalbimiz bir arabanın yakıt deposunu saatte 9 kere doldurur. Bedensel hareketler sırasında, örneğin koşarken, temposunu daha da artırır ve saatte yaklaşık 2 bin 270 litre kan pompalar.18
Kalp, her çarptığında bir miktar kanı, büyük bir güçle vücudun derinliklerine pompalar. Bu kasın gücü konusunda biraz daha fikir edinebilmek için yumruğunuzu saniyede bir kere olmak üzere ne kadar uzun süre sıkabileceğinizi deneyin. Kısa sürede yorulacak ve devam edemeyeceksiniz. Parmaklarınızı ve elinizi hareket ettiren kaslar, birkaç dakika içinde yanmaya ve acı vermeye başlayacaktır. Buna rağmen kalp, bir dakika bile dinlenmeksizin ömür boyu kasılıp gevşemeye devam eder.
Kalbin bir diğer özelliği ise, değişen koşullara göre gerektiği kadar kan pompalamasıdır. Normal şartlarda kalp dakikada ortalama olarak 70 kez atar. Yorucu egzersizler sırasında ise kaslarımız daha çok oksijene ihtiyaç duyar. Bu durumda kalp çalışma temposunu dakikada 180 defaya kadar yükselterek pompaladığı kan miktarını artırır. Akıttığı kanı 5 katına  çıkarabilir. Normal şartlar altında bu hızda ve hiç durmadan çalışan bir makina bir süre sonra fazla ve dengesiz çalışmaktan bozulur. Kalp ise yıllar boyunca hiçbir zaman ritmini kaybetmeden işlemini sürdürür.
insan kalbi
Üstte kompleks bir sistemle çalışan, ileri teknolojiyle üretilmiş bir pompanın detaylı yapısı görülmektedir.İnsan kalbi,bu pompadan çok daha kompleks ve mükemmel bir yapıya sahiptir.

Kusursuz Tasarım

Kalbin yaptığı işi daha iyi anlayabilmek için onu insan yapısı pompalarla karşılaştıralım.
Öncelikle belirtmek gerekir ki kalp bir sıvıyı diğer tarafa pompalayan basit bir pompa değildir. Kalp aynı anda iki farklı sıvıyı iki farklı yöne pompalayan çok özel bir tasarıma sahiptir. Normal pompalar gibi tekdüze bir çalışma temposu da yoktur. Değişen durumlara göre hangi hızda çalışması gerektiğini kendi kendine ayarlar. Bu özellikleri düşünüldüğünde kalbi, içinde çok gelişmiş bir bilgisayar bulunan özel tasarımlı bir pompaya benzetebiliriz.
Bir pompa iki bölümden oluşur. Güç üreten motor ve motorun çalıştırdığı mekanik aksam. Oysa kalp, içten motorlu bir tasarıma sahiptir. Motor da pompa da kalbin kendisidir.
İnsan yapısı pompaların ömrü en fazla 10-15 senedir. Bu süre içinde pompa sürekli değil, günün belirli zamanlarında çalışır. Sürekli çalışan pompalarınsa ömürleri daha kısa olur. Her iki durumda da pompa zaman zaman bozulur, bakıma ihtiyaç duyar ya da bazı parçalarını değiştirmek gerekir. Buna karşın kalp günde 24 saat, toplam 70-80 sene bazen de daha uzun bir süre durmaksızın çalışır. Sağlıklı bir kalp bu zaman içinde herhangi bir bakıma ihtiyaç duymaz. İnsan yapımı pompalarda olduğu gibi tamire ya da yedek parça değiştirilmesine de gerek duymaz.
Kalp
1- Kalp dış zarı, 2-7- Aort, 3- Akciğer atardamarı, 4-9-Sağ kulakçık, 5-10- Sol kulakçık, 6- Ön kalp karıncıkları arasındaki atardamarmar, 8- Üst ana toplardamar, 11- Sol karıncık, 12- Sağ koroner atardamar, 13- Sağ karıncık, 14- Kalp kulakçığı düğümü, 15- Kulakçık ve karıncık düğümü, 16-Epikard
İnsan daha anne karnında küçük bir cenin iken kalbi atmaya başlar ve ömür boyu görevini sürdürür. Hayatınızın her anında bu pompa, sizin bilginiz, iradeniz ve kontrolünüz dışında sizin için kan pompalar. Siz daha birkaç aylık bir bebekken ya da ilkokul yıllarında bir gece uyurken bu pompa çalışıyordu. Şu anda bu yazıyı okurken de bu küçük pompa hiç dinlenmeden görevini sürdürüyor.
Kalbin genel yapısı daha yakından incelendiğinde ne kadar özel bir tasarıma sahip olduğu hemen görülecektir.

Kalpteki Orijinal Pompalar

Kalp aslında iki farklı pompadan oluşan bileşik bir pompadır. Bu pompalardan sol tarafta bulunan pompa, temiz kanı vücuttaki organ ve dokulara, sağ tarafta bulunan pompa ise kirli kanı akciğerlere doğru pompalar.
Bu pompalar da altlı-üstlü iki farklı pompadan oluşur. Pompalardan küçük olanına kulakçık, büyük olanına karıncık adı verilir. Örneğin temiz kan kalbin sol tarafına ulaştığında önce üst tarafta bulunan küçük pompaya dolar. Kan buradan alt tarafta bulunan büyük pompaya pompalanır. Büyük pompa da kanı vücut organlarına gönderir. Aynı işlem kalbin sağ tarafında bulunan pompalarda da yapılır.
Dolaşım
Kalpler
Kalp kasılıp gevşeyerek kanın vücutta dolaşmasını sağlar. Kulakçıkların kasılması ve aradaki kapakçıkların açılması sonucunda kan karıncıklara, karıncıkların kasılması ile de buradan atardamarlara geçer. Sağ kulakçıktaki kirli kan az oksijenlidir. Sol kulakçık ise temiz kanla doludur. Kulakçıklarla karıncıkların kasılmaları birbirlerine zıt olarak gerçekleşir. Kalbin çalışmasındaki bu gibi detaylar bu organın üstün bir akıl tarafından yaratıldığının delillerindendir.

Tek Yönlü Emniyet Sübapları

Kalp
1) Karıncıklara giren kan yarım ay şeklindeki kapakçıkları iterek açar.
2) Devam eden kasılma kanı damarlara doğru götürür.
Bu pompalar arasında kanın akış yönüne doğru açılan tek taraflı kapakçıklar vardır. Küçük pompa kasıldığında bu kapakçıklar açılır ve kan büyük pompanın içine dolar. Büyük pompa kasıldığında aradaki kapaklar kapanır ve kanın, geldiği yöne doğru akması engellenmiş olur.
Benzer kapaklar büyük pompanın tahliye bölümünde de vardır. Büyük pompa kasıldığında bu kapaklar açılır ve kanın vücuda doğru akması sağlanır. Ancak pompalama işlemi durduğu anda kapaklar kapanır ve pompalanan kanın kalbe geri dönmesi engellenir. Bu basit ama son derece güvenli bir tedbirdir. Benzer sistemler günümüzde modern pompalarda kullanılmaktadır.
Yalnızca bu kapakçıkların varlığı bile, kalbin özel olarak tasarlanmış olduğunun bir delilidir. Kalbin sahip olduğu yüzlerce mucizevi özellik bir kenara bırakılıp yalnızca bu kapakçıkların nasıl var olduğu düşünüldüğünde bile karşımıza Allah'ın kusursuz yaratışı çıkar. Hiçbir tesadüf, değil kusursuz bir yapıya sahip olan kalbi, bu kalbin odacıkları arasında bulunan bir kapakçığı bile var edemez. İnsan vücudundaki bu mükemmel makinanın her detayı Allah'ın kudretinin, gücünün ve varlığının bir delilidir.
Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. (Hac Suresi, 74)
Toplardamar
1) Toplardamarlar kasılıp, damar içindeki basınç arttıkça, kan yukarıya doğru itilerek, yarım ay şeklindeki kapakçıkların açılmasını sağlar.
2) Toplardamarlar gevşeyip, damarlardaki basınç azalınca, kan kapakçıkların kuplarını doldurup, onların geri kapanmasını sağlayarak, atardamardan geri akar.

Pompanın Yağlanması

DeriKendi bildiğimiz, tanıdığımız makinaları düşünelim. Çok basit bir mekanizması olsa da herhangi bir makina çalışırken, makinayı oluşturan parçalar arasında mutlaka bir sürtünme kuvveti meydana gelir. Bu sürtünme ortadan kaldırılmazsa parçalar aşınır ve makina da zarar görür. Bu yüzden hareketli parçaların mutlaka düzenli olarak yağlanması gerekir.
Bir ömür boyu durmaksızın kasılıp gevşeyen kalp için de aynı tehlike vardır. Kalbin çalışmasının kolaylaştırılması için bir yağlama sistemine ihtiyacı vardır. Bu sistem de kalbin yapısında mevcuttur. Kalbin dış tabakasında, iki katlı zardan oluşan bir tabaka (perikard) bulunur. İşte bu zarların arası kaygan bir sıvıyla kaplıdır. Bu kaygan sıvı da kalbin rahat çalışmasını ve darbelerden korunmasını sağlar. Söz konusu yağlama sistemi, kalpteki mükemmel tasarımın detaylarından yalnızca biridir.
 

Kalbin Zırhı

Vücutta hayati öneme sahip olan organlar diğerlerinden daha farklı şekillerde korunma altına alınmışlardır. Kalp de vücudun en çok korunması gereken organlarından biridir. Kalbe gelebilecek bir darbe hayati öneme sahip tehlikelere yol açacaktır. İşte bu yüzden kalbimiz, vücudun en güvenli yerine, göğüs kafesinin içine yerleştirilmiştir. Göğüs kafesini oluşturan kemikler kalbi her türlü darbeye karşı adeta bir zırh gibi korur.
KafesAkciğerler
Kalbin göğüs kafesindeki yeri görülüyor.
A) Kalbin göğüs kemiği ve kaburgalarla olan bağlantısı
B) Göğüs kafesinde kalbin enine kesiti
C) Akciğerlerdeki büyük damarların kalple olan bağlantıları

Kalp Nasıl Beslenir?

Kalp
Kalbi saran ve onu besleyen atardamar ve toplardamarlar
Kalp kası, besin maddelerinin ve oksijenin geçemeyeceği kadar kalın ve sıkı dokuludur. Bu nedenle kendi içinden geçen kandan yararlanamaz. Ancak kalp de bir organdır ve diğer organlar gibi hücrelerinin kana ihtiyacı vardır. Hatta kalp sürekli çalışan bir kas olduğu için diğer bütün organlardan çok daha fazla oksijene ihtiyacı vardır.
Kalbin bu ihtiyacı da yine çok benzersiz bir tasarım sayesinde çözülmüştür. Akciğerlerden kalbin sol bölümüne gelen kan, vücuttaki en temiz ve en bol oksijenli kandır. Bu kanın vücuda pompalandığı aort atardamarından "koroner atardamarlar" denilen iki damar çıkar. Bu damarlar diğer damarlar gibi vücuda gitmez, gerisin geriye kalbe döner. Böylece en bol oksijene sahip kan, başka hiçbir yere uğramadan doğrudan kalbe ulaştırılır.
Bir başka tasarım da koroner damarların döşenme planında vardır. Bu damarlar kalbe doğru giderken, birbirleriyle ara bağlantılar yaparlar. Bu bağlantılar damarlardan birinin tıkanmasına karşı bir sigortadır. Eğer damarlardan biri tıkanırsa, kan diğer damardan yoluna devam ederek tıkalı bölümü aşar ve kalbe ulaşır. Bu tasarım şehir planlama uzmanları tarafından içme suyu şebekeleri döşenirken kullanılır. Mevcut borulardan birinde arıza olması halinde şehrin bir bölgesinin susuz kalmaması için borular "ağ sistem" denilen bu tasarıma uygun olarak döşenir.
Görüldüğü gibi yalnızca kalbi besleyen damarların birbirleriyle yaptıkları bağlantılarda bile, hiçbir tesadüfe yer bırakmayan bir akıl ve planlama görülür.
Kalbin diğer yapısal özelliklerine geçmeden önce bir hatırlatma yapmakta fayda vardır. Sadece buraya kadar anlatılan özelliklerini dikkate alsak dahi kalbin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi aşamalı bir şekilde, üstelik de bu aşamaların tümünün tesadüfen meydana gelmesiyle oluşmasının imkansız olduğunu hemen görürüz.
Kalpte her yönden eksiksiz, kusursuz bir tasarım vardır. Kalbin tek başına hatta bırakın kalbin tamamını, kalbi oluşturan parçalardan birinin dahi kendi kendine oluşması kesinlikle mümkün değildir. Üstelik kalp gibi mükemmel yapıya sahip olan bir organın –ne kadar imkansız olsa da- kendi kendine ortaya çıktığını düşünsek bile bu da hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü dolaşım sistemi olmayan, pompalayacak kanı olmayan bir kalp ne kadar mükemmel özelliklere sahip olursa olsun hiçbir işleve sahip olamayacaktır. Ve yine evrimci mantığa göre işlevi olmayan bir organ olarak ortadan kaybolacaktır. Görüldüğü gibi tek bir örnek dahi evrimci iddiaların kendi içinde dahi büyük çelişkiler taşıdığını ortaya koymaktadır.

Kalbinizdeki Elektrik Sistemi

Bir kalbi vücudun dışına çıkarırsanız kendi enerjisini tüketene kadar hiçbir bağlantısı olmadan çalışmaya devam eder. Kalbe gerekli kan sağlandığında, tüm sinir bağlantılarından ayrılsa bile saatlerce  atar.
Burada ilginç bir durum söz konusudur. Bu ilginç durumu incelemek için kasların nasıl çalıştığını kısaca hatırlayalım; bir kasın çalışması için beyinden ya da omurilikten gelecek bir emre ihtiyaç vardır. Bu emir gerçekte sinir sistemi yoluyla iletilen bir elektrik sinyalidir. Kalbin yapısı tamamen kas dokusundan oluştuğu için, dakikada yaklaşık 70 kez atan kalbe dakikada 70 defa elektriksel uyarı yapılması gerekmektedir.
Ancak biraz önce belirtildiği gibi, bütün sinirsel bağlantıları kesilen ve vücudun dışına çıkartılan bir kalp bir süre daha atmaya devam eder. Bu durum akla, "bu kasılma emirlerinin nereden geldiği" sorusunu getirecektir.
Söz konusu durumu inceleyen bilim adamları çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Kalbin içinde kendi elektriğini kendi üreten bir jeneratör bulunmaktaydı. İnsan vücudundaki et parçalarından bir tanesi olan kalpte bulunan ve yine etten yapılmış bir jeneratör…
Bilindiği gibi jeneratör enerji kesintisi durumunda devreye girerek enerji üretimine devam eden ve makinaların zarar görmesini engelleyen bir alettir. İnsan vücudundaki en hayati organlardan bir tanesi olan kalp de herhangi bir enerji kesintisi karşısında zarar görmemesi için bu tür bir korumaya alınmıştır. Kalbin bir an durması vücutta son derece önemli hasarlara neden olabilir, hatta sonucu ölüm olabilir. Bu yüzden kalbi çalıştıracak elektrik sistemi kesintisiz bir şekilde işlemelidir. Bu elektrik sistemini inceleyen bilim adamları çok daha şaşırtıcı gerçeklerle karşılaştılar. Kalp yalnızca mikro bir jeneratör değil, birbiri içine geçmiş birçok bağlantıya sahip, programlı ve sistemli bir elektronik devreler bütünü sayesinde çalışmaktaydı. Bu elektronik kontrol ve yönetim sistemi, böbreklerden beyne, atardamarlardan hormonal bezlere kadar birçok etkenle işbirliği içindeydi.
Bilim adamlarının çok yakın bir dönemde keşfettiği, kalpteki bu kusursuz tasarım unutulmamalıdır ki, milyonlarca yıldır kesintisiz işlemektedir. Hiç istisnasız şimdiye kadar yaşamış olan on milyarlarca insanın tamamında bu sistem mevcuttu. Şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan milyarlarca insanın da kalbi aynı kusursuz sistemle çalışmaktadır ve bundan sonra yaşayacak insanlarda da bu sistem var olacaktır. Bu, Allah'ın kusursuz yaratmasıdır.

Kalpteki Elektronik Sistem

Kalp
Kalbi çalıştıran enerji dalgası kulakçıkta bulunan S.A. yumrusu tarafından başlatılır ve kalp atardamar kasının yardımıyla A.V. yumrusuna, oradan da sağ ve sol liflere geçer. Bu işlemlerin gerçekleşmesini kalpteki özel elektrik sistemi sağlar. Bir et parçasının elektrik üretmesini sağlayan güç, yaratmada hiçbir ortağı olmayan Allah'a aittir.
Kalbin sağ kulakçığı yakından incelendiğinde kalbe elektrik sağlayan söz konusu jeneratör görülür. Bu jeneratör S.A yumrusu adı verilen bir doku düğümüdür. Dinlenmekte olan yetişkin bir insanın kalbinde bulunan jeneratör, dakikada 72 kez düşük yoğunlukta elektriksel uyarı yayınlar.19 Bu uyarıların her biri yeryüzünün en mükemmel pompasını bir defa çalıştırır.

Şimdi bu mekanizmadaki tasarıma şahit olmak için, kalbin saniyeden daha kısa bir sürede gerçekleşen tek bir vuruşunu inceleyelim.
Jeneratörden (S.A. yumrusundan) verilen enerji dalgası, kalbin küçük pompalarını (kulakçıkları) oluşturan dokular üzerinde yayılır. Böylece kas lifleri harekete geçer ve küçük pompalar çalışır. Kan küçük pompalardan kalbin alt tarafında bulunan büyük pompalara (karıncıklara) geçer.
Ancak normal şartlarda oluşması gereken durum çok daha farklıdır. Jeneratörden yayılan enerji önce küçük sonra büyük pompaları uyaracaktır. Ancak elektrik dalgası çok hızlı yol aldığından her iki pompa da hemen hemen aynı anda kasılacak ve kalbin çalışma mekanizması tamamen bozulacaktır. Öyle bir elektrik devresi kurulmalıdır ki, elektrik enerjisi önce küçük pompaları uyarmalı, ardından bir süre bekletilmeli, sonra büyük pompaları uyarmalıdır. Bu arada elektrik sinyali yola çıktıktan sonra, küçük pompalar işlerini bitirene kadar bir noktada beklemelidir. İhtiyaç duyulan devre tam bir mühendislik harikası olmalıdır.
Nitekim jeneratörden yayılan elektrik dalgası küçük pompaları uyardıktan sonra, bir başka doku düğümüne gelir. A.V yumrusu denilen bu doku elektrik sinyalini saniyenin 14'te biri kadar kısa bir zaman tutar. Bu, çok hassas ayarlanmış bir zaman dilimidir. Çünkü bu süre bittiğinde küçük pompa da çalışmasını bitirmiş olur. Ardından elektrik sinyali yoluna devam eder ve saniyenin 16'da biri kadar kısa bir zaman içinde bütün karıncık hücrelerini uyarır. Kendi sırası gelen büyük pompa da böylece kasılır ve kan pompalanmış olur. Bütün bu işlemler saniyeden daha kısa bir zaman diliminde gerçekleşir.20

Önemli Bir Güvenlik Tedbiri: Kalpteki Yedek Jeneratör

Kalp
Kalpteki ana jeneratör çalışmadığında hemen yedek jeneratör devreye girer. Bu koruyucu sistemi insan için yaratan Allah'tır.
Ana jeneratörden çıkan elektrik dalgalarını kısa bir süre için durduran A.V yumrusunun önemli bir görevi daha vardır. Bu yumru ana jeneratörde bir aksaklık olduğu zaman onun yerine geçer ve yedek bir jeneratör görevi görür. Yedek jeneratör asıl güç kaynağı kadar güçlü sinyaller üretemez (dakikada 40-50 sinyal üretir) ancak ürettiği sinyaller kalbin görevine devam etmesini sağlaması için yeterlidir. Ana jeneratör herhangi bir nedenle zarar gördüğünde yedek jeneratör (A.V. yumrusu) insan hayatı için son derece önemli yeni bir görev üstlenmektedir. Ana jeneratörün herhangi bir sebeple çalışmadığı durumlarda 20 yıl kadar yaşayan kişilere rastlanmıştır.21
Buraya kadar anlatılanları anlamak için, okuyan kişinin belli bir şuur ve anlayışa sahip olması gerekir. Nitekim bu yazıyı okuyan insanlar bu anlayışa sahiptir. Ancak dikkat edilirse kalbi oluşturan parçaların görevlerini yerine getirebilmeleri için de şuur göstermeleri gerekmektedir. Örneğin yedek jeneratör görevindeki bölümün devreye girmesi için insan vücudunda olan bitenleri anlaması, acil durumları hemen fark ederek gerekli sistemi devreye sokması gerekmektedir.
Peki bizim anlamamız için şuur gereken bu işlemleri kalbin çeşitli bölgelerinde yer alan bu parçalar nasıl gerçekleştirmektedirlerş Kalpteki sinir düğümlerinin şuur sahibi olduğu düşünülebilir miş Bu düğümlerin belirli saniyeleri hesaplayabildikleri, bu hesapları hiç durmadan ve aksamadan yaptıkları iddia edilebilir miş Elbette ki kalbin çalışması için gerekli olan kompleks işlemleri, kalpteki bu yapıların kendi iradeleriyle gerçekleştiremeyecekleri çok açıktır. Çünkü bu düğümler yalnızca bir hücreler topluluğudur; bu topluluğun kendisine ait bir karar mekanizması, iradesi, hesap yeteneği olması düşünülemez.
Bir hücrenin elektrik üretebilmesi bile başlı başına büyük bir mucizedir. Çünkü söz konusu üretim binlerce kompleks kimyasal işlem sonucunda gerçekleşir. Bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli sorular vardır;
Bir hücre niçin elektrik üretmek gibi bir vazife üstlenmek isterş Kendisini buna mecbur kılan güç nedir? Kalbin kasılması için elektrik sinyaline ihtiyaç olduğunu, kasılmayı sağlayan hücrelerin elektrik olmadan çalışmayacaklarını bu hücre nereden bilmektedir?
Kaldı ki hücrenin elektrik üretmesi dahi tek başına yeterli değildir. Öncelikle elektrik üreten başka hücrelere de ihtiyaç vardır. Bu hücreler doğru sıralamada biraraya gelmelidirler. Yalnızca birarada bulunmaları da yeterli değildir. Bu hücreler birbirleri ile sözleşmişçesine hep beraber elektrik üretmelidirler. Ayrıca bu üretimin belirli bir ritim içinde olması gereklidir. Her hücrenin elinde bir kronometre olmalı, bu hücreler hiç şaşmadan her 0.83 saniyede bir harekete geçmelidirler. Dahası hücreler bu üretimi bir ömür boyu hiç yorulmadan sürdürmelidirler. Ayrıca kalbi çalıştıracak elektrik akımının miktarını tam olarak bilmeli, daha az veya daha fazla değil, tam ihtiyaç duyulan büyüklükte elektrik akımı üretmelidirler.
Kalpte yorulmak bilmeden kasılan kas hücrelerinin de elektrik akımı geldiği anda çalışabilecek tasarıma sahip olmaları gereklidir. Kendilerine ulaşan tek bir sinyale bile kayıtsız kalmamalı, dakikada 72 kez üretilen sinyalin her birine cevap vermelidirler.
Bu mucizevi sistemin çalışmasını anlamak için bile belirli bir anlayış gerekirken, bu sistemin kör tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek elbette akıl ve bilim dışı bir yaklaşım olur. Böylesine kusursuz bir sistem şuursuz tesadüflerle var olamaz. İnsanın içinde böyle bir elektronik devrenin kurulu olması, onun Allah tarafından yaratılmış olduğunun apaçık olan bir başka delilidir. 
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misinizş Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz müş Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir. (Vakıa Suresi, 57-60)

Kalbin Çalışmasındaki Gaz-Fren Sistemi

Kalbin çalışması
Kalbimizin çalışmasını denetleyen mekanizmanın parçalarından sinir sistemi, hormonal sistem ve bunlara bağlı organlar büyük bir uyum içinde çalışır.
Bu bölümde kalbin çalışmasını denetleyen çok özel bir sistemi inceleyeceğiz. Göğsünüzün hemen altında bulunan bir et parçasının içinde bilgi temininin, bu bilginin değerlendirilmesinin ve gerekli düzenlemelerin yapılmasının otomatik olarak nasıl gerçekleştiğini göreceğiz.
Burada bir hatırlatma yapmakta fayda var. İnsan vücudunda ya da başka canlılarda bulunan sistemleri incelerken yapmanız gereken en önemli şey, bu sistemlerin tesadüfen oluşup oluşamayacağını kendi kendimize sormaktır. Anlatılan her konuda bu soruların satırlara dökülmesi elbette imkansızdır. Ancak ister bu kitap olsun ister insan vücudunu anlatan başka bir kitap, okuyucu bu hayati soruyu kendi kendine sürekli sormalıdır. Çünkü bu sorunun cevabı insanın, Yaratıcımız olan Allah'ın  sonsuz kudretini daha iyi takdir edebilmesini sağlayacaktır.
Şimdi bu soruyu sık sık sorarak kalbin ritmini kontrol eden sistemi inceleyelim.
Kalp belirli bir ritimde sürekli atar. Bu işlemi, sabit hızla yol alan bir arabanın çalışmasına benzetebiliriz. Ancak belirli durumlarda kalbin temposunun hızlandırılması ya da yavaşlatılması gerekir. Bu da sabit hızla yol alan arabanın gaz pedalına basılarak hızlandırılması ya da fren pedalına basılarak yavaşlatılmasına benzer. Kalbin ritmini azaltan fren pedalı 'vagus sinirleri', kalbin ritmini hızlandıran gaz pedalı ise 'sempatik sinirlerdir'.22 Fren pedalının (Vagus sinirlerinin) harekete geçmesini  sağlayan asetilkolin hormonudur.
Sempatik sinirler (vücudumuzda isteğimiz dışında çalışan ve iç organların çalışmasını düzenleyen otonom sinir sisteminin parçalarıdır) damarları daraltarak kan basıncını artırır, ayrıca böbrek üstü bezinin öz (medulla) bölgesini uyararak bu yerden epinefrin ve nörepinefrin hormonlarının salgılanmasını sağlar. Bu hormonlar kalbin çalışmasını artırırlar. Tiroid bezinden salınan tiroksin hormonu ise metabolizmayı artırarak kalbin çalışmasını etkiler.23
Peki bu pedallara nasıl basılırş Hızlanma ya da yavaşlama kararı nasıl alınırş İnsan vücudunun içinde öylesine mükemmel bir denetim ve bilgi alışveriş ağı kurulmuştur ki, insan yapısı hiçbir bilgi işlem ağı bu sistem kadar mükemmel değildir. Bu sistemin vücudunuzun içinde -şu an dahi- bilginiz dışında çalışıyor olması, yaratılmış olduğunuzun bir delilidir. Şimdi söz konusu pedallara nasıl basıldığını, hızlanma veya yavaşlama kararlarının nasıl alındığını -gerekli soruları kendi kendimize sorarak- inceleyelim:
Güç isteyen bir hareket yaptığınızda, toplardamarların etrafında bulunan kaslar kirli kanın akımını hızlandırır. Böylece kalbe ve sağ kulakçığa daha çok kan gider. Bunun üzerine kulakçık kasları gerilir. Bu gerilim sonucu oluşan sinir uyarıları, merkezi sinir sistemi tarafından omurilik soğanına aktarılır. Soğancık bu bilgileri değerlendirir ve hemen kalbe bir emir gönderir. Kalbin gaz pedalına basılır ve ritmi hızlandırılır. Böylece kaslara daha çok temiz kanın gitmesi sağlanır.
Şimdi anahtar soruyu soralım. Bu sistemin tesadüfen var olduğunu iddia etmek akıl ve mantıkla bağdaşır mış Böyle bir iddiada bulunan insan aşağıdaki sorulara kesinlikle cevap veremez:
-Kirli kanın çoğaldığını ve yarattığı gerilimi fark eden algılayıcılar, kalbin doğru bölgesine -kirli kanın bulunduğu sağ kulakçığa- nasıl yerleştirilmişlerdirş
-Bu algılayıcıların verecekleri bilgiyi, omurilik soğanına taşıyan telefon hattı nasıl oluşmuştur?
-Bu bilgiyi değerlendiren ve doğru kararı alabilen bilgi işlem merkezi –omurilik soğanı- nasıl var olmuştur?
-Omurilik soğanı kendisine ulaşan mesajın kirli kanın çoğaldığı anlamına geldiğini nasıl anlarş Omurilik, problemin ortadan kaldırılması için kalbin daha hızlı atması gerektiğine hangi şuurla karar verir?
-Beynin emrine itaat eden ve kalbin ritmini hızlandıran özel mekanizma nasıl ortaya çıkmıştır?
-Bu sistemin elemanları aynı anda tek bir seferde nasıl biraraya gelmişlerdir?
Elbette hiçbir tesadüf böylesine büyük bir düzeni meydana getiremez. Değil böyle bir düzeni, düzeni oluşuran parçalardan tek bir tanesini bile var edemez. Yukarıdaki soruların cevapları evrim teorisinin geçersizliğini ispatlamasının yanı sıra, Allah'ın yaratmasını çok açık bir şekilde ortaya koyar.
Şimdi yine Allah'ın var ettiği bir başka güvenlik mekanizmasını inceleyelim ve Allah'ın sanatına bir kez daha şahit olalım.
Kalbin, kendisine zarar verecek kadar hızlı atmasını engellemek için de yine özel bir güvenlik mekanizmasına ihtiyaç vardır. Kalbin solundan çıkan aort damarının içinde, kan basıncını ölçmeye yarayan algılayıcılar vardır. Kalp atışları hızlandıkça aort duvarına vuran kanın basıncı da yükselir. Bu basınç yükselmesi belirli bir sınırı aşınca, güvenlik mekanizması devreye girer. Artan basıncı fark eden algılayıcılar omurilik soğancığına uyarılar gönderir. Omurilik soğanı durum değerlendirmesi yapar ve kalbe yeni bir emir gönderir. Bunun üzerine kalbin ritmini yavaşlatan fren pedalına basılır ve kan basıncı düşürülür. Şimdi aort içine yerleştirilen basınç ölçerler ve kalbin fren mekanizması üzerinde tekrar düşünelim;
Kalbin hızlı atmasının insan vücuduna zarar vereceğini bilen ve buna karşı bir önlem alan güç şuursuz tesadüfler midir?
Fazla kan basıncını ölçmeye yarayan algılayıcılar tesadüfen mi var olmuşturş Daha sonra bu algılayıcılar en doğru yere -aort damarının çeperine- tesadüfen mi yerleşmişlerdir?
Algılayıcılar ve omurilik arasındaki telefon bağlantısı tesadüfen mi var olmuştur?
Algılayıcı hücreler basıncın arttığını nasıl anlayabilir ve bu artışı omurilik soğanına haber vermeyi hangi şuur ile aklederler?
Omurilik soğanı kendisine gelen bilgileri hangi irade ile değerlendirirş Durumun önemini hangi şuur ile kavrarş?
Omurilik hücrelerinden bazıları kendilerini kalp atışlarını düzenlemeye niçin adamışlardırş Bu sorumluluğu niçin üstlenmişlerdir?
Bir omurilik hücresi kalbe emir göndermeye nasıl karar verirş Gönderdiği emri hangi dilde göndereceğini, kalp hücrelerinin hangi dilden anladıklarını nereden bilir?
Kalp hücreleri niçin omurilik denilen başka bir et parçasına itaat ederler?
Bu sorular insan aklında zamanla oluşan alışkanlık -ülfet- perdesini ortadan kaldırmak için son derece önemli sorulardır. Çünkü insanlar bu ülfet perdesi yüzünden gözlerinin önündeki mucizeleri görmezler.
Çoğu insan bazı durumlarda kalbinin daha hızlı attığını fark eder. Çok basamaklı bir merdiveni hızlı bir şekilde çıktığında, koştuğunda, ya da heyecanlandığında kalp atışlarının hızlandığını, daha sonra kalbin tekrar eski ritmine döndüğünü her insan hissedebilir. Ancak hiç kimse bunun aslında ne kadar büyük bir mucize olduğunu düşünmez. Kalp atışlarının hızının vücudunun içine yerleştirilmiş bir bilgisayar sistemi tarafından düzenlendiğini fark etmez. Böyle bir sistemin varlığından haberdar olsa da bu konu üzerinde fazla zihnini yormak istemez. Kendisinin ve vücudundaki mucizevi sistemlerin nasıl var olduğu hakkında düşünmez, hatta ısrarla düşünmekten kaçar. Bu tip konular üzerinde fazla düşünmenin insanın ruh sağlığını bozacağına dahi inananlar vardır.
Oysa Allah insanlardan "düşünmelerini" ister. Allah insanlara yarattığı varlıklar üzerinde derin derin düşünmelerini, böylece Kendisi’nin gücünü ve kudretini daha iyi kavramalarını, ve Kendisi’nden daha çok korkup sakınmalarını emreder. Bir Kuran ayetinde Allah müminlerin nasıl davranmaları gerektiğini, Kendi yarattığı varlıklar üzerinde nasıl düşünmeleri gerektiğini ve bu tefekkürün sonucunda Allah korkularının nasıl artması gerektiğini şöyle bildirmiştir:
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)

Mücadeleye Hazırlık

İnsan Vücudu
İnsan bedeni daha güçlü ve dayanıklı olması gereken durumlara hazır olacak şekilde yaratılmıştır. Beyin zarı ve alt bölgesine ulaşan dış uyarılar, belirli bir düzeyi aşınca heyecan oluşur (1). Ön hipofiz (2), tiroid bezini (3) ve böbrek üstü bezlerini (4) harekete geçirir. Beyinden gelip gözlere, yüz kaslarına, kafatası içi ve dışı damarlara ve yutağa giden sinirler (5,6,7), boğaza, kalbe ve bağırsağa giden sinirler (8), kalbin işlevini, damarları, adrenalin salgılanmasını ve bağırsak hareketlerini düzenleyen sinirler (9,10,11,12,13) bağırsağa ve idrar torbasına gidenler (14) heyecandan bütün vücudun etkilenmesini sağlar.
Kimi zamanlarda insan bedeninin daha güçlü ve daha dayanıklı olması, normal şartlardan daha yüksek performans göstermesi gerekir. Örneğin bir tehlike ile karşılaşıldığı, insanın kendisini savunması veya bir an önce kaçması gerektiği durumlarda.
Bu olağandışı durumlarda vücutta gerekli düzenlemenin yapılabilmesi için elbette öncelikli olarak kalbin daha hızlı atması ve daha çok kan pompalaması gereklidir.
Bu tip durumlar için de gerekli tedbir alınmış ve insan vücudu içine bir başka sistem yerleştirilmiştir. Adrenalin isimli bir hormon, herhangi bir olağandışı durum karşısında, böbreküstü bezlerinden salgılanır. Bu hormon molekülü -kendi boyutları düşünüldüğünde- çok uzun bir yolculuk yapar ve kalp hücrelerine ulaşır. Hormon kalp hücrelerine "daha hızlı kasılmaları" emrini verir. (bkz. Hormonal Sistem bölümü) Böbrek üstünde yer alan ve bu hormonu üreten hücreler, kalp hücrelerini tanımakta, kalp hücrelerinin hangi dili anladıklarını bilmektedirler. Aynı zamanda vücudun daha dayanıklı olması gerektiği, bunun için de kalbin daha hızlı atması gerektiği bilgisine ve şuuruna da sahiptirler. Kalp hücreleri de bu emre itaat ederler ve daha hızlı bir şekilde atmaya başlarlar. Böylece acil durum karşısında insan vücudunun ihtiyacı olan ekstra kan sağlanmış olur.

Kalbin Çalışmasındaki "Olmazsa Olmaz"lar

Şu ana kadar kalpte kurulu olan elektronik sistemin tasarımından bahsettik. Ancak bu sistemin kusursuz tasarımının çalışabilmesi için elekrik sinyallerine ihtiyaç vardır. Elektrik sinyallerinin üretilebilmesi için de kanda bulunan sodyum, potasyum ve kalsiyum iyonlarının belirli bir düzeyde olmaları gerekir. Bu maddelerin kandaki düzeylerinin böbrek, bağırsak, mide, akciğer gibi organlarca düzenlendiği düşünülürse, bu sistemin evrim gibi hayali bir mekanizma sonucunda meydana gelmesinin imkansızlığı, daha açık bir şekilde ortaya çıkar.
Kalp kası
Kalp sahip olduğu teknoloji ile bilim adamlarını hayrete düşürmektedir. Hiçbir evrim mekanizması ile açıklanamayacak kadar olağanüstü bir tasarıma sahip olan kalbimizi yaratan kuşkusuz övülmeye layık olan Allah'tır.
Kalbin şu ana kadar incelediğimiz özelliklerini göz önünde bulundurarak bir varsayımda bulunalım. İnsanoğlunun kalp benzeri bir aygıt yapmayı başardığını kabul edelim. 70 yıl boyunca bir saniye bile durmadan çalışan, kendi elektriğini kendisi üreten, bakıma, parça değişimine ihtiyacı olmayan, elektronik bir sistem sayesinde çalışma hızını ve gücünü otomatik olarak ayarlayan kusursuz bir pompanın yapıldığını düşünelim. Elbette bu başarı, teknoloji, bilgi birikimi, planlama ve uzun süren çalışmalar sonucunda elde edilebilir. Hiç kimse böyle bir aygıtın tesadüfen oluşabileceğini düşünmez. Çünkü bu akıl dışı bir yaklaşım olur.
Buna karşın ortada çok garip bir gerçek daha vardır. Kalbin tesadüfen oluştuğunu düşünmek, böyle bir pompanın, ya da herhangi benzeri bir teknolojik ürünün -örneğin bir televizyonun- tesadüfen var olabileceğini düşünmekten çok daha mantıksız ve akıl dışıdır.
Herşeyden önce kalpte insan yapımı bir cihazdan çok daha üstün bir teknoloji vardır. Ancak en önemlisi -her ne kadar imkansız da olsa- kalbin tesadüfen oluşmasının tek başına bir anlamı yoktur. Kalple beraber binlerce kilometre uzunluğundaki kan damarlarının, damarlarda bulunan kan sıvısının, bu kanı süzen böbreklerin, kana oksijen verip karbondioksiti alan akciğerlerin, kana besin temin eden sindirim sisteminin, bu besinleri rafine eden karaciğerin, kalbin çalışmasını düzenleyen sinir sisteminin, vücudu bir bütün olarak yönetecek beynin, vücudu ayakta tutacak kemik sisteminin, kalbin çalışmasına yardımcı olacak hormonal sistemin ve buna benzer binlerce unsurun da aynı anda yine tek bir tesadüfle var olması gerekir. Kaldı ki bu sayılanların her biri -tesadüflere yer vermeyecek şekilde- özel bir tasarıma sahiptir. İşte bu yüzden bir evrim süreci sonucunda tesadüfen kalbin meydana gelmesi, tesadüfen bir televizyonun veya herhangi başka bir teknolojik aletin meydana gelmesiyle kıyaslanamayacak kadar imkansızdır.
Ortada çok açık bir gerçek vardır. Kalp, beraber çalıştığı tüm sistemler ve elemanlarla birlikte Allah tarafından yaratılmıştır.

Kan Damarları

Kan damarları
Kalbe giren ve çıkan damarlarla bedenimizde ihtiyaç duyulabilecek her noktaya gerekli bağlantılar yapılmıştır.
İnsan bedeninin her noktası irili ufaklı milyarlarca boruyla kaplıdır. Damar adı verilen bu boru tesisatını düz bir satıh üzerine yaydığımızı düşünürsek toplam uzunluğunun tek bir insan için yaklaşık 100 bin kilometre (96.500 km) olduğunu görürüz.24 Damar sistemi öyle mükemmel bir tesisattır ki, bedenin ihtiyaç duyulan her noktasına gerekli bağlantılar yapılmıştır. Borular hiçbir noktada düğümlenmez, gereksiz yerlere açılmaz, kör noktalara sahip değildir, vücudu baştan aşağı dolaşır ve tekrar aynı noktaya geri dönerler.
Herhangi bir binada boru tesisatı döşemek için bir plana ihtiyaç vardır. İnsan bedenindeki boru tesisatının planı ise, insan yapısı olan hiçbir planla karşılaştırılamayacak kadar mükemmeldir.
Üstelik insan bedeninde yaklaşık 100 bin km uzunluğunda damar döşeli iken, orta büyüklükte bir binada ancak birkaç kilometre uzunluğunda boru döşelidir. Özel alaşımlardan yapılan bu borular birkaç on yıl içinde çeşitli problemler doğurur. Bağlantı yerleri kaçak yapar, kimi borular zaman içinde çürür, kimi duvarlarda borular yüzünden rutubet görülür. Bütün bu problemler bina sabit bir yapı olduğu ve tesisat yerinden hiç oynamadığı halde meydana gelir.
Sağlıklı bir insan bedeninde bulunan boru tesisatı ise, görevini ömür boyu yerine getirir. Ne bir bakıma ihtiyaç duyar ne de bir parça değişimine. Dahası insan bedeni bir bina gibi hareketsiz değildir. İnsan hareket e- der, yürür, koşar, oturur, kalkar; ve damarlar da bu gerilim altında sürekli esner. Ancak damarlar o kadar mükemmel bir yaratılışa sahiptirler ki -eğer insan kendi sağlığını bozacak hareketler yapmazsa- herhangi bir problem çıkarmazlar.

İnsan Bedenindeki Benzersiz Tasarım

Hiç damar bulunmayan bir insan bedeni olduğunu varsayalım. Ve bir mühendisten bu bedenin içine döşenecek damarlar ile ilgili bir plan yapmasını isteyelim. Bu planda karaciğerin derinliklerinden, kemik dokularının içine, göz kapaklarından böbreklere kadar her hücreye gerekli bağlantılar sağlanmalıdır. Ayrıca her organın işlevine göre damar kalınlıkları ve özellikleri de belirlenmelidir. Bir insanın böyle bir planı tek başına yapamayacağı çok açıktır. Ancak dünya üzerindeki tüm insanlar toplansa da sonuç değişmeyecektir. Bunların tümünün ne ömrü ne de aklı, sonsuz kombinasyona sahip kan dolaşım ağının planını tasarlamaya yetmez. Milyarlarca insanın biraraya gelerek tasarlayamayacağı kadar mükemmel bir planın, kör tesadüflerle ortaya çıktığını iddia etmek ise elbette ki mümkün değildir. Tek bir aşamasında dahi tesadüfe asla yer vermeyen bu sistem, insanın Allah tarafından yaratıldığını çok açık bir biçimde gözler önüne sermektedir.

Yolculuk Başlıyor…

Kalp
Kan, kalp sayesinde beyinden akciğerlere kadar bütün vücudu dolaşır.
Kalp-damar sisteminin ana amacı, vücuttaki hücrelere faaliyetleri için gerekli maddeleri ulaştırmak ve artık maddeleri hücrelerden uzaklaştırmaktır. Yetişkin bir insanın kalbi günde 9 bin litre kanı 100 bin kilometreye yakın uzunluktaki damar şebekesini kat edecek şekilde pompalar.25
Şimdi bir hücre büyüklüğünde olduğumuzu varsayalım ve kan hücreleriyle beraber dolaşım sisteminde bir yolculuğa çıkalım;
Başlangıç noktanız kalbin sol üst pompası yani sol kulakçık. İçinde bulunduğunuz bölme oksijence zengin temiz kanla dolu. Çevrenizde oksijen taşıyan milyonlarca alyuvar var. Hemen altınızda kalbin sağ karıncığına açılan kapalı bir kapak bulunuyor. Kapak yalnızca aşağı doğru açılabilen tek yönlü bir kapak.
Kulakçığın birden kasılmasıyla kapakçık aşağı doğru açılıyor. İçinde bulunduğunuz kan sıvısı kalbin alt tarafındaki bölmeye doluyor. Artık çok güçlü bir pompa olan sol karıncıktasınız. Üstünüzdeki kapak geldiğiniz yöne geri dönmenizi engellemek için kapanıyor.
Sol karıncık kanı vücudun en uzak noktalarına gönderebilecek kadar güçlü bir pompa. Bu pompanın çıkış noktasında da aort atardamarına açılan tek yönlü başka bir kapak var. Bu kapağın görevi de buradan pompalanan kanın kalbe geri dönmesini engellemek.
Derken sol karıncık da şiddetle kasılıyor ve bu kapak dışarı doğru açılıyor. İçinde bulunduğunuz kan büyük bir hızla vücuttaki en büyük atardamar olan aorta doğru pompalanıyor.
Aort damarının duvarlarına yaklaşınca çok ilginç bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Damarın iç yüzeyi cilalanmış gibi. Bu cilalı ve yağlı yüzey sürtünmeyi azaltıyor ve kanın kolaylıkla akıp gitmesini sağlıyor.
Bu noktada yolculuğumuza kısa bir ara vererek aortu ve atardamarları yakından inceleyelim.

En Güçlü Damar

Kalpten dokulara kan götüren damarlara atardamar, dokulardan kalbe kan getiren damarlara toplardamar denir. Atardamarlar genellikle vücudun dokularına gömülmüş olarak derinde bulunurlar. Ancak bazı yerlerde, örneğin el bileğinde, şakaklarda, boyunda ve ayak bileğinin dış yanında yüzeye yakındır. Bu bölgelerde, her kalp atımında kanın atardamarların duvarına basınçla vurarak geçişi hissedilebilir.
Damarın en iç yüzeyi, düzgün bir zemin oluşturmak için birbirine yapıştırılmış değişik biçimli kaldırım taşlarını andırır. Ancak burada kullanılan malzeme taş değil hücrelerdir.
Bu noktada dikkatimizi biraz toparlayalım. Hücreler canlı varlıklardır. Bir grup canlı hücre, adeta kaldırım taşlarının özenle döşenmesi gibi yan yana yerleştirilmiş ve ortaya pürüzsüz bir yüzey çıkmıştır. Bu yüzey 360 derece dönerek bir boru oluşturmuştur. Buna benzer milyonlarca boru birbirleriyle bir düzen içinde birleşerek damar sistemini oluşturmuştur.

Peki bu nasıl gerçekleşmiştir?

Öncelikle hücrelerin kaldırım taşları gibi yassı ve birbirleriyle birleşebilecek şekillere sahip olmaları gerekir. Milyarlarca hücreyi bu özel şekilde var eden güç nedir?
Daha sonra bu hücreler -daha anne karnındayken- kaldırım taşı gibi yanyana dizilmelidirler. Milyarlarca hücreyi pürüzsüz ve düzgün bir şekilde dizen kimdirş
Örülen duvarda tek bir hücre eksik kalsa, buradan dışarı kan sızacaktır. Bu duvarı eksiksiz ören kimdir?
Bu soruların cevabı elbette tesadüf olamaz.
Ayrıca unutulmamalıdır ki söz konusu olan bir fabrikanın döküm kalıbından çıkan metal bir boru değildir. Söz konusu olan, canlı hücrelerin biraraya gelmeleri sonucunda oluşan canlı bir "boru"dur. Bu küçük canlılar ömürlerini niçin bir borunun parçası olmak için harcamaktadırş Onlara bu dizilimi, bu görevi veren kimdir?
Bu sorunun cevabı da tesadüf olamaz. Ancak evrimciler hiçbir zaman bu tip detayları düşünmezler. Daha doğrusu bu gerçekleri görmezden gelir, üzerinde düşünmek bile istemezler. Evrimciler damar dokularını anlatan ve içinde bol bol Latince terimlerin bulunduğu konuşmalar yapabilir, kitaplar yazabilirler. Ancak bu hücrelerin nasıl olup da bir düzen içinde biraraya geldikleri sorusunu hiçbir zaman cevaplayamazlar. Çünkü verecebilecekleri tek cevap tesadüftür.
Kan damarları
Üstte embriyo hücrelerinin damarları oluşturma aşamaları görülmektedir. Anne karnındaki embriyonun hücreleri dağınık haldeler (1), hücreler biraraya gelip yan yana dizilmeye başlıyorlar (2, 3), hücreler sımsıkı bir duvar gibi birleşerek damarları oluşturuyorlar (4). Hücrelerin oluşturdukları bu duvar öylesine sağlamdır ki kan hiç dışarıya sızmaz. Embriyoyu oluşturan hücrelere birleşme emrini veren ve nasıl hareket edeceklerini onlara ilham eden elbette ki Yüce Allah'tır.

Bu kadar geçersiz bir cevabın insanı nasıl küçük düşüreceğini bildikleri için, konuyu "evrimsel süreç içinde bu hücreler biraraya geldiler ve damarları oluşturdular" gibi aslında hiçbir mantığı bulunmayan cümlelerle geçiştirirler.
Eğer bu açıklamayı yapan evrimci toplum tarafından bilim adamı olarak tanınıyorsa, bilimsel literatüre yabancı olan insanlarda şöyle bir düşünce oluşabilir. Bu açıklamayı bir bilim adamı yapıyorsa mutlaka arkasında bilimsel bazı gerçeklerin olduğunu, ancak söz konusu bilim adamının insanlar anlamayacağı için konuyu geçiştirdiğini zannederler.
Ancak evrimcilerin damarların nasıl oluştuğu sorusuna verebilecekleri bir cevapları yoktur. Yalnızca bu değil buna benzer binlerce soruya verebilecekleri cevapları yoktur. Bu konulara girmekten kaçınır ve konuyu yuvarlak cümlelerle geçiştirirler.
Kısacası hiçbir evrimci insan vücudundaki damar ağının nasıl var olduğunu açıklayamaz. Bu konuyu çok kolay test edebilirsiniz. Herhangi bir evrimciye damar sisteminin ve damarın yapısının mükemmelliğini, hücrelerin nasıl bir uyum içinde dizildiklerini anlatın. Ardından bu yapının ilk defa nasıl ortaya çıktığı sorusunu sorun. Verebilecekleri tek cevap "tesadüfler sonucu" olacaktır.
Oysa bu sorunun tek doğru cevabı vardır; Damarları, damarların içindeki kanı, bu kanı pompalayan kalbi ve insan vücudundaki diğer milyonlarca sistemi var eden alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Damarlardaki Esneme Payı

Atardamarların yapılarındaki özel yaratılış yalnızca hücrelerin kusursuz dizilimlerinde görülmez. Bu hücrelerin oluşturdukları tabakanın hemen dışında kas yapılı bir başka tabaka vardır. Burada bulunan kas hücreleri son derece elastiktirler. Elastik lifler kalp atışları sırasında oluşan kan basıncına karşı damarların dayanıklılığını artırır. Ayrıca damarlara kazandırdığı esneklikle, kanın damar içerisinde ilerlemesini sağlar.
Eğer kan yüksek basınçla, kalpten esnek olmayan bir damar sistemine pompalanmış olsaydı, hem kalbe büyük bir yük binecekti, hem de atardamarların içinde kan basıncı çok yüksek olacaktı. Bütün bu detaylar Allah'ın yaratmasındaki benzersizliğinin bir başka göstergesidir.

Yolculuk Devam Ediyor

Damar
Damarlar
Yukarıda büyütülmüş resmi görülen kılcal damarların vücutta kapladığı alanı şöyle bir benzetme ile zihinde daha iyi şekillendirmek mümkündür. Kılcal damarların tümü yüzeysel olarak düz bir alana yayılsa bu alan 6.000 m2'lik yer kaplardı. Soldaki resimde kalp, atardamar, toplardamar ve kılcal damarların birbirleriyle olan bağlantıları ve yapıları görülüyor.
Atardamarın yapısını inceledikten sonra yolculuğumuza geri dönelim. Aort atardamarını takip eden damarlar iki farklı yöne doğru uzanırlar. Yukarı doğru giden kan, beyin ve kolların, aşağı doğru giden kan, vücudun geri kalan bölümünün ihtiyacını karşılar. Yolculuğunuza vücudun alt tarafına doğru devam ettiğinizi varsayalım.

Bu yol üzerinde karaciğere, mideye, ince bağırsağa, kalın bağırsağa, böbreklere, ve bacaklara giden birçok sapak vardır. Yolda ilerledikçe içinde bulunduğunuz damarın birçok dallanmalar yaptığını ve gittikçe daraldığını görebilirsiniz. Bu sayısız dallanmalar vücudun derinliklerine kan götüren küçük sapaklardır. Bu sapaklardan birine girip ilerlediğinizde içinde bulunduğumuz damarın iyice inceldiğini fark edersiniz. Artık atardamarların değil kılcal damarların içindesiniz. (Kılcal damarların çapı 0.006 mm.dir)
Bir süre sonra damar o kadar daralır ki genişliği ancak tek bir alyuvar hücresinin zorlanarak geçebileceği kadar olur. Yolculuğun bu bölgelerinde etrafınızda bulunan hücrelerde hızlı bir alışverişin yapıldığını fark edersiniz.  Alyuvar hücreleri uzun yolculuklarında taşıdıkları çok önemli kargolarını teslim etmeye başlarlar. Taşıdıkları oksijen molekülünü, oksijene ihtiyacı olan hücrelere verir ve hücrelerin ürettiği karbondioksiti alırlar. Aynı şekilde kanın taşıdığı besin molekülleri de bu bölgede ihtiyacı olan hücreler tarafından alınır. Bu, hücre için hayati bir alışveriştir. Artık dönüş zamanı da gelmiştir.
Oksijenlerini kaybeden alyuvarların rengi parlak kırmızından koyu kırmızıya döner. Yolda ilerledikçe damarlar tekrar genişlemeye başlar. Başka kılcal damarlardan gelen karbondioksit yüklü alyuvarlar da yolculuğa katılır ve kan hacmi artar. Artık kılcal damarlardan ayrılır ve yolunuza toplardamarlarda devam edersiniz.

Vücuttaki Bir Başka Tasarım Harikası: Toplardamar

Kan, atardamarlarda kalbin pompalama basıncı sayesinde yol alır. Ancak kılcal damarlarda bu basıncın etkisi azalır. Toplardamara gelindiğinde ise artık kalbin pompalama gücü etkisini iyice kaybetmiştir.
Peki kan dönüş yolculuğunu nasıl tamamlayacaktır?
Toplardamar
Yukarıdaki kesitte de görüldüğü gibi toplardamarlarda da çok detaylı bir tasarım vardır. Böylesine detaylı bir yapının tesadüfen ortaya çıkamayacağı akıl sahibi her insan için çok açık bir gerçektir.
Kanda yaptığınız yolculuğu düşünelim ve içinde bulunduğunuz toplardamarın ayakta bulunduğunu varsayalım. Önünüzde kalbe dönene kadar oldukça uzun bir yol vardır. Bacaklar, karın ve göğüs bölümünü aşarak, uzun bir yolu yukarı doğru tırmanmalı ve bunu yaparken de sizi sürekli aşağı doğru çekecek yerçekimi kuvvetini yenmelisinizdir. Bunun için öyle bir sisteme ihtiyaç vardır ki, hergün binlerce litre sıvı aşağıdan yukarı (ayaklardan kalbe) doğru yol alabilmelidir.
Toplardamarlar vücut içinde özel bir planlama ile yerleştirilmiştir. Bu damar türünün çevresi iskelet kaslarıyla sarılmıştır. Toplardamarlar işte bu kasların enerjilerinden faydalanırlar. Örneğin her adım atışınızda kasılan bacak kaslarınız aynı anda kanı da yukarı doğru pompalar. İşte bu planlama sayesinde toplardamarların kendi pompalama sistemleri vardır.
Ayakla kalp arasındaki 1.5 metrelik yolculuğun sonuna yaklaşıldığında bir başka problemle karşılaşılır. Ana toplardamar vücudun orta yerine geldiğinde artık iskelet kaslarıyla kaplı değildir. Burada solunum kasları toplardamarlara destek olur. Akciğerin hemen altında yer alan ana toplardamar her nefes alışımızda sıkışır. Dolayısıyla genişleyen göğsün oluşturduğu negatif basınç kanın kalbe doğru dönmesini sağlar.
Kaslar
Toplardamarların kendilerine özgü bir pompalama sistemleri vardır. İskelet kasları kasılıp, toplardamarlara baskı yapınca, kasılan bölgedeki kapakçıklar açılmaya zorlanır ve kan kalbe doğru gider.
Ancak toplardamarlarda öyle bir özellik daha vardır ki bu, vücuttaki kusursuz tasarımın en güzel örneklerindendir. Toplardamarların içine birçok kapakçık yerleştirilmiştir. Bu kapakçıklar yalnızca kalbe doğru açılır. Böylece kan, yerçekiminin etkisiyle geriye doğru gidemez. Akım sadece kalbe doğru olur. Şimdi düşünelim.
Toplardamarın içine çok sayıda küçük kapakçık yerleştirilmiştir. Bu kapakçıkların her biri son derece özel bir tasarıma sahiplerdir. Her birinin -yine etten yapılmış- menteşeleri vardır ve bu menteşeler kapağın tek yöne doğru açılmasına izin verecek şekilde tasarlanmışlardır. Ortada gerçek bir mühendislik harikası vardır. Şimdi bu mükemmel sistemin nasıl inşa edildiğini düşünelim. Yeryüzünün en uzun boru hattının yapımında çalışan işçiler üç önemli görevi üstlenmişlerdir. Bu işçiler hem bir mühendis hem bir işçi hem de bir inşaat malzemesi olarak görev alırlar.
Bu boru inşaatının yapım planları ve projeleri hücrelerin çekirdeklerindeki bilgi bankalarında (DNA'larında) bulunmaktadır. Her hücre bu projeyi adeta bir mühendis gibi okur. Hücrenin bir inşaat projesini okuması ve yorumlaması şüphesiz büyük bir mucizedir. İnsanlar yıllarını akademik çalışmalara vermiş mühendislere, profesörlere karşı saygı ve hayranlık duyarken, kendi hücrelerinin çok daha kompleks plan ve projeleri okuyabildiklerini, yorumlayabildiklerini ve uygulamaya koyabildiklerini bilmezler ya da görmezden gelirler.
Hücreler okudukları ve yorumladıkları plana göre boru inşaatının neresinde görev yapmaları gerektiğini bilirler. Ayrıca bu inşaatta çalışan milyarlarca hücre içinden hangileri ile biraraya gelmeleri gerektiğini de bilirler. Ait oldukları yeri buldukları anda ise bir işçi gibi çalışmaya başlar ve boru hattının kendilerine düşen parçasını inşa ederler. Ancak kullandıkları malzeme yabancı bir inşaat malzemesi değil kendileridir. Bu inşaatta çalışan her hücre ömrünün geri kalan kısmını boru hattının küçük bir parçası olmak uğruna feda eder.
Kaslar
Toplardamarlarda kan ilerlerken iskelet kaslarının hareketi. 1) Dinlenme hali. 2) Kaslar kasılıp, esneyerek toplardamarları sıkar ve kanı kalbe doğru gitmeye zorlar. Alttaki kapakçık geri akışı engeller. 3) Kaslar gevşer ve toplardamar yayılarak aşağıdaki kanla dolar. Üstteki kapakçık da geri akışı engeller.
İnşa edilen damarların iç yapılarında hiçbir çıkıntı ya da girintiye rastlanmaz. Adeta bir mermer ustasının döşediği ve cilaladığı mermer bir yüzey gibi damarların iç yüzeyleri cilalı ve pürüzsüzdür. Küçük bir farkla, bu yüzeylerin parke taşları mermer karolar değil canlı varlıklardır.
Söz konusu inşaat devam ederken bazı hücreler de okudukları plana göre farklı bir karar alırlar. Bu hücreler damarın içinde bir kapak oluşturmaya karar verirler. Binlerce hücre biraraya gelerek bir kapak oluşturur ve damarın iç yüzüne tutunurlar. Bazı hücreler de -yine her biri ait olmaları gereken yeri ellerindeki projeye göre tespit ederek- bu kapağın menteşesini oluştururlar. Söz konusu menteşenin tek yöne doğru açılmasını da yine hücrelerin projeyi yorumlayabilme ve inşa yetenekleri sayesinde gerçekleşir. Bu hücreler içinde bulundukları borudan bir sıvının akacağını, bu sıvının hangi yöne doğru akması gerektiğini, ve bu akımın devamlı olması için nasıl bir tedbirin alınması gerektiğini bilir ve buna göre hareket ederler.
Bu kapaktan birkaç milimetre ilerde yine aynı mucize gerçekleşir. Burada bulunan başka hücreler de yine benzer bir şuurla başka bir kapak yaparlar. Adeta bir önceki kapağı inşa eden hücrelerle sözleşmişlercesine aynı yöne doğru açılan bir kapak inşa ederler. Eğer bu kapaklardan bazılarını inşa eden hücreler farklı bir karar alsalar ve kapaklardan bazılarını ters yöne doğru açılabilecek şekilde inşa etselerdi, bu sefer kan, damarlarda akamaz ve insan yaşamını derhal yitirirdi. Ancak bu gerçekleşmez. Toplardamar boyunca var olan binlerce kapağın her biri ayrı ayrı birbirlerine uygun şekilde inşa edilirler.
Bu sistemi üstün güç sahibi Yüce Allah’ın yarattığı; hücrelerin yukarıda bahsettiğimiz akıl, şuur ve fedakarlık gösterisini ancak ve ancak kendilerini yaratan Rabbimiz’in dilemesiyle gerçekleştirdikleri tartışılmaz bir gerçektir. Aynı şekilde, hücrelerin çekirdeklerine yeryüzünün en uzun boru hattının ve vücuttaki binlerce diğer sistemin projelerini yerleştiren, hücrelere bu projeleri okuma, yorumlama ve buna göre inşaat yapma yeteneklerini veren alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti. (İnfitar Suresi, 6-8)

Kalbe Dönüş

Damarların içinde insan vücudu boyunca yaptığımız yolculuğumuza tekrar geri dönelim. Yukarda detaylı olarak üzerinde durduğumuz toplardamarlarda bulunan tek yönlü küçük kapakçıklar sayesinde kalbe doğru yol almaya devam ederiz. Yolculuğa başladıktan yaklaşık 40 saniye sonra da kalbe tekrar geri döneriz.
Kalbin sol üst odacığında başlayan yolculuğumuzun birinci bölümü, kalbin sağ üst odacığında son bulur. Parlak kırmızı bir kan içinde yola çıkmışken, koyu renkli bir kan denizi içinde yolculuğumuzun ilk kısmı biter. Artık başka bir yolculuğa çıkma zamanı gelmiştir. Karbondioksit yüklü kanın temizlenmesi gerekmektedir.
Sağ kulakçığın kasılmasıyla beraber kulakçığın altında bulunan kapak açılır ve içinde bulunduğumuz koyu kırmızı kan sağ karıncığa dolar. Ardından bu kapak kapanır ve kanın kulakçığa doğru geri dönmesi engellenmiş olur.
Sağ karıncığın içinde çok kısa bir süre kalırız. Sağ karıncığın kasılmasıyla başka bir kapak açılır ve kan akciğerlere doğru fırlatılır. Arkamızda kalan kapak, kalbe geri dönüşümüzü engelleyen son güvenlik sistemidir. Karbondioksit yüklü kanın içinde akciğerlere doğru hızla yol alırız.
Kalpten akciğerlere doğru olan yolculuk kısa sürelidir ve bu nedenle "küçük dolaşım" olarak adlandırılır. Akciğere varıldığında etrafımızdaki kan hücreleri taşıdıkları karbondioksiti verip –ki karbondioksitin taşınmasında da kompleks birçok kimyasal işlem gerçekleşir- oksijen almaya başlarlar. Burada baş döndürücü hızda bir alışveriş gerçekleşmektedir.
Akciğer de her dakika 56.000.000.000.000.000.000.000 yani 56x1021 (56 septrilyon) oksijen atomu hücrelere ulaştırılır.26 Tek bir oksijen atomunun alyuvarlara geçişi için bile birçok mikro sistem birlikte çalışır. Her birim bir üst birime tam uyum gösterir ki bu da oksijen -karbondioksit alışverişinin tek bir saniye dahi aksamadan işlemesini sağlar.
Baş döndürücü bir hızda gerçekleşen bu alışveriş sonunda çevremizdeki alyuvarlar oksijenle yüklenir. Ardından bu hücrelerle birlikte, akciğer toplardamarı içinde kalbe doğru yol almaya başlarız. Sonunda yolculuğumuza başladığımız yere, sol kulakçığa ulaşırız. Oksijen yüklü temiz kan vücutta yeni bir tura hazırdır.

Akımı Kontrol Eden Bilgisayar

Dolaşım sisteminin çok ilginç ve önemli bir özelliği daha vardır. Dolaşım sistemi basit bir boru tesisatı gibi sıvıyı yalnızca iletmez. Gerekli durumlarda hangi organa ne kadar kan gitmesi gerektiğini de ayarlar.
Bu çok şaşırtıcı bir bilgidir. Bir boru sistemi, içinde akan sıvının öncelikli olarak hangi organa gitmesi gerektiğini belirlemekte ve gerekli ayarlamaları kendi üzerinde yapmaktadır. Kimi zaman daralarak kimi zaman genişleyerek kanın gitmesi gereken adresi değiştirebilmektedir.
Örnek olarak beynin kan ihtiyacını ele alabiliriz. Beyin, vücuttaki bütün işlemleri kontrol ettiğinden, sabit kan gereksinimi olan bir organdır. Beyne yapılacak kan ikmali ne pahasına olursa olsun sürdürülmelidir. Bir kanama sonucunda öteki tüm organlara kan ulaşımı dursa bile, birçok sinir, beyne kan iletilmesi için harekete geçer ve damarların çapları buna göre ayarlanır. Bazı organlara giden damarlar geçici olarak devreden çıkartılır ve kan akışının beyne giden damarlara yönlendirilmesi sağlanır.
Bir evrimci olan Susan Schiefelbein, The Incredible Machine adlı kitabında damar sistemini üstün bir bilgisayara şöyle benzetmektedir:
Kalp ve kan damarları, vücudun ihtiyaçlarını karşılamak için kan akışını hızlandırmak veya yavaşlatmaktan başka işler de yaparlar. Kırmızı ırmağı, farklı dokulara, farklı basınçlarda ve farklı işler yapmak üzere taşır. Kan, yemek yediğimizde midemize, yüzdüğümüzde akciğerlerimize ve kaslarımıza, okuduğumuzda beynimize toplanır. Metabolizmanın bu değişen ihtiyaçlarını karşılamak için damar sistemi bir bilgisayar kadar başarıyla bilgi tamamlar, sonra da hiçbir bilgisayarın yapamadığı gibi karşılık verir.27
Bilgisayar sistemleriyle karşılaştırılan bu sistem, kuşkusuz evrim teorisinin iddia ettiği gibi kör tesadüfler sonucunda değil, Allah'ın yaratması sonucunda var olmuştur.

İç İçe Geçen Mucizeler

Allah insanı öyle bir sanatla yaratmıştır ki, insan bedenindeki her sistem bir diğer sistemle bağlantılıdır. Bir sistemin işleyişindeki bozukluk diğer sistemin çalışmasını da aksatır. Bunu daha iyi anlamak için yalnızca dolaşım sisteminin diğer sistemlerle olan ilişkilerini inceleyelim.
* Sindirim sisteminin özümsediği besinler, vücut hücrelerine kan yoluyla taşınır. Öyleyse dolaşım ve sindirim sistemleri aynı anda yaratılmış olmalıdır.
* Hormonal bezlerin ürettikleri mesajlar, ilgili organlara kan yoluyla taşınırlar. Dolaşım ve hormonal sistemler aynı anda yaratılmış olmalıdır.
* Kandaki karbondioksit solunum sistemi tarafından temizlenir. Dolaşım ve solunum sistemleri aynı anda yaratılmış olmalıdır.
* Kan, böbreklerde düzenli olarak temizlenmelidir. Dolaşım ve boşaltım sistemleri aynı anda yaratılmış olmalıdır.
* İskelet kaslarının kasılmaları olmasa, kan toplardamarlarda ilerleyemez. Dolaşım ve kas sistemi aynı anda yaratılmış olmalıdır.
* Kan hücreleri kemik iliğinde üretilirler. Dolaşım ve iskelet sistemleri aynı anda yaratılmış olmalıdır.
Bu örnekler diğer sistemlerin dolaşım sistemi üzerindeki etkileriyle ilgili örneklerdir. Buna benzer birçok örnek çıkartılabilir. Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir nokta daha vardır. Dolaşım sistemi diğer bütün sistemlerdeki organları besler. Örneğin sindirim sisteminin parçaları olan dil, tükürük bezleri, yemek borusu, mide, bağırsaklar, karaciğer ve diğer organlar kan damarlarıyla beslenir.
-Hormonal sistemdeki hormonal bezler kan damarlarıyla beslenir.
-Boşaltım sisteminin üyeleri, örneğin böbrekler, kan damarlarıyla beslenir.
-Solunum sisteminin üyeleri, örneğin akciğer, kan damarlarıyla beslenir.
-Kas sistemini oluşturan kaslar, iskelet sistemini oluşturan kemikler hep kanla beslenirler.
Dolaşım sistemi olmadan bedendeki organların hiçbiri beslenemez ve yaşayamazlar. Bütün bu bağlantılar ve içiçe geçen sistemler, evrim teorisinin geçersizliğinin en büyük delillerindendir. İnsan bedeninde bulunan sistemler birbirleriyle kusursuz bir uyum ve işbirliği içerisindedirler. Bu sistemlerin işe yarar olması için, hepsi aynı anda var olmak zorundadırlar. Bu da bizi tekrar aynı gerçeğe ulaştırır. İnsan bedeni bütün özellikleriyle Allah tarafından bir anda yaratılmıştır.

Vücuttaki Öğütme Mekanizması:
Sindirim Sistemi

Vücudumuzdaki yaşamsal etkinliklerin sürmesi yani organlarımızın çalışması ve hücrelerimizin yenilenmesi için gerekli olan temel maddeleri çeşitli yiyecek ve içeceklerden sağlarız. Ama yediğimiz her yiyeceğin, örneğin etin, ekmeğin, sebze ya da meyvenin bu temel maddelere ayrışması ve vücutta kullanılabilecek duruma gelmesi için çok köklü değişikliklerden geçmesi yani sindirilmesi gerekir.
Rafineri
Bir petrol rafinerisine hammadde olarak giren petrol, çeşitli işlemlerden geçer ve çok farklı ürünler elde edilir. Aynı şekilde vücuda giren besinler de sindirim işleminden sonra çok farklı maddelere dönüşürler.
Yeni doğmuş 2-3 kilogramlık bir çocuğun 20-25 sene sonra 1.80 cm boyunda, 75-80 kilo ağırlığında bir insan olmasını sağlayan, besinlerin sindirilmesidir. Aradaki bu muazzam kütle farkının kaynağı, çocuğun aldığı besinlerin içindeki maddelerin zaman içinde vücuduna katılmasıdır. Bu besinlerin bir kısmı yaşam için gerekli olan enerjiyi sağlar, bir kısmı ise vücuda eklenir ve insanın eti, kemiği haline gelir. İşe yaramayan kısımlar ise vücuttan atılır.
Sindirim sistemi yeryüzünün en üstün rafineri sistemini içerir. Bu rafinerinin içine alınan maddeler önce hammaddelerine ayrılır, daha sonra bu hammaddeler kullanılmak üzere vücudun gerekli bölgelerine gönderilir. Parçalanan maddeler birbirlerinden çok farklı olduğu gibi, ortaya çıkan yeni maddeler de birbirlerinden çok farklıdır.
Sindirim sisteminin işleyişini bir petrol rafinerisinin çalışmasına benzetmek mümkündür. Bir petrol rafinerisinde hammadde olarak rafineriye giren petrol, çeşitli işlemlerden geçerek aşamalı olarak parçalanır ve bu sırada birbirinden farklı ürünler elde edilir. Rafineride gerçekleşen kompleks işlemler sonucunda arabanıza enerji veren benzinin yanısıra üzerinde yürüdüğünüz asfaltın hammaddesi ve kullandığınız plastik ürünler de üretilir. Aynı şekilde sindirim sonucunda da çok çeşitli maddeler ortaya çıkar. Ancak sindirim sisteminde gerçekleşen olaylar, bir rafineride gerçekleşen olaylardan çok daha komplekstir ve çok daha üstün bir çalışma sistemi sayesinde meydana gelmektedir. İnsan VücuduAyrıca  bu işlemler son teknoloji ile donatılmış bir rafineride değil, sizin bedeninizin içinde gerçekleşir. Sabah kahvaltıda yediğiniz besinler siz günlük uğraşlara dalmışken, okulda ders dinlerken veya yolda yürürken, size hiç hissettirilmeden bu muazzam rafinerinin içinde binlerce değişik kimyasal işleme tabi tutulur.
Bu kimyasal işlemlerin gerçekleşmesi için uzun bir kanala ihtiyaç vardır. Kanalın her noktasında da kanal içinde yer alan maddeleri değişime uğratacak özel rafine sistemlerinin bulunması gerekir. Söz konusu kanalın uzunluğu en az 8-10 metre olmalıdır.
Ancak insan vücudu ortalama 1.70-1.80 m. uzunluğundadır. Bu durumda 10 metrelik bir kanal sisteminin, kendisinin yaklaşık beşte biri uzunluğundaki bir bedenin içine sığdırılması gerekmektedir. Bu da şüphesiz özel bir endüstriyel tasarım gerektirir. Nitekim insan vücudu bu tasarıma sahip olarak yaratılmıştır. Söz konusu kanal (ağız, yemek borusu, mide, incebağırsak ve kalınbağırsak) insan bedeninin içine özel bir plan doğrultusunda yerleştirilmiştir. Bu plan dahilinde 10 metrelik sindirim sistemi 1.70 m. uzunluğundaki bir bedenin içine özenle paketlenmiştir.
Yenilen her besin, vücudunuza girdikten sonra sindirim kanalı içinde yaklaşık 10 metrelik bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk sırasında besinler bir dizi mekanik ve kimyasal olaya tabi tutulurlar. Yiyecekler beş bölümlü 10 metre uzunluğundaki kanaldan sırayla geçerken, bir yandan öğütme, yoğurma ve çalkalama gibi mekanik hareketlerle, bir yandan da çeşitli salgı bezlerinin bu kanala boşalttıkları özsuların kimyasal etkisiyle sindirilirler.
Sindirim ağızda başlayıp midede ve incebağırsakta sürer. Besinlerdeki yararlı maddelerin kan damarlarıyla emilip dolaşıma karışması ise incebağırsaklarda gerçekleşir. Kalınbağırsak ise sindirilmeyen yararsız maddelerdeki suyun emilip geri kalan posanın vücuttan dışarı atıldığı yerdir.


Rafineri Girişi

Yemeği ağzınıza götürmenizle beraber sindirim sistemi harekete geçer. Ağza alınan yiyecek dişler tarafından parçalanır ve öğütülür.
Dişler bu işlem için özel olarak tasarlanmışlardır. Bilinen en sert organik madde olan -diş minesi- ile kaplanmışlardır ve aynı zamanda da kimyasal maddelere karşı da çok dayanıklıdırlar.
Her diş görevine uygun bir şekle sahiptir. Örneğin ön dişler keskindir, yiyeceği koparır. Köpek dişleri sivridir, besini yırtar, parçalar. Azı dişleri ise besini öğütebilecek şekilde tasarlanmıştır. Eğer ağzımızdaki dişlerin hepsi aynı cins olsaydı, örneğin 32 köpek dişi veya 32 kesici dişe sahip olsaydık yemek yememiz hemen hemen imkansız hale gelirdi.
Dişlerdeki tasarımın bir başka örneği de dişlerin diziliminde görülür. Her diş olması gerektiği yerdedir. Kesiciler olmaları gerektiği gibi ön tarafta, azılar yine olmaları gerektiği yerde arka taraftadır. Bunların yerinin değiştirilmesi bile dişleri tamamen kullanışsız hale getirebilir.
Birbirinden bağımsız olan üst ve alt dişler arasında da kusursuz bir uyum vardır. Her iki bölgedeki dişler, çene kemiği kapandığı zaman tam olarak birbirlerinin üzerine oturacak şekilde tasarlanmıştır. Örneğin tek bir azı dişiniz diğer dişlerden daha uzun olsa veya üzerinde fazladan bir çıkıntı bulunsa, ağzınızı kapayamazdınız. Bu durumda konuşma ve yemek yeme gibi çok basit ihtiyaçlarınızı dahi karşılayamaz duruma gelirdiniz.
Dişler
Dişler sindirim işleminde önemli rol oynar. Yukarıda sırasıyla, 1) Yeni doğan bir bebeğin, 2) Dokuz yaşındaki bir çocuğun, 3) Yetişkin bir insanın çene kemikleri ve dişleri görülüyor.
Yeni doğmuş bebeklerin ağızlarında ise diş yoktur. İlk günlerinde tek besinleri anne sütü olduğu için buna ihtiyaçları da yoktur. Fakat zamanla katı besinlerle beslenme çağı geldikçe, bebeklerin ağızlarındaki yumuşak damağın içinde bazı değişiklikler olur. Burada bulunan bazı hücreler bir sinyal almış gibi aniden kalsiyum depolamaya başlar. Daha sonra bu milyonlarca hücre biraraya gelerek bir düzen içinde, ne yapmaları gerektiğini  biliyorcasına üst üste ve yan yana dizilirler. Çok fazla kalsiyum depolayan hücreler bir süre sonra ölürler. İşte bu ölü hücreler dişlerin gövdesini oluşturacaktır.
Milyonlarca hücre önce kalsiyum depolayıp ardından yan yana gelerek büyük bir blok oluşturur. Bu bloğun şeklini de yine bloğu inşa eden hücreler belirlerler. Bu noktada yine büyük bir yaratılış mucizesi görülmektedir. Örneğin alt damakta bulunan hücreler, kendilerinden uzakta bulunan üst damaktaki hücrelerin nasıl bir şekil inşa ettiklerini çok iyi bilirler. Her iki hücre grubu da ürettiği dev bloğu, kendisine karşı gelecek blokla birbirlerine en uygun şekilde üretirler. Böylece çene kemiği kapandığı zaman üst damakta bulunan bir azı dişi ile alt damakta bulunan bir azı dişi birbirlerine en uygun şekilde otururlar. Bu şekilde herhangi bir uyumsuzluk olması insan için rahatsızlık verici durumlar oluşturur. Ancak damağın içinde bulunan hücrelerin gösterdikleri akılalmaz şuur sayesinde 32 kalsiyum bloğu birbirlerine en uygun şekilde inşa edilir.
Dişlerin dayanıklı yapısı, diziliş sıralaması, sahip oldukları şekiller ve görevlerinin uyumlu olması gibi detaylar dişlerdeki açık tasarımı göstermektedir. Hücrelerin şuurlu hareketlerinin ise tek nedeni vardır. Vücuttaki bütün hücrelere olduğu gibi dişleri oluşturan hücrelere de sahip oldukları özellikleri veren üstün güç sahibi Allah'tır.
VÜCUDUMUZDAKİ KORUYUCU BAKTERİLER
Son yıllarda insan vücudunda faaliyet halinde olan yeni bakteriler keşfedilmiştir. Dilin arka kısmında bulunan bu bakterilerin görevi midedeki zararlı mikropları öldürmektir. Fakat bu mikropların öldürülmesi tahmin ettiğiniz gibi basit değildir. Bakteriler bu işte sadece kimyasal sentez yapan parçacıklar rolündedirler. İşin daha birçok yönü vardır. Adeta bir domino oyunu gibi ilerleyen bu sistemde aradan alınan tek bir taşın eksikliği tüm sistemin durması için yeterlidir. Çünkü her bir parça, domino oyununda olduğu gibi birbirini etkileyerek çalışmaktadır. Bakterilerin faaliyete geçebilmesi için gerekli sistemi şöyle özetleyebiliriz:
Yeşil yapraklı gıdaların içinde bulunan nitrat, dilin arka kısmında oksijen erişmeyen yarıklarda bulunan bakteriler tarafından nitrite dönüştürülür.
Üretilen nitrit tükürükteki asitle karşılaştığında ise tekrar form değiştirerek mikrop öldürücü etkisi olan nitrik oksit oluşur.
Bakteriyi bulan İskoçya Aberdeen Fakültesi'nden Prof. Nigel Benjamin bu bakterileri şöyle tanımlıyor:
Birden zihnimizde bir şimşek çaktı. Nitrit yediğimiz yiyeceklerle karışması için ağızda özellikle yapılıyordu; besinlerle karşılaşıp, bol miktarda nitrik oksit üretecek şekilde asitleşiyor, böylece de gıdalarımızla beraber aldığımız tüm zararlı mikropları öldürebiliyordu! (Bilim Teknik Dergisi, Sayı:340, s.49)
Bilim adamları bu bakterilerin varlığını çok yakın bir zamanda keşfetmişlerdir. Ancak insan ilk yaratıldığından beri nitrit üreterek bizi asitlerden koruyan bakteriler vardır. Allah insanı bildiği ve bilmediği pek çok yönden korumaktadır. Bunlara benzer örnekler Allah'ın sonsuz şefkatinin üzerimizdeki tecellilerindendir. Her insanın yapması gereken bu nimetlere şükretmektir.
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)

Özel Sindirim Sıvısı

Besinler bir yandan dişler tarafından öğütülürken, bir yandan da kimyasal bir saldırıya uğrarlar. Bu saldırıyı gerçekleştiren ise tükürük sıvısıdır.
Günlük hayatta hiç kimse ağzındaki bu sıvının farkında olmaz; salgılanıp salgılanmadığını, miktarının çokluğunu azlığını kısacası bu konuyla ilgili hiçbir detayı genellikle düşünmez. Basit bir salgı zannedilen tükürük salgısı, aslında çok hassas oranlara sahip çeşitli kimyasal maddeler içeren özel bir karışımdır.
Bu sıvı öncelikle besinlerdeki tadı almamızı sağlar. Besinlerin içindeki tad veren moleküller, tükürük içinde çözülerek dilin üzerinde bulunan tad algılayıcı sinir uçlarıyla birleşirler. Ancak bu şekilde yediğimiz yiyeceklerin tadını alabiliriz. Kuru bir ağızla yenen yiyeceklerin tadlarının alınmaması da bu yüzdendir.
Ağız
Kuru ağızla yediğiniz yiyeceklerin tadını alamazsınız. Çünkü besinlerin tadını almanızı sağlayan tükürük salgısıdır. Yukarıda tükürük salgılayan bazı bezler ve çiğnemede etkili olan kaslar görülmektedir. Varlığını çoğu zaman fark etmediğimiz tükürük salgısı Allah tarafından bir nimet olarak yaratılmaktadır.
Ağızda birbirinden farklı özelliklere sahip iki farklı tükürük sıvısı salgılanmaktadır. Bunlardan biri karbonhidratları çok ince bir şekilde parçalar ve kısmen şekere dönüştürür. Örneğin ekmek bir karbonhidrattır. Eğer ağzınıza bir parça ekmek alır ve birkaç dakika yutmadan bekletirseniz, parçalanan karbonhidratın şeker tadını dilinizde hissedersiniz. Diğer tükürük sıvısı ise çok yoğun bir kıvama sahiptir. Bu yapışkan sıvı sayesinde yemek yerken ağzın her tarafına yayılmış olan yiyecek parçaları biraraya getirilerek lokma şeklini alır.
Peki tükürük salgısı olmasaydı ne olurduş Elbette ki ağzımızdaki kuruluktan dolayı ne yediklerimizi yutabilir, ne besinlerin tadını alabilir, ne de doğru dürüst konuşabilirdik. Katı hiçbir besini yiyemez, sadece sıvı olanlarla beslenmek zorunda kalırdık. Bu da insan için oldukça zor bir durum olurdu.
Üç ayrı salgı bezinden salgılanan tükürük, bir yandan yiyecekleri nemlendirerek yutulmasını kolaylaştırırken, diğer yandan da içerdiği kimyasal maddeyle yiyeceklerin içinde vücuda faydalı olan parçaların çözünmesini sağlar.
Ağzımız adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışır ve yediğimiz besinlerdeki nişastayı parçalar. Tükürükte bulunan ve pityalin adı verilen enzim bu iş için özel üretilmiş bir kimyasaldır. Pityalin, nişastayı ayrıştırarak şekere dönüştürür.
Ağızda yapılan sindirim sadece kimyasal değildir. Aynı zamanda dişlerin yaptığı mekanik bir sindirim de söz konusudur. Bu iki sindirim çeşidi de birbirlerini tamamlayacak şekilde çalışırlar.

Dilin Sindirimdeki Rolü

Dil
Dilde farklı lezzetlerin algılanma tatlı bölgeleri (sol üstte)
Dil
Dilde bulunan tat tomurcuklarında tat alıcı hücreler vardır. Yuvarlak kabarcıklarda birçok tat tomurcuğu bulunur. Flament kabarcıklar ise sadece besinlerin hareketini sağlar.
Mekanik öğütmede dilin de önemli bir rolü vardır. Çok hassas bir tat ölçme özelliğine sahip olan dil, aynı zamanda yiyeceklerin ağızda yuvarlanarak boğazdan geçişinde kolaylık sağlar.
Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında  bulunan dört farklı tada; acıya, tatlıya, tuzluya ve ekşiye duyarlı 10.000'e yakın tat noktası vardır.28  İşte bu tat tomurcukları her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını birbirlerine hiç karıştırmadan algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt gibi ekşi olarak algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı, tuzlu, ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilimadamları dilin bu yeteneğini "olağanüstü kimya teknolojisi" olarak adlandırırlar.
Peki dilin üzerinde daha az tat noktası olsaydı ne olurdu?
O zaman yediğimiz yiyeceklerin hiçbirinin tadlarını alamazdık. Ne tatlının, ne ızgaranın, ne ekmeğin, ne de başka bir yiyeceğin tadını bilemezdik. Her ne yersek yiyelim, hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her gün yapmak zorunda olduğumuz bir eziyet haline gelirdi. Ancak böyle olmaz ve dildeki özel tat tomurcukları sayesinde yediğimiz bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt edebiliriz. Bu sayede zevk alarak yemek yeriz.

Yemek Borusu

Yemek borusuSindirimin ikinci aşamasında yiyecekler yemek borusundan geçerek asıl sindirimin başlayacağı mideye giderler. Yemek borusunda herhangi bir sindirim işlemi gerçekleşmez. Biz yutkunduktan sonra, boynun arkasındaki düz kasların, besini yemek borusuna itmesiyle birlikte hareketli bir yolculuk başlar. Yiyecekler yemek borusunun ritmik kasılmasıyla aşağı doğru hareket eder. Peristaltis (sağımsal) adı verilen bu ritmik kas kasılmaları o denli kuvvetlidir ki, siz yatarken dahi besinlerin aşağı doğru itilmesini sağlar.29 Besinlerin 25 cm uzunluğundaki yemek borusundan geçişi yalnızca 12 saniye sürer.
İnsan ağzını hem yemek yemek hem de nefes almak için kullanabilir. Çünkü yiyeceklerin itildiği yemek borusunun hemen yanında, havanın ciğerlere çekildiği nefes borusu bulunur. Fakat burada çok önemli bir nokta vardır. Eğer çiğnenmiş besin, yemek borusu değil de soluk borusuna kaçarsa, bu, ölüm demektir. İnsan her gün yüzlerce kez yutkunur. Herhangi bir durumda yanlışlıkla soluk borusuna kaçan bir besin parçası insanın ölümüne neden olacaktır. Ancak solunum borusunun sürekli kapalı durması bir çözüm değildir. En akılcı ve pratik çözüm solunum borusunun açılır kapanır bir engelleyiciye (kapağa) sahip olmasıdır.
Mide
Yemek borusundan geçen besinler mideye doğru yol almaya başlar. Besinlerin sindirim kanalında ilerlemesini sağlayan ise peristalsis adı verilen son derece güçlü olan ritmik kas kasılmalarıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi insan vücudundaki tasarım kusursuzdur ve nefes borusunda da olabilecek en mükemmel ve en güvenli sistem vardır. Nefes borusunun üstünde yer  alan ve küçük bir dokudan oluşan bir kapak yutkunurken otomatik olarak nefes borusunu kapatır. İşte bu sayede yemek yerken nefes borusuna su veya yiyecek kaçması engellenmiş olur. Yutkunmadan sonra ise bu kapakçık tekrar yerine gider ve böylece nefes borusundan hava geçmesi sağlanır.
Günlük yaşamda hiç kimse yemek yerken böyle bir tehlikenin kendisini beklediğinden haberdar değildir. Hiç kimse "Ya yediklerim soluk boruma kaçarsa, keşke nefes borumda bir kapakçık olsa da yemek yerken boğazıma yemek kaçmasa" diye düşünmez. Ya da "Acaba kapakçığım çalışıyor mu, beni boğulmaktan koruyabilecek miş" gibi bir endişesi de pek olmaz. Muhtemelen pek çok insan da bu yazıyı okuyana kadar boğazındaki kapakçığın öneminden haberdar değildir. Ancak bu kapakçık vardır ve her an, -birkaç saniye önce siz yutkunurken bile- hayatınızı korur.
Kapakçıktaki bu açık tasarımın detayları vardır. Örneğin normal bir insanın sahip olduğu kapakçığın yapısı ile bir bebeğin kapakçığının yapısının aynı olması bebek için tehlikeli bir durum oluşturacaktır. Bu nedenle bebeklerdeki kapakçık sistemi yetişkinlerinkinden çok daha farklı bir şekilde çalışır. Bebeklerde bu kapakçık erişkinlerden daha yukarıda bulunur. Bu sayede bebek nefes alıp verirken rahatlıkla anne sütü de emebilir. Bebeklerin anne sütü emerken bir yandan ağlayıp bir yandan boğulmamaları da bu yüzdendir. Eğer bebeklerdeki kapak sistemi de yetişkinlerdekine
Ancak ilk insandan bu yana yaşayan ve halen yaşamakta olan tüm insanlarda bu ihtiyaç tam olması gerektiği şekilde karşılanmıştır. Özel bir hastalığı olanlar dışında tüm insanlar bebeklik dönemlerinde tam olması gereken yapıdaki kapakçıklara sahip olmuşlardır. Aynı şekilde bu insanlar yetişkin hale geldiklerinde de kapakçıklarının yapısı yine ihtiyaçlarına göre olmuştur.

Kafatası
Nefes borusunun üstünde yer alan ve küçük bir dokudan oluşan bir kapak yutkunurken otomatik olarak nefes borusunu kapatır. Bu sayede yemek yerken nefes borusuna su veya yiyecek kaçması da engellenmiş olur. Yutkunmadan sonra ise bu kapakçık açılır ve böylece nefes borusundan hava geçer.

Midedeki Detaylı Tasarım

Mide
Mide kesiti
Midede her aşaması bir amaca yönelik olan çok detaylı bir tasarım vardır. Yiyecekler, midenin üst ucunda bulunan ve "mide ağzı" ya da "kardia" denen dar bir açıklıktan geçerek mideye girer. Mideyi yemek borusuna bağlayan bu açıklıktaki büzücü kaslar bir kapak gibi çalışarak midedeki yarı sindirilmiş besinlerin yemek borusuna geri dönmesini engeller. Daha sonra midenin kubbe biçimindeki üst bölümüne geçen besinler, burada mide özsuyu ya da mide sıvısıyla karıştıktan sonra midenin en geniş bölümüne doğru ilerler. "Gövde" denen bu geniş bölüm keskin bir büklüm yaparak midenin yatay bölümünü oluşturur.
Üstteki dikey bölümden daha kısa olan bu bölgede mide yeniden daralır ve "mide kapısı" ya da "pilor" denen bir geçitle onikiparmak bağırsağına açılır. Midenin alt ucundaki bu kaslı geçit de bir kapak işlevi görerek yarı sindirilmiş besinlerin mideden çıkıp incebağırsaklara geçişini denetler. Besinlerin mide ağzından mide kapısına doğru ilerlemesini sağlayan, üç katman halinde yerleşmiş olan güçlü mide kaslarının ritmik dalgalanma hareketidir. Kas seyirmesini andıran bu dalgalanma hareketi aynı zamanda besinlerin çalkalanarak, sıkışıp ezilerek küçük parçalar halinde öğütülmesini ve sonunda "kimus" denen yarı sıvı bir karışıma dönüşmesini sağlar. Bu detaylı işlemlerin gerekliliği sindirim işleminin ileriki aşamalarında ortaya çıkacaktır.

Midedeki Traş Bıçağını Sindirecek Güçteki Asitler Nasıl Etkisiz Hale Gelir?

Mide salgı
Mide duvarını asitlere karşı koruyan mukus salgısı
Yemek borusunda ilerleyen yiyecekler bir süre sonra mideye ulaşır. Midedeki sindirim işlemi ağızdan farklıdır. Burada çok kuvvetli asitler devreye girer. Besinler yemek borusundan mideye iner inmez, mide yüzeyindeki hücreler gastrik asit adında bir sıvı salgılamaya başlar. Bu sıvıyla aynı anda pepsin ve hidroklorik asit adında kimyasal öğütücü sıvılar da salgılanır. Bu asitler bir traş bıçağını bile sindirebilecek kadar güçlüdür. Protein benzeri sindirimi zor maddeler için bu asitlerin olması zorunludur. Ancak burada çok önemli bir detay vardır. Midenin kendisi de yapı olarak proteinden oluşmuştur. Peki o zaman nasıl olup da traş bıçağını bile sindirebilen bir asit, midenin kendisine zarar vermemektedir?
Bu da insan vücudundaki benzersiz tasarım örneklerinden biridir. Midenin girintili çıkıntılı duvarlarının derinlikleri sayesinde mide kendi kendini sindirmez. Mide duvarlarındaki derin çukurlarda birbirinden farklı özelliklere sahip hücreler yer alır. Hassas bir denge içinde, midedeki birtakım hücreler asit salgılarken, bu hücrelerin yanıbaşında bulunan başka hücreler de yapışkan bir sıvı salgılar. "Mukus" isimli bu sıvı midenin yüzeyini örter ve mide duvarını asitlere karşı bir kalkan gibi korur ve enzimlerin mideye zarar vermesini engeller. Parçalayıcı enzimler kadar enfeksiyon yapan virüs ve diğer mikroorganizmaların da hücrelerin içine girmelerini engelleyen mukus, aynı zamanda yiyeceklerin kanal içindeki hareketlerini kolaylaştıran bir kayganlaştırıcıdır da.
Mukus
Yanda mide duvarından bir kesit görülüyor. Çok sayıda katmandan oluşan mide duvarlarındaki hücrelerin hepsi farklı işlevlere sahiptir. Böyle detaylı bir yapının tesadüfen ortaya çıkamayacağı çok açıktır. Mideyi yaratan üstün bir ilim sahibi olan Allah'tır.
Bu işlemler nasıl gerçekleşmekte, midedeki bu koruyucu ortam nasıl oluşmaktadırş Midedeki hücreler kendi kendilerine bu maddelerin üretimini yapmaya karar vermiş ve bir şekilde koruyucu maddelerin formülünü bulmuş olabilirler miş Hücrelerin böyle bir şey yapabilmek için nelere ihtiyacı olacaktır düşünelim:
Öncelikle sindirim için gerekli olan maddenin üretimi için, birtakım hücreler, yiyeceklerin sindirilmesi gerektiğinin şuurunda olmalıdırlar. Aynı hücreler sindirim için asit gibi bir maddeye ihtiyaç olduğunu bilmelidirler. Daha sonra hücrelerin, en uygun asitin formülünü bulup, bu formül doğrultusunda üretim yapmaları gerekir. Koruyucu maddenin üretimi içinse, birtakım hücrelerin, bu asitin midenin kendisine zarar verebileceğini tespit etmeleri, sonra bu hücrelerin asit örneklerini alıp laboratuvarda incelemiş ve asidin etkisini durduracak formülü geliştirmiş olmaları gerekir. Bu arada bu asitin bir damlası dahi halıda koca bir delik açabilecek kadar etkilidir. Bu nedenle herhangi bir formül hatasının, midenin asitler tarafından eritilmesi anlamına geleceği de unutulmamalıdır.
Elbette ki midedeki birbirini dengeleyen maddelerin oluşumu yukarıdaki paragrafta özetlendiği kadar basit değildir. Maddelerin formüllerinin tutturulması bile başlı başına bir olaydır. Kaldı ki bir hücrenin kimyasal formüller oluşturup, bu formülleri biraraya getirip bir madde oluşturmasının imkanı yoktur. şuursuz atomlardan oluşan bir hücrenin böyle bir akla ve yeteneğe sahip olduğunu iddia etmek akılcılıktan uzaklaşmak olacaktır.
Villus
Mide yüzeyinde villi denilen kıvrımlı yapılar vardır. Bu tasarım besinlerin sindirimini kolaylaştırır.
Bununla birlikte akıl ve mantık sınırlarından uzaklaşmayı kabul e-derek bir insanın midesinde asitin bir şekilde ortaya çıktığını varsaysak bile onu dengeleyecek maddenin zaman içinde ortaya çıkmasının beklenmesi de söz konusu dahi olamaz. Çünkü traş bıçağını eritebilecek kadar güçlü olan asitler, mideyi çok kısa bir süre içinde tahrip edecektir. Asitlerin değil milyonlarca yıl, 2-3 gün hatta daha da kısa bir süre için bile midede beklemesi imkansızdır.
Bunların tümünü gözönünde bulunduracak olursak apaçık bir gerçek karşımıza çıkmaktadır. Asitin ve mideyi asitten koruyacak mukusun beraber var olmaları, Allah'ın üstün yaratışındaki düzenin ve kusursuzluğun sayısız örneğinden sadece biridir. Allah insan bedenini, bir bütün olarak kusursuz bir tasarımla yaratmıştır.
 

Sindirimle Birlikte Asite Dönüşen Sıvı

Midenin çalışma sistemindeki tek planlama örneği bu değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi insan vücudunda öyle kusursuz bir sistem vardır ki, her türlü ihtimal için gerekli olan tedbirler daha en baştan alınmıştır. Örneğin mide boşken içinde sindirim asitlerinin bulunması -her ne kadar mide mukus tarafından bu asite karşı korunuyor olsa da- mideye bir süre sonra zarar verecektir. Bu nedenle boş olduğu zamanlarda midenin içinde sindirim asitleri bulunmaz. Dolayısıyla midenin zarar görme tehlikesi de ortadan kalkmış olur. Boş midenin içinde "pepsinojen" isimli, sindirme özelliği olmayan bir enzim bulunur. Ancak mideye besinlerin gelişiyle birlikte, mide hücreleri HCL (hidroklorik) asit isimli bir sıvı salgılamaya başlar. Bu sıvı boş midede bulunan pepsinojenin yapısını aniden değiştirir ve "pepsin" isimli, çok güçlü bir parçalayıcı enzime dönüştürür. Bu da midedeki besinleri hemen parçalar.30
Mide
Yukarıda midenin anatomisi görülüyor. a) Mide çukurları ve bezlerinin büyütülmüş görüntüsü. b) Ana hücreler tarafından pepsinojen üretimini gösteren şema. Bu üretim şöyle gerçekleşir: Ana hücreler (1) protein üreten (pepsinojen gibi) enzimleri üretirler. Çeper hücreleri (2) ise ana hücreleri aktif hale getiren HCl asiti üretirler. Böyle birbirine bağlı bir sistemin tesadüfen ortaya çıktığı gibi bir iddia elbette ki akıl ve mantık dışıdır.
Mide boşken tamamen zararsız olan bir sıvının, midenin dolmasıyla birlikte çok güçlü bir parçalayıcıya dönüşmesinin, bilinçsiz tesadüflerle ortaya çıkamayacağını anlamak için biraz düşünmek yeterli olacaktır. Tesadüfen bir maddenin başka bir maddeye üstelik de her seferinde tam doğru formülü tutturarak dönüşmesi kesinlikle mümkün değildir, ki bu işlem bütün insanlarda her yemek öncesinde gerçekleşmektedir. Bu durum tesadüf gibi başıboşluğu temsil eden bir kavramı tamamen konu dışında bırakmaktadır.
Mide hücrelerinin ne zaman hangi maddeyi salgılayacaklarını bilen, hücrelerin yerli yerinde hareket etmelerini sağlayan, asitlerin salgılanma zamanlamasını ayarlayan bir güç olduğu açıktır. İnsan bedenine hakim olan bu güç tüm evreni, evrendeki bütün canlıları, insanları yaratmış olan Allah'tır. Allah'ın yaratmada hiçbir ortağı yoktur.

Midenizdeki Özel Süspansiyon Sistemi

Süspansiyon
Mide kasları 3 farklı yöne doğru dizilmişlerdir. Bu yapı sayesinde mide aşağı yukarı, sağa sola ve çarpraz şekilde hareketleri kolaylıkla yapar. Allah'ın yarattığı bu özel tasarım midede besinlerin daha kolay öğütülmesini sağlar.
Yemek yedikten sonra siz sadece bir tokluk hissi, belki de biraz ağırlık hissedersiniz. Bunların dışında midenizde neler olup bittiğinden haberdar bile olmayabilirsiniz. Oysa yemekten kısa bir süre sonra midenizde büyük bir hareketlilik yaşanır. Mideniz sürekli sağa, sola, yukarı, aşağı çalkalanır ve besinlerin daha iyi sindirilmesine çalışır. Ancak siz midenizdeki özel süspansiyon sistemi sayesinde bu hareketlerin hiç farkına varmazsınız.
Mide kasları 3 farklı yöne doğru dizilmişlerdir. Bu şekilde mide aşağı yukarı, sağa sola ve çarpraz şekilde hareketleri kolaylıkla yapar. Bu da besinlerin mide sıvılarıyla daha iyi temas etmesini sağlar. Ancak bu tarz hareketler her zaman bir tehlikeyi de beraberlerinde getirecektir; sürtünme…
Mide, bağırsakların hemen yanıbaşında bulunan bir organdır. Sürekli hareket etmesi, bağırsaklara sürtünmesi anlamına gelir ki bu, insan sağlığında ciddi problemlere yol açabilecek bir durumdur.
Elbette ki midede bu tehlikeye karşı da bir önlem alınmıştır. Midenin en dış dokusu, "periton" isimli bir zarla kaplıdır. Bu zarın salgıladığı kaygan sıvı, mide ve bağırsaklara "dıştan yağlama" olarak nitelendirilecek bir işlem yaparak bu organların kayganlaşmasını ve dolayısıyla çalışırken birbirlerine sürtünerek zarar görmelerini önler.31

Kan Yapımı ve Mide

Mide mukozasının bir özelliği de kan yapımına katkıda bulunmasıdır. Mide mukozası kan üretmez. Ancak kan üretimi yapan kemik iliğine çok önemli bir yardımda bulunur. Vücut için büyük öneme sahip B-12 vitamininin kemik iliğine ulaşmasını sağlar. B-12 vitamininin kemik iliğine ulaşıncaya kadar gerçekleştirdiği yolculuk ve mide mukozasının bu yolculuktaki rolü incelendiğinde, karşımıza mikroskobik düzeyde gerçekleşen büyük bir mucize çıkar.
B-12 vitamini insan vücuduna girdikten sonra sindirim sistemi boyunca bir yolculuk yapar. Ardından incebağırsaktan kan dolaşımına geçiş yaparak kana karışır ve kemik iliği hücrelerine ulaşır.
B-12 vitamininin özümsenmesi incebağırsakta gerçekleşir. Ancak incebağırsakta bulunan herhangi bir sindirim hücresi B-12 vitaminini yakalamaz. İncebağırsağın küçük bir bölgesinde, yalnızca B-12 vitaminini yakalamakla görevlendirilmiş özel bir hücre grubu bulunmaktadır.32 Bu hücre grubu bütün yaşamlarını -mucizevi bir şekilde- yalnızca B-12 vitaminini yakalamaya adamışlardır. Bu hücreler trilyonlarca molekül içinden B-12 vitaminini ayırt eder ve yakalarlar.
İşte bu noktada meydana gelen mucizeyi görebilmek için düşünmek gerekmektedir. B-12 vitaminini yakalayan hücreler, bu vitaminin insan vücudu için taşıdığı önemi bilmektedirler. İncebağırsağın belirli bir bölgesine bu görev için özel olarak yerleştirilmişlerdir. Ömürlerini B-12 vitaminini yakalamak için adamış olsalar da bu vitamin kendi işlerine yaramamaktadır. Yakaladıkları vitamini kan dolaşımına bırakarak bilmedikleri bir yere gönderirler.
Bu hücrelerin B-12 vitaminini yakalarken gösterdikleri akıl, elbette bir tesadüf sonucunda ortaya çıkamaz. Açıkça anlaşıldığı gibi bu sistem özel olarak yaratılmıştır. Sistemi biraz daha detaylı bir şekilde incelediğimiz zaman çok daha şaşırtıcı mucizeler karşımıza çıkar.
İncebağırsakta bulunan hücreler, yalın haldeki B-12 vitaminini tanıyamazlar. B-12 vitamininin bu hücreler tarafından tanınabilmesi ve yakalanabilmesi için özel bir molekülle işaretlenmesi gereklidir. Bu ihtiyaç da elbette düşünülmüş ve B-12 vitamininin bağırsağa ulaşmadan işaretlenmesini sağlayacak sistem de kurulmuştur.
B-12 vitamini henüz midede bulunduğu sırada, mide hücreleri B-12 vitamini için özel bir molekül üretirler. Bu molekül B-12 vitamininin yolculuğunun ilerki aşamalarında ihtiyaç duyacağı bir "kimlik belgesi"dir. Bu kimlik belgesi B-12 vitaminine sıkıca yapışır ve B-12 incebağırsağa doğru yolculuğuna devam eder.
Biraz önce de belirttiğimiz gibi incebağırsakta yalnızca B-12 vitaminini bulmakla görevli sınır memurları (özelleşmiş hücre grubu), B-12 hücresinin kan dolaşımına geçmesini sağlayacaklardır. Ama bu memurlar yalın halde bulunan B-12 vitaminini tanıyamamaktadır. İşte bu aşamada B-12 vitamininin imdadına elindeki kimlik belgesi yetişir. Sınır memurları bu kimlik sayesinde trilyonlarca molekül arasından B-12 vitaminini tanır ve bulurlar. Ardından yine bu kimlik molekülünün yardımı sayesinde B-12 vitamininin kan dolaşımına geçmesini sağlarlar. Böylece B-12 kan yoluyla kemik iliğine ulaşmayı başarır.
Görüldüğü gibi, mide hücreleri B-12 vitamininin vücut için önemini bilmektedirler. Ayrıca bağırsak hücrelerinin B-12 vitaminini tanımak için nasıl bir işarete ihtiyaçları olduğunu da bilmekte ve bu işaret molekülünü özel olarak üretmektedirler. Gözleri, elleri veya bir beyni olmayan bağırsak hücreleri de bu işareti tanımakta ve B-12 vitaminini yakalamaktadırlar. 
Unutulmaması gereken bir başka önemli nokta da, bütün bu olaylar sonucunda özümsenen B-12 vitaminin, ne mide hücresinin ne de bağırsak hücresinin işine yaramadığıdır. B-12 vitamini çok uzakta, kemik iliğinde kullanılmaktadır. Bu vitamin sayesinde insan vücudunda kan üretilebilmekte ve insanın yaşamını sürdürmesi sağlanmaktadır.
Yalnızca bir vitaminin yapmış olduğu yolculuk ve bu yolculuktaki detaylar bile insan bedeninde kurulu sistemin kusursuzluğunun anlaşılması açısından yeterlidir.
Kuşkusuz bu işlemler sırasında sergilenen keskin şuur ve kusursuz işleyiş söz konusu hücrelerin iradesi ile gerçekleşemez. Sonuçta hücre dediğimiz varlıklar şuursuz atomların birleşmesiyle meydana gelen yapılardır. Hücre içinde şuur, irade veya bir güç aramak son derece anlamsız olacaktır. Burada görülen açık gerçek, mide hücrelerinin de, kan yapımını sağlayan mekanizmaların da Allah tarafından var edildikleri ve O'nun ilhamı ile görevlerini yerine getirdikleridir.
Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdirş O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

Parçalanma Devam Ediyor

Midede sulu bir pelte kıvamına getirilmiş besinler, sadece tek tarafa açılan bir kapaktan geçerek onikiparmak bağırsağına, burdan da incebağırsağa iletilirler. İnce bağırsak 3 cm çapında ve 7 metreden fazla uzunluğa sahip bir organdır. 7 metre uzunluğunda bir hortum, bükülerek, katlanarak paketlenmiş ve her insanın karnının içine yerleştirilmiştir. Ancak mucize, bu mükemmel paketleme olayı ile sınırlı değildir. 7 metrelik hortumun içinde çok hayati olaylar gerçekleşmektedir.
Parçalanma
Peristaltik dalgalanmalar (ritmik kas kasılmaları) midenin iç kısmındaki besinlerin karıştırılmasına ve mide ağzına doğru yönlendirilmesine yardımcı olur.
1) Peristaltik dalgalar mide ağzına (pilora) doğru hareket eder.
2) En güçlü peristalsis ve karıştırma işlemi mide ağzına yakın bir yerde gerçekleşir.
3) Midenin pilor bitişi bir pompa gibi hareket eder. Besinlerin bir kısmının onikiparmak bağırsağına girmesine izin verir, kalan kısmını da kendi bünyesinde tutarak parça parça gönderir.
Besinlerin önemli bir bölümü midede parçalanmış olsa da, bir kısım besin hala en küçük birimlerine ayrıştırılamamış bir şekilde midede durmaktadır. Mideyi terk eden ve hala sindirilmemiş olan bu besinler de bir süre sonra incebağırsağa ulaşırlar. Örneğin yağlar büyük moleküllü oldukları ve suda erimedikleri için sindirimleri zordur. Bu nedenle yağların sindirimi ağız ve midede olmaz, incebağırsakta gerçekleşir.
İşte bu aşamada vücudun iki organı -pankreas ve karaciğer- devreye girerler. Bu iki organ incebağırsağın içine bir kanal yardımıyla iki özel sıvı gönderirler.
Karaciğer midenin yağları parçalayamadığının farkındadır. Aynı zamanda yağları parçalayacak özel sıvının kimyasal formülüne de sahiptir. Yağlı besinlerin incebağırsağa ulaştıkları anı da bilen karaciğer, en doğru zamanda, en doğru yere, hazırladığı ve biriktirdiği özel sıvıyı boşaltır.
Safra sıvısı isimli bu salgı yalnızca yağları parçalamakla kalmaz. Parçalanan yağların incebağırsaktan emilmesine de yardım eder. Ayrıca bağırsakların vitaminleri emebilmelerini sağlayan özel kimyasal bileşimleri de içinde barındırır. Hatta aynı zamanda bağırsağın içindeki zararlı bakterileri öldüren bir antiseptiktir.
Safranın görevi, mideden incebağırsağa gelen besin bulamacındaki yağları bir ön işlemden geçirmektir. Bu ön işlem pankreas salgısının etkisini artıracaktır. İçinde çeşitli enzimler bulunan pankreas özsuyu yağların yanısıra nişasta ve proteinlerin sindirilmesine de yardımcı olur. İnce bağırsağın iç yüzeyini döşeyen mukozada da çok sayıda küçük salgıbezi vardır. Bu bezlerin salgıladığı bağırsak özsuyundaki çeşitli enzimler, o ana kadar yeterince parçalanmış olan besinlerin sindirilmesinde önemli rol oynar. Yemekten 3-5 saat sonra incebağırsaktaki besinlerin çoğu öğütülmüş olur. Böylece, karbonhidratlar basit şekerlere, proteinler aminoasitlere, yağlar da gliserol ile yağ asitlerine ayrışarak emilmeye hazır duruma gelir. İncebağırsakta bulunan emici hücreler emilmeye hazır besin moleküllerini yakalar ve emerler. Ardından bu besinleri kan dolaşımına verirler.
Yiyecekler incebağırsaktan ayrılmak üzereyken içlerinde su hariç hiçbir gıda kalmamıştır. Tüm gıdalar emilmiştir.
ELEKTRİK AKIMI ÜRETEN HÜCRELER
Vücutta besinlerin sindirim kanalı boyunca ilerlemesini sağlayan farklı mekanizmalar vardır. Bunlardan bir tanesi de bağırsaklardaki istem dışı düz kasların kasılmasıdır. Bu kasların ritmik kasılmaları sayesinde besinler tek yönlü bir hareketle ileriye doğru giderler. Ancak burada merak konusu olan besinlerin neden hep ileriye doğru hareket ettikleridir. Bu konuda çalışmalar yapan Kanada'daki McMaster Üniversitesi araştırmacılarından Jan Huizinga başkanlığındaki bir ekip, bu tek yönlü hareketi sağlayan hücreleri araştırdılar. Çalışmalarında sindirim kanalı boyunca yerleştirdikleri mikro elektrodları kullandılar. Bu mikro elektrodlar, "Interstisyel Cajal hücreleri" denilen hücrelerin sürekli ve düzenli bir elektrik akımı oluşturduğunu saptadı. İşte bağırsak çeperindeki halka biçimli kasların peşpeşe kasılmasını sağlayan, bu Cajal hücrelerinin oluşturduğu elektrik akımıdır. Ancak bu mekanizmanın kusursuz işlemesi için sadece elektrik akımının oluşturulması da yeterli değildir. Aynı zamanda akımın hatasız bir ritimle oluşturulması da gerekir. Cajal hücreleri bu nedenle bağırsaklarda bir ağ oluşturmuşlardır. Bu ağ onların aynı ritmle elektrik akımını boşaltmalarını sağlar. (Science et Vie, Eylül 1998)
İşte bu kusursuz mekanizma sayesinde yediklerimiz midemizde kalır ve vücudumuz için faydalı hale dönüştürülür. Eğer Cajal hücrelerinin oluşturduğu ritmik elektriksel akımlar olmasaydı, bağırsaklardaki kaslar uyumlu bir şekilde kasılmazdı. Bu da yediğimiz besinlerin ileriye doğru hareket etmek yerine tekrar ağzımıza geri gelmelerine neden olabilirdi. Ancak biz hastalık durumu hariç böyle sıkıntı verici bir durumu hiçbir zaman yaşamayız. Hatta böyle bir ihtimal olabileceği aklımıza dahi gelmez. Bu örnekte de görüldüğü gibi Allah'ın vücudumuzda yarattığı sistem her yönden kusursuzdur. Bu nimet sayesinde rahatlıkla yaşantımızı sürdürebiliriz.

Sindirimde Son Adım: BAĞIRSAKLAR

Bağırsakları Bekleyen Tehlike 'Asit'

On iki parmak bağırsağı
Onikiparmak bağırsağının mide gibi kendisini asitlerden koruyucak bir katmanı yoktur. Ancak Allah'ın yarattığı özel sistem ile pankreas bu bağırsağın emrine verilmiştir. Pankreasın ürettiği bikarbonat molekülleri mide asitlerini etkisiz hale getirir ve bu bağırsağı korur.
Daha önce de incelediğimiz gibi midedeki sindirim, asitler tarafından gerçekleştirilir. Yani mideden bağırsaklara gelen besin bulamacının içinde oldukça güçlü asitler bulunur. Bu durum onikiparmak bağırsağı için ciddi bir tehlike oluşturur. Bağırsakların bu asit yüzünden tahrip olmaları gibi bir tehlike söz konusudur, çünkü onikiparmak bağırsağının mide gibi kendisini koruyabilecek özel bir tabakası yoktur.
O halde nasıl olup da onikiparmak bağırsağı asitlerden zarar görmemektedir?
Bu sorunun cevabını bulmak için sindirim sırasında gerçekleşen olaylar incelendiğinde, bedenimizde gerçekleşen hayret verici olaylarla karşılaşırız.
Onikiparmak bağırsağına mideden besinlerle birlikte gelen asitlerin oranı tehlikeli bir boyuta ulaştığında, bağırsağın duvarındaki hücrelerden "sekretin" isimli bir hormon salgılanmaya başlanır. Bu işlemler ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken noktalar vardır. Öncelikle onikiparmak bağırsağını koruyan sekretin hormonu incebağırsağın çeperindeki hücrelerde "prosekretin" halinde bulunur. Bu hormon sindirilmiş besinlerin asidik etkisiyle başka bir kimyasal madde olan sekretin haline dönüşür ve bu hormon, pankreası uyararak salgıların zararlı etkisini ortadan kaldırır.33
Sekretin hormonu kana karışarak pankreasa gelir ve enzim salgılaması için pankreası yardıma çağırır. Onikiparmak bağırsağının tehlikede olduğunu haber alan pankreas, bikarbonat moleküllerini bu bölgeye gönderir. Bu moleküller mide asidini etkisiz hale getirecek ve onikiparmak bağırsağını koruyacaktır.
İnsan hayatı için son derece önemli olan bu işlemler nasıl gerçekleşmektedirş Bağırsak hücrelerinin, ihtiyaçları olan maddenin pankreasta bulunduğunu bilmeleri, ayrıca mideden salgılanan asidin formülünü bozarak, etkisini nasıl ortadan kaldıracaklarından haberdar olmaları, pankreası harekete geçirecek maddenin formülünü bilmeleri, aynı şekilde pankreasın da bağırsaktan gelen mesajı anlayarak enzimi salgılamaya başlayacak anlayışa sahip olması, üzerinde düşünülmesi gereken işlemlerdir.
Mide
Yanda onikiparmak bağırsağının duvarından bir kesit görülüyor. İşte bu kesitteki tabakaları oluşturan hücrelerin tümü şuurlu birer varlık gibi hareket ederek besinlerin sindirilmesinde rol alırlar.
Burada bağırsak hücreleri için kullanılan "bilmek, haberdar olmak" gibi fiiller insan bedeninde gerçekleşen olayların mucizevi yönünü daha iyi vurgulamak açısından önemlidir. Yoksa akıl sahibi her insanın da takdir edeceği gibi bir hücrenin düşünmesi, iradeye sahip olması ve kararlar vermesi, başka bir organın özelliklerinden haberdar olması, formüller üretebilmesi kesinlikle mümkün değildir.
İnsan bedeninin kapkaranlık derinliklerinde, gözü, kulağı olmayan, bir beyni ve şuuru bulunmayan hücrelerin böylesine kusursuz sistemler içinde çalışmaları Allah'ın üstün yaratışının sonuçlarıdır. Hücreleri sahip oldukları özelliklerle birlikte yaratan benzeri olmayan bir ilmin sahibi olan Allah'tır. Allah insanlara kendi bedenlerinde yarattığı bu gibi özelliklerle gücünün sınırsızlığını göstermektedir.

Sindirim İşlemindeki Son Aşama

Yediğimiz bütün besinlerin sindirimi incebağırsakta tamamlanır. Ancak sindirimdeki son aşama, sindirim ürünlerinin vücutta gerekli yerlere dağıtımının sağlanması için emilmesidir. Sindirim sisteminin parçalarından ağız ve midedeki emilim çok azdır. Emilim tam olarak bağırsaklarda gerçekleşir. İnce bağırsağın yapısı emilim için çok uygundur.
İncebağırsağın iç yüzü son derece girintili ve çıkıntılı bir yapıya sahiptir. Bu girinti ve çıkıntıların üzerinde de mikroskobik pompalar bulunur. Bu pompalar emici hücrelerdir. İşte bu hücreler vücudun ihtiyacı olan besinleri yakalar ve bağlı oldukları kan damarlarına pompalarlar.
Vücudunuzun neye ihtiyacı varsa bu küçük pompalar bunu bilir. Beyin hücrelerinizde kullanılacak parçalanmış şeker, veya kas hücrelerinizde kullanılacak bir amino asit… Bu küçük pompalar, bir akıl gösterisiyle ihtiyacınız olan besini bulur ve yakalar. Siz bu yazıyı okurken de milyarlarca pompa, sizin yazıyı okuyabilmeniz için ihtiyacınız olan besinleri, gerekli yerlere pompalamaktadır.
Bağırsakların içinde bulunan kıvrımlar ve bu kıvrımların üzerinde bulunan mikro pompalar sayesinde, incebağırsak oldukça büyük bir yüzey alana sahiptir. Öyle ki, yetişkin bir insanın bağırsağının sahip olduğu toplam alan yaklaşık 300 m.2'ye ulaşır. Bu, yaklaşık iki küçük tenis kortunun toplam alanına denk gelen bir büyüklüktür.34
Besinlerin sindirimi bu geniş alanda gerçekleşir. Besinler parçalanarak önce bir bulamaç haline getirilir. Sonra bu bulamaç bağırsak iç yüzeyinin üzerine, hiçbir nokta eksik kalmayacak şekilde ve çok çok ince bir tabaka olarak serilir. İşte bu sayede hücreler yiyeceklerin içindeki bütün besini kolayca emebilirler.
SİNDİRİM İŞLEMİNE KATILAN ELEMANLAR
Sindirime uğrayan grupSindirimin olduğu yerSindirilen madde (etkileyen madde)Etkileyen enzimin adıEnzimin hazırlandığı yerEnzimin etkin olduğu durumuSindirimle oluşan ürünÜrün incebağırsakta emiliyorsa girdiği tümür kılcaldamarı
KARBONHİDRAT SİNDİRİMİAğızNişasta (Pişmiş)Amilaz (Pityalin)Tükürük bezleriDekstrin MaltozDekstrin Maltoz

Tümürdeki kılcal kan damarları
 
Onikiparmak bağırsağı

İnce Bağırsak
NişastaAmilazPankreasAlkaliMaltoz
MaltozMaltazİnce bağırsak bezleriAlkaliGlikoz+Glikoz
SakkarozSakkarozİnce bağırsak bezleriAlkaliGlikoz+Fraktoz
LaktozLaktazİnce bağırsak bezleriAlkaliGlikoz+Galaktoz
PROTEİN SİNDİRİMİMideProteinPepsin (HCL varlığında)MideAsitPepton+PolipeptitTümürdeki kılcal kan damarları
 
Süt proteiniLap (renin)MideAsitKazeinin ayrılması
Onikiparmak bağırsağıPepton polipeptitTripsinPankreasAlkaliPeptitler aminoasitler
Pepton polipeptitKimotripsinPankreasAlkaliPeptiler aminoasitler
İnce BağırsakPeptitler (tripeptit gibi ara bileşikler)Erepsinİnce bağırsak bezleriAlkaliAminoasitler
YAĞ SİNDİRİMİOnikiparmak bağırsağı İnce bağırsakYağLipazPankreasAlkaliYağ asitleri, gliserin (Gliserol)Tümürdeki kılcal lenf damarları (lenf borusu)
NÜKLEİKASİT SİNDİRİMİOnikiparmak bağırsağı İnce bağırsakDNA ve RNADeoksiribo-nükleaz ve ribonükleazPankreasAlkaliNükleotidlerin yapı taşlarıTümürdeki kılcal kan damarları

HORMONSALGILANDIĞI ORGANSALGININ ÇIKARILMASINI UYARICI FAKTÖRTEPKİME ORGANITEPKİME ORGANININ CEVABI
GastrinMide mukozasıMidedeki besinlerin varlığıMide mukozasıGastrik sıvı (mide özsuyu)
SektrinOnikiparmak bağırsak mukozasıOnikiparmak bağırsağında asidik besinlerin bulunuşuPankreasEnzim salgılanmasını başlatır
Enterogastrinİnce bağırsak mukozasıYağ asitleriMideMide hareketinin yavaşlaması
Kolesistokininİnce bağırsak mukozasıAsidik besinlerSafra kesesiSafra çıkarılmasını sağlar
PankreoziminOnikiparmak mukozasıAsidik besinlerPankreasPankreasın çalışmasını sağlar
Sindirim sırasında yukarıdaki tabloda görülen işlemlerin tümü, eksiksizce ve bir düzen içinde gerçekleşir. Hiç karışıklık çıkmadan işleyen sindirim sistemindeki kusursuz tasarım Allah'a aittir.
İncebağırsağın çok özel bir fonksiyonu da bazı maddeleri vücudun ihtiyacı olduğu kadar emebilmesidir. Örneğin demirin fazlası vücuda zararlıdır. Belli bir oranın üzerinde bağırsaklara ulaşan demir, hiç emilmeden bağırsaklardan atılır. Bunun aksi bir durumda çok ağır ve yaşamayı imkansız kılan hastalıklar meydana gelir.
Bundan başka daha önceki bölümlerde değinildiği gibi incebağırsağın çok özel bir bölümünde ise sadece B-12 vitaminini emmek üzere hazırlanmış hücrelerden oluşan bölgeler bulunur. Ameliyatla bağırsaklarının bu bölgesi alınan kişilerin tıbbi tedavi olmadığı takdirde kansızlıktan ölmeleri kaçınılmazdır.
Bağırsak
İnce bağırsak çok özel fonksiyonları olan bir organdır. Bu organdaki hücreler, hangi maddenin ne olduğunu ayırt ederek vücuda faydalı maddeleri seçebilirler. Hücrelere bu aklı ve şuuru veren Yüce Allah'tır.
Bağırsaklardaki hücrelerin seçiciliği, üzerinde düşünülmesi gereken, Allah'ın büyüklüğünün kavranmasında vesile olacak bir konudur. Bağırsakların bulunduğu yer insan vücudundaki karanlık bir bölgedir. Bu organlarımızın beyinleri yoktur, maddeleri ayırt etmelerini sağlayacak zekaları ve bilgileri yoktur. Ancak buna rağmen insan için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu ayırt edebilmekte ve buna göre gerekli olanları almakta, gereksiz olanları ise vücuttan atmaktadırlar.
Bir insan için önüne konulan kimyasal maddelerin, madensel tuzların ya da toz metallerin ayrımını yapmak neredeyse imkansızdır. Bu konuda eğitim almamış bir kişi sadece bakarak demiri çinkodan ayırt edemez. Hangi maddenin faydalı hangisinin zararlı olduğunu, o an bedeninde hangisine ne kadar ihtiyaç olduğunu tespit etmesi de mümkün değildir. İnsan bu maddeler arasındaki farkı anlayamaz ama o insanın bağırsak hücreleri bunu rahatlıkla anlar.
Görüldüğü gibi hangi maddenin ne olduğunu ayırt edebilmek için akla ve bilince sahip olmak yeterli değildir. Konu hakkında detaylı bilgi sahibi olmak gereklidir. Peki öyleyse bağırsak hücreleri böyle bir bilgiye nasıl sahip olmuşlardırş İnsan vücudundaki trilyonlarca hücrede neyin eksik, neyin fazla olduğunu bu hücreler nasıl tespit etmekte ve aksayan yönü nasıl gidereceklerini nereden bilmektedirler?
Atomların biraraya gelmesiyle oluşan hücrelerin bir iradeye sahip oldukları düşünülemez. Bu bilginin hücrelere yerleştirilmiş olduğu çok açıktır. Böyle muazzam bir işlemin tesadüflerle ya da başka bir etkiyle gerçekleşmesinin de mümkün olmadığı ortadadır. Bu durum, hücrelere, sahip oldukları şuuru veren üstün bir gücün varlığını gösterir ki, bu gücün sahibi herşeyi yaratan ve bir düzen içinde biçim veren Allah'tır.
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilirş O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 101-102)

Sizin İçin Çalışan Bakteriler

Bağırsaklardaki besinlerin çoğu kalınbağırsaklara gelene kadar emilmişlerdir. Ancak bazı özel besinlerin emilimi kalınbağırsakta gerçekleşir. Bunların arasında en ilginçlerden biri de K vitaminidir.
K vitamini kanın pıhtılaşması mekanizmasında görev yapan, eksikliğinde, insanı ölüme götürecek sonuçlar ortaya çıkabilen son derece önemli bir vitamindir. Ancak K vitamini doğada insan bedeninin ihtiyaç duyduğu şekilde bulunmaz. İnsan vücudunun bu vitamini kendi kullanabileceği hale getirmesi, yani bir anlamda "rafine etmesi" gereklidir.
Ancak insan metabolizması böyle bir rafine işlemini de gerçekleştiremez. Peki nasıl olur da insanlar K vitamini eksikliğinden dolayı yaşamlarını yitirmezlerş Bu vitamini insanın kullanacağı hale getiren, onun için rafine eden mekanizma nedir?
Bu sorunun cevabı akıllara durgunluk veren bir gerçeği ortaya koyar. Bağırsaklarda bulunan özel bakteriler, K vitaminini bir dizi işlemden geçirir, rafine eder ve insanın kullanabileceği hale getirirler. Bu bakteriler tarafından rafine edilen K vitamini kalınbağırsaktan emilerek kana karışır.35
İnsan vücudunda K vitamini rafine eden bakterilerin bulunması mutlaka üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir detaydır. Bakterilerin tam olmaları gereken yerde bulunmaları, rafine işlemini yapacak genetik şifreye sahip olmaları son derece önemli olaylardır. İnsanın hayatını devam ettirebilmek için varlığından bile haberdar olmadığı, hatta adını bile bilmediği küçücük bir bakteriye muhtaç olması ise bu olayın farklı bir yönüdür. Hiçbir tesadüf bir bakteriyi meydana getirip, üstelik bunu insanın bağırsaklarına yerleştirip, bu bakterinin genetik şifresini insana faydalı olacak işlemleri yapacak hale getiremez.
Bağırsak
Resimde yapısından çeşitli kesitler görülen kalınbağırsak vücudumuz için çok önemli olan K vitamininin emilmesini sağlama görevini üstlenmiştir.
Bunlar çok şaşırtıcı ve son derece önemli bilgilerdir. şüphesiz bütün bu bilgiler, herşeyi planlayıp düzenleyen Allah’ın sonsuz kudretini gösteren örneklerdendir. Allah herşeyi en ince detaylarına kadar planlamıştır. Yeryüzündeki tüm canlılar gibi insanlar da Allah'a muhtaçtırlar; O'nun dilemesiyle var olmuşlardır ve O'nun dilemesiyle yaşamlarını sürdürebilirler. Allah ise hiçbir şeye ihtiyaç duymayandır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mış" De ki: "Hakka ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mış Ne oluyor sizeş Nasıl hükmediyorsunuzş" (Yunus Suresi, 35)

Vücudumuzun İçindeki Bağımsız Fabrika: Karaciğer

Karaciğer
Karaciğerin bulunduğu yer, vücut içinde yürüttüğü faaliyetleri nedeniyle çok önemlidir. Tüm sistemlere yakın olmalı ve ağırlığı nedeniyle de insanın hareketlerini engellemeyecek bir yerde bulunmalıdır. İç organların en irisi olan ve yetişkinlerde ağırlığı 1.5-2 kilogram olan karaciğer, diyaframın sağ alt kısmında bulunur ve midenin altında yer alır. Karaciğer bütün özellikleri ile bir yaratılış mucizesidir.







Bilgisayar mühendisleri, son yıllarda enerjiyi değerlendirme açısından en başarılı organ olarak karaciğeri model almaya başladılar. Bunun en önemli nedeni ise karaciğerin aynı anda birçok işlemi kusursuz bir şekilde yerine getirebiliyor olmasıdır. Karaciğer insan vücudunun genel düzeni ile ilgili yaklaşık 500 tane fonksiyona sahiptir.36
Karaciğer, yediğimiz yiyeceklerin vücut tarafından kullanılabilir hale gelmesini sağlar. Bunu yaparken, sindirim sisteminden gelen kan içindeki kompleks molekülleri parçalayarak kullanılabilir veya depolanabilir moleküller haline getirir. Daha sonra faydalı olanları tekrar kan yoluyla diğer hücrelere gönderir. Zararlı olanları ise, birkaç işlemden geçirerek böbreklere yollar ve oradan da süzülerek üre halinde vücuttan atılmalarını sağlar. 1.5-2 kg ağırlığındaki bir "et kütlesi"nin, kan yoluyla tüm besin maddelerini işlenmemiş olarak alıp; çeşitli kimyasal tepkimelerden geçirerek, vücudun diğer hücrelerine faydalı olacağını bildiği yapıtaşlarına dönüştürmesi başlıbaşına bir mucizedir.
Karaciğerin asıl görevi kan yoluyla aldığı besin maddelerini işlemek olduğu için, yapısının kanı muhafaza etmeye uygun olması gereklidir. Nitekim karaciğer de süngerimsi bir yapıya sahiptir. Hatta insan vücudundaki toplam kanın 800-900 gramı, her zaman karaciğer tarafından emilmiş durumdadır. Bu nedenle ağırlaşan organın vücut içindeki özel konumu da, diğer organlara zarar vermeyeceği ve görevlerini yapabileceği şekilde ayarlanmıştır.
KARACİĞERİN DEV BİR LABORATUVAR OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?
Karaciğer
Tam teşekküllü, son teknoloji ile donatılmış bir laboratuvarın kendi kendine oluşabileceğini kimse iddia etmez. Ama evrimciler karaciğerde yer alan eşsiz laboratuvar kompleksinin kendi kendine oluştuğuna inanır ve bunu delil olmadan savunurlar. Çünkü Darwinizm insanların akıllarını örten bir büyü, batıl bir dindir.
Karaciğerinizin tek bir hücresinde 500 farklı kimyasal işlem gerçekleştirilir. Milisaniyeler (saniyenin binde biri) içinde kusursuz aşamalarla gerçekleşen bu işlemlerin çoğu laboratuvar koşullarında hala taklit edilememektedir. Karaciğer hücresi, yediğimiz besinlerin hepsini hücrelerimizin kullanabileceği enerji olan şekere, yani glikoza çevirir. Kullanılmayan şekeri yağa çevirip depolar. Şekerin yokluğunda ise proteinleri ve yağları şekere çevirip hücrelere sunar.
Kısacası biz, canımızın istediği her türde yiyeceği yerken, karaciğer bütün bu yiyecekleri vücudumuzun gereksinimine göre harcar, dönüştürür veya depolar. Üstelik ilk insandan bu yana trilyonlarca karaciğer hücresi aynı şuur ve ilimle hiç şaşırmadan hareket etmektedir.

Karaciğerdeki Kontrollü Sistem

Karaciğerdeki sistemi bir limanın işleyişine benzetmek mümkündür. Nasıl ki değişik bölgelerden gelen bütün kargolar bir limanda toplanıp buradan diğer bölgelere dağıtım yapılırsa, aynı şekilde karaciğerde de vücut için gerekli bütün maddeler toplanır ve buradan vücudun ihtiyacına göre dağıtılır.
KaraciğerKaraciğer
Karaciğerdeki dolaşım (solda) ve karaciğerin genel görünümü (sağda)
Karaciğere girecek hammaddelerle yüklü kanın bu organa ulaşması, sindirim yollarından ve kalpten gelen damarlara bağlıdır. Damarlar, organları birbirlerine belirli amaçlar için bağlar. Yani vücudun içinde ne işe yaradığı belli olmayan veya kullanılmayan bir damar bulmak mümkün değildir. Karaciğere ulaşan damarlar da, en kısa zamanda bu organa, doğru miktarda kan ulaştırmakla görevlidirler. Kalbin sol karıncığından pompalanan oksijenli kan, karaciğer atardamarıyla karaciğere ulaşır. Vücuttaki her damar kanın karaciğere ulaşması gerektiğinden haberdarmış gibi bu organa yönelmiştir.
Vücudumuzda dolaşarak tüm hücrelerin ihtiyaçlarını giderecek kanın, yolculuğuna başlamadan önce iyi bir denetimden geçmesi ve eksikliklerinin tespit edilip tamamlanması gerekir. Bu noktada karaciğer hücreleri devreye girer. Mide, bağırsak ve dalaktan gelen kan, başka hiçbir yere yönelmeden doğrudan rafine edilmesi gereken yere yani karaciğere ulaştırılır. Sanki bu organlar ortak bir karar almışçasına kendi paylarına düşen görevleri yerine getirmekte, karaciğerin önemini bilmekte ve görevi ona teslim etmektedirler.
Mide, bağırsak veya dalaktan çıkan kanın karaciğere değil de, direkt olarak kalbe giderek vücut hücrelerine yayılması demek; uygun hale gelmemiş maddelerin ve hatta zararlı ve zehirli olanların da tüm hücrelere gönderilmesi demektir. Bu da insan için hayati açıdan tehlikeli bir durumdur.
Karaciğer hücreleri kan üretmezler. Kan, karaciğer hücrelerine dışarıdan gelir. Kendilerine yabancı bir sıvı olmasına rağmen karaciğer hücreleri, kanın yapısını son derece iyi tanırlar. İçeriğinin ne olması gerektiğini çok iyi bilirler. Eğer kanın içinde eksik maddeler varsa bu maddeleri temin ederler. Eğer kanda olması gerekenden fazla bir madde varsa bu maddeyi de depolarlar. Kısacası karaciğer hücreleri görevlerini eksiksizce yerine getirebilecek uzmanlığa sahiptirler.
Diğer organlardan farklı olarak karaciğer, iki ayrı kaynaktan kan almaktadır. Birincisi kalbin ana atardamarından oksijen yüklü kan getiren damar bağlantısıdır. İkincisi mide ve bağırsaklardan besin maddeleri taşıyarak gelen toplardamardır. Bu iki ana kaynak karaciğerin taneli dokularına ulaşır ve karaciğerin içinde sinüslere ayrılır. Karaciğer hücreleri tarafından işlenen kan, tek bir toplardamarda birleşir ve dışarı boşaltılır.
Karaciğerden çıkan kan tekrar kalbin sağ tarafına ulaşır ve tüm işlemler tamamlanmış olarak vücuda yayılmak üzere akciğerlere pompalanır. Görüldüğü gibi organlar arasındaki damar bağlantıları ve kanın hangi sıra ile hangi organa gitmesi gerektiği dahi özel bir planlama ile belirlenmiş ve sistem bu plana göre kurulmuştur.
KÜÇÜK KARACİĞERLER: LOPÇUKLAR
Karaciğer
Karaciğerin işleyişinin ardında ne tür bir yapı vardırş Sürekli kanla iç içe olan bir organın süngerimsi yapısının yanısıra, ürettiklerini ve atıklarını organdan dışarı taşıyacak bir sisteminin de olması zaruridir. Vücuda yarar sağlayacak proteinlerin ve diğer maddelerin üretildikten sonra karaciğerin içinde saklı kalmaması gerekir. Hemen acil ihtiyaç duyulan merkezlere gönderilmeleri veya zararlı olanların vücuttan atılmaları hayati önemdedir.
Karaciğerin tüm bu hayati fonksiyonları, lopçuk adı verilen hücreler bütününde gerçekleşir. Karaciğer dört büyük lopçuktan meydana gelir. Her bir lopçuk bir karaciğer gibi işler. Bir yanı kan, diğer yanı safra yollarıyla temas halinde olan lopçuklar ince mikroskobik liflerden yapılmıştır. Bir taraftan kirli kanı taşıyan toplardamar, diğer taraftan oksijen yüklü kanı getiren atardamarla temas halindedir. Karaciğerin yapısında her damarın akış yönü, ne tür kan taşıyacağı ve bu kanı nerelere ileteceği detaylı olarak hesaplanmış, planlanmış ve en kusursuz şekliyle uygulamaya konulmuştur.

Karaciğerin Özel Yapısı

Yaşamımız için son derece büyük önem taşıyan kanı, vücudun en uç noktalarına yorulmadan taşıyan, kılcal damarlardır. Dokuların derinliklerine girdikçe incelen kılcaldamarların çeperleri toplardamar ve atardamar çeperlerinden çok daha incedir. Geçirgen yapıları sayesinde dokular ile kan arasında solunum gazları, su, çeşitli mineraller, tuzlar, besinler, atıklar, hormonlar ve savunma elemanları sürekli hareket halindedirler.
Karaciğerdeki kılcal damar çeperleri, diğer kılcal damarlardan farklı olarak, koruyucu bir tabaka olan "bazal tabaka"dan yoksundurlar. Aslında "yoksun" kelimesini kullanmak doğru değildir. Çünkü burada bilinçli bir "yoksunluk" söz konusudur. Diğer organlarda "bazal tabaka" bulunurken, karaciğerdeki kılcal damarlarda bu oluşumun bulunmaması sayesinde, damarlardan gelen kan, hemen bir sünger gibi emilip karaciğer hücrelerinde işlenerek vücuda oldukça hızlı ve eksiksiz olarak iletilir. Karaciğer, görevine uygun bu yapı sayesinde kanı rahatlıkla dokularına alıp işleyebilir. Bu şekilde ürettiği birçok proteini de kan plazmasına boşaltabilir ve ömrünü tamamlamış kanda dolaşan yaşlı alyuvarları bünyesine alıp yok edebilir.
Bu "bazal tabaka" yapısının karaciğerdeki kılcal damarlarda bulunmamasının ne kadar önemli olduğunu başka bir örnekle açıklayalım:
Suyun yumuşak bir toprak zeminden iç kısımlara süzülmesi, üstünde kil benzeri sert bir tabaka bulunan topraktan geçmesinden daha kolaydır. Çiftçiler bitkilerin dibindeki toprağın su geçirgenliğini artırmak için toprağı sık sık çapalarlar. Çapalanmayan bitkilerin yağan yağmurlardan faydalanması sınırlı olur. Bitki köklerine minerallerin ve suyun rahatlıkla ulaşabilmesi için toprağın geçirgen bir yapıya sahip olması gereklidir. Aynı durumu karaciğer için düşünürsek; bazal tabakası bulunmayan ve bu sayede daha geçirgen olan karaciğer kılcal damarları, kanı karaciğer hücrelerine çarçabuk ulaştırırlar.

Karaciğerdeki Havuzlar: Sinüsler

Sinüsler
Karaciğerin yapısı son derece geçirgendir. Bu sayede kan, karaciğer hücrelerine daha kolay ve süratli ulaşır.
Karaciğerdeki ince yarıklar şeklindeki sinüs duvarlarında, alyuvarların sıkışarak geçmesi nedeniyle bir masaj etkisi gerçekleşir. Bu masaj sayesinde, sinüs duvarlarında tıkanıklık yaşanması engellenmiş olur ve kan ile karaciğer hücreleri arasında maddelerin yaptıkları sürekli alış-veriş kolaylaşır.
Karaciğerin kompleks damar yapısı içerisinde ince yarıklar şeklindeki sinüsler yer alır. Sinüslerin görevi, dışarıdan gelen kan kaynağını barındırmak ve kanın işlenmesinde havuz rolü oynamaktır. Karaciğerde iki milyondan fazla sinüs olduğu sanılmaktadır.
Bir sinüsün çapı öyle küçüktür ki bir alyuvar buradan geçmek isterse ancak sıkışarak bunu başarabilir. Bu kadar hassas ve ince bir yapı, insan hayatı boyunca delinmeden, zedelenmeden işlev görmektedir. Sinüslerin bu derece ince bir yapıya sahip olmalarının nedeni ise öğrenildiğinde insanı hayrete sürükleyen bilgilerdendir.
Karaciğer
Karaciğerin her bir lobunda yüzlerce hepatosit bulunur. Hepatositler (karaciğer hücreleri) kimyasal mikro işlemciler gibi çalışır. Bunlar ham besinleri gerekli maddelere çevirir ve zehirli olanları da tehlikesiz hale getirirler. Vücudun ihtiyaç duyacağı maddeleri depolar ve dağıtımını yaparlar. Karaciğerdeki bu kusursuz tasarım üstün güç sahibi olan Allah'a aittir.
Karaciğerin kanla gelen maddeleri sentezleme veya arıtma işlerini başarabilmesi için bu maddelerin mutlaka karaciğer hücreleri olan hepatositlere ulaşması gerekir. Bu ulaştırma sorumluluğunu üstlenen sinüsler, tüneller gibi yayıldıkları karaciğer dokusunda ustaca çalışırlar. Sinüslerin çok keskin bir ölçüyle tespit edilmiş çapları, duvar yapıları ve diğer damarlarla bağlantıları, yapacakları işe en uygun biçimdedir. Karaciğer sinüslerinin duvarlarında bulunan ve "fenestrae" denilen delikli yapı, kandaki 1 mm.'nin 10.000'de birinden küçük parçacıkların karaciğer hücrelerine ulaşmasını, bundan daha büyük olanların ise karaciğer hücreleriyle temasının engellenmesini sağlar. Sinüsler bu kadar dar değil de geniş olsalardı, büyük moleküllü maddeler kan yoluyla kolaylıkla karaciğer hücrelerine ulaşacak ve bu büyük moleküller karaciğer hücrelerine zarar verecekti.

Karaciğerdeki Farklı Hücre Yapıları

Karaciğerde "epitel hücreler" ve "bağ dokusu hücreleri" olmak üzere iki farklı hücre çeşidi bulunmaktadır. Bu hücreler büyük bir disiplin içinde, görevlerini karıştırmadan veya aksatmadan, üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirirler. Bu disiplinli çalışma sisteminde meydana gelebilecek bir bozulma insan için ölüm anlamına gelir.
Örneğin karaciğer hücreleri glikozu depolamaktan birdenbire vazgeçerlerse, vücuda besin girmediği anlarda hücreler enerji yetersizliğinden görevlerini yapamaz ve beyin hücreleri çalışmaz. Bu da ölüme veya kalıcı sakatlıklara sebep olur.
Liman
Karaciğer hücrelerini bir limandaki hiç durmadan çalışan araçlara benzetebiliriz.
Ancak böyle bir şey gerçekleşmez ve hücreler tam gerektiği şekilde hareket ederek, gereken üretimleri yaparlar. Karaciğerdeki her hücre belirli bir amaç doğrultusunda yaratılmıştır. Örneğin karaciğer, "Glisson kapsülü" diye adlandırılan şeffaf bir bağ dokusu (ince zar) ile kaplıdır. Bu zarın çok önemli bir görevi vardır. Karaciğerin yapısı içi sıvı dolu bir süngere benzetilirse, söz konusu zar da ıslak süngerin içine konulduğu ince bir poşete benzer. Bu zar sıvı dolu karaciğerin içerdiği karışımların dışarı sızmamasını sağlar. Bu bağ dokusu sayesinde, karaciğer yapısını ve içeriğini korur ve dışarıdaki organlardan da ayrılır.
Bağ dokusu hücrelerinin görevi organı kaplamak ve korumak iken, 1 milimetre altındaki karaciğer hücrelerinin ise çok daha farklı görevleri vardır. Hücrelerin birbirlerine bu derece yakın olup, bu kadar farklı işler üstlenmeleri oldukça şaşırtıcıdır. Anne karnındaki gelişim sırasında bazı hücreler karaciğeri oluşturan hücrelere dünüşürken, bu hücrelerin hemen yanında bulunan bazı hücreler de şeffaf hücreler haline gelmişlerdir. Ardından bu şeffaf hücreler birleşerek karaciğeri tamamen sarıp paketleyen ve içindeki sıvıyı sızdırmasını engelleyen bir zar oluşturmuşlardır. Sonuçta birbirlerine yapışık ancak görev ve fiziksel yapı olarak birbirlerinden tamamen farklı iki hücre grubu ortaya çıkmıştır. Bu iki hücre grubu arasında kesin ve pürüzsüz bir sınır oluşmuştur. Her hücre -insan daha anne karnında gelişirken- kendi görevini, sorumluluğunu, nerede bulunması gerektiğini bilerek doğmuş ve vücut bu sayede düzgün bir şekilde inşa edilmiştir.
Karaciğer hücrelerinin fiziksel yapıları da bulundukları bölge ve üstlendikleri göreve göre ayrı ayrı en ideal şekilde tasarlanmıştır. Örneğin karaciğeri saran zar ile temas halinde bulunan hücrelerin duvarları düzdür. Çünkü karaciğer hücreleri ve bu zar arasında yoğun bir madde alışverişi söz konusu değildir.
Ancak hücreler arasında yoğun alışverişin bulunduğu bölgelerde durum farklıdır. Bu hücrelerin duvarlarında komşu hücrelere doğru uzanan parmaksı uzantılar (mikrovilli) bulunur. Bu uzantılar hücreler ve kan sıvısı arasında daha fazla temasın sağlanmasını ve böylece madde alışverişinin daha kolay yapılmasını sağlar. Bu uzantıların bulunduğu bölgelere kimyasal tepkileri hızlandıran ve sonuçlandıran enzimler de özel olarak yerleştirilmiş ve madde alışverişi için her türlü imkan sağlanmıştır.
Karaciğeri oluşturan hücrelerin görevlerine ve bulundukları bölgelere göre en ideal fiziksel ve kimyasal özelliklere sahip olmaları, karaciğer içindeki her detayın belirli bir plan doğrultusunda düzenlendiğini göstermektedir.
Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. (Rum Suresi, 26)

Karaciğerdeki Kanallar Sistemi

Karaciğer, içinde milyonlarca kanal bulunan özel bir ulaşım sistemine sahiptir. Karaciğere kan getiren başlıca iki damar karaciğerin içinde milyonlarca küçük kılcal damara ayrılmıştır. Ayrıca karaciğerin içinde safra salgısını taşıyan ve kan damarlarına paralel döşenmiş safra kanalları da bulunmaktadır. 1.5-2 kilogram ağırlığında bir et parçasının içinde milyonlarca mikro kanalcığın bulunmasının nasıl bir anlamı olabilir?
Söz konusu kanalcık sistemi özenle inşa edilmiş bir yapı tasarımı harikasıdır. Bu tasarımın önemi, karaciğer hücrelerinin görevleri, karaciğere ulaşan kan miktarı ve karaciğerin genel fonksiyonu hatırlandığı zaman daha iyi anlaşılır.
Karaciğerin görevi kanda bulunan molekülleri rafine etmek, başka maddelere dönüştürmek ve gerektiği zaman da depolamaktır. Bütün bu işlemleri karaciğerde bulunan milyonlarca küçük kimya laboratuvarı, yani karaciğer hücreleri yapar. Öyleyse karaciğer hücrelerinin her birine özel bir bağlantı sağlanmalı ve her hücrenin ayağına rafine edeceği kan molekülleri ulaştırılmalıdır. Söz konusu kanalcık sistemi bu ihtiyacı karşılayacak en mükemmel tasarıma sahiptir. Milyonlarca mikro kanal, birbirleri ile çakışmayacak, birbirlerinin görevlerini aksatmayacak şekilde karaciğerin içinde inşa edilmiştir. Karaciğerde işlenecek olan hammaddeler veya üretilen ürünlerin taşınması bu kanallar boyunca gerçekleştirilir.
Karaciğer
Karaciğerin içine, birbirleri ile çakışmayan ve birbirlerinin görevini hiçbir şekilde aksatmayan milyonlarca mikro kanal yerleştirilmiştir. (altta sağda) Karaciğerde işlenecek olan hammaddelerin veya üretilen maddelerin taşınması bu kanallar boyunca gerçekleştirilir. Bu özelliği nedeniyle karaciğerin yapısını bir otoyolun yapısı ile kıyaslamak mümkündür. (üstte solda)
Karaciğer
 
Şöyle bir örnek üzerinde düşünmek bu tasarımdaki kusursuzluğu anlamak açısından yerinde olacaktır:
Dünyanın en gelişmiş ve en iyi planlanmış şehirlerinden birine kısa bir ziyaret yaptığımızı ve şehri incelediğimizi düşünelim. Elbette böyle bir şehrin altyapısı da mükemmel olacaktır. Özellikle ulaşım konusunda her türlü önlem alınmış; şehirde yaşayanlara çeşitli kolaylıklar sağlanmıştır. şehirde toprak altında kurulu büyük bir metro sistemi vardır. Bu metro sistemi şehrin her bölgesini birbirine bağlar. Metro ağının toplam uzunluğu yüzlerce kilometreyi bulmakta ve şehrin her noktasında metro istasyonları bulunmaktadır.
Toprağın üstünde de mükemmel bir şehir planlaması yapılmıştır. Otoyollar ve büyük anayollar şehrin karayolu ağını oluşturmaktadır. Akılcı planlama ve çok sayıda inşa edilmiş yollar sayesinde –şehir her ne kadar kalabalık da olsa- trafik hiç sıkışmamakta ve ulaşımda hiçbir aksaklık olmamaktadır. Aynı zamanda yolların üst yapısı da kusursuz planlanmıştır. Trafik kavşakları ve trafik ışıkları trafiği düzenlemekte, yollardaki işaretler ve levhalar yabancı sürücülere bile büyük kolaylık sağlamaktadır.
Bu gelişmiş şehrin önemli bir ticaret ve endüstri merkezi olduğunu da unutmayalım. Söz konusu yollar günün her saati endüstri ve ticari malların taşınmasında da kullanılmaktadır.
Şimdi şunu düşünelim; eğer böyle bir şehirde bulunsaydık ve karşımıza bir kişi çıkıp bize bu şehrin planlanmadığını, bu şehrin imar edilmediğini, yolların, metro sisteminin, endüstri ve ticaret merkezlerinin tesadüfen, kendi kendine var olduklarını söyleseydi tepkimiz ne olurduş
Elbette bu sözlerin doğru olup olmadığını değil, söz konusu kişinin akli dengesinin yerinde olup olmadığını düşünürdük.
Bu noktada yukarıda örnek olarak verdiğimiz şehrin planlamasının, karaciğerin içinde bulunan kanal sisteminin planlaması ile karşılaştırıldığında, şehir planının karaciğer kanal sistemi planına göre çok daha basit kaldığını belirtmemiz gerekir. Her kanal belirli bir amaç uğruna açılmış ve belirli bir görevi görmektedir. Karaciğerde üretilen veya işlem görecek olan moleküller başdöndürücü bir trafik içinde, ancak hiçbir aksaklık meydana gelmeden söz konusu kanalların içinde yol alırlar. Kanalların etrafı üretim, depolama ve dönüştürme işlemlerini yapan sanayi merkezleriyle (hücreler) çevrilmiştir. Bu hücreler hiçbir kimyasal fabrika ya da endüstri merkezi ile karşılaştırılamayacak kadar kompleks işlemler gerçekleştirmekte ve her an üretim yapmaktadırlar. Olağanüstü verimli bir sanayi ve endüstri bölgesine, olağanüstü verimli bir ulaşım ağı kurulmuştur. Böylesine planlı bir sistemin yaratılmış olduğu çok açıktır.
Yalnızca karaciğerde değil, insan vücudunun her noktasında büyük bir planlama görülmektedir. Gözle görülemeyen moleküller, özenle inşa edilmiş kanalların içinde yolculuk yapar ve ulaşmaları gereken noktalara ulaşırlar. Bu ulaşımın devamlılığı insan yaşamı açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu moleküllerin hangi organda depolanacakları, kanda ne miktarda bulunacakları, vücuttan atılıp atılmayacakları gibi konuların hepsi bilim adamlarının ve tıp doktorlarının senelerdir araştırdıkları ve inceledikleri konular olmuştur. Hatta moleküler biyoloji denilen bilim dalı, vücutta tespit edilmiş moleküllerin davranışlarını ve görevlerini özel olarak araştırır. Fakat elde ettikleri bilgiler, var olan işleyişin yalnız çok az kısmını açıklayabilmektedir. şu an tüm teknoloji kullanılarak insan aklının soruşturduğu fakat tam olarak aydınlığa kavuşturamadığı vücut sistemlerinin, kendi kendilerine meydana gelmesi ise kuşkusuz imkansızdır. Bunu tesadüflere dayandıran iddialar şaşırtıcıdır.
Hiç kimse asfalttan yapılmış bir otoyolun tesadüfen, kendi kendine oluştuğunu iddia etmez. Durum böyle iken, et ve kan gibi hassas maddelerden inşa edilmiş, binlerce kilometre uzunluğunda, kusursuz bir yapı planına sahip olan sistemlerin tesadüfen var olduklarına inanmak olabilecek en şiddetli mantıksızlık örneğidir.
Bütün bu kusursuz sistemi yaratan Allah'tır. Herşey Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşir.

Karaciğer Hücrelerinin Özel Yetenekleri

Karaciğer bulunduğu yerden vücudumuzdaki dolaşım, sindirim, boşaltım sistemleri gibi farklı bölümlerde gerçekleşen faaliyetlerin tümünden haberdardır. Örneğin sindirim sistemine giren yağların çözülemeyeceğini önceden bilir ve bu yağların parçalanması ve sindirilmesi için gerekecek kimyasal maddeyi laboratuvarında üretir.
Bu madde daha önce de incelediğimiz gibi safra salgısıdır. Karaciğer ürettiği bu maddeyi hemen salıvermez ve depolar. Daha sonra aldığı emirle, safra salgısını tam gerekli olduğu anda yağlı besinlerin üzerine gönderir.
Burada bahsedilen işleri yapan, sadece etten ve kandan oluşan bir organdır. Ancak karaciğerin, sindirim sisteminde olup biten herşeyden haberdar olması ve ona göre tedbirini alarak safra maddesini üretmesi, onun, çok üstün bir ileri görüşlülüğe sahip olduğu anlamına gelmektedir.
Karaciğer hücrelerinin yetenekleri bunlarla sınırlı değildir. Bu organdaki sürekli faaliyetler sonucunda ortaya bazı atıklar çıkar. Bunların ortadan kaldırılması karaciğerin görevlerini yürütmesi için gereklidir. Sinüslerin yüzeyinde bulunan "Kupffer hücreleri" işte bu görevi yapmaktadır. "Kupffer hücreleri", asıl olarak kanda bulunan zararlı maddeleri "fagositoz" denilen içine alma ve sindirme yöntemiyle yutar.37 Bu hücrelerde zararlı veya yararlı maddelerin ayrımı isabetli bir şekide yapılarak, tehlike ortadan kaldırılmış olur.
Eğer kan yoluyla karaciğere gelen zararlı maddeler Kupffer hücrelerince fark edilip ortadan kaldırılmasaydı ne olurduş?
Vücutta sürekli olarak birçok hastalık ortaya çıkar ve bağışıklık sisteminin tamamı sürekli olarak seferberlik ilan ederdi. Bu da bizim kendimizi sürekli hasta ve yorgun hissetmemize neden olurdu. Ama karaciğerdeki bu özel sistem sayesinde vücuttaki koskoca bir ordu alarma geçmemekte, sınırda bulunan bu polis güçleri olarak nitelendirilebilecek Kuppfer hücreleri zararlı maddeleri ortadan kaldırmaktadır.
İnsan sağlığı için alınmış olan bu tedbir de Allah'ın, yarattığı canlılar üzerinde tecelli eden şefkatinin bir parçasıdır. Bu bilgileri okuyan, vicdanını ve aklını kullanarak bunlar üzerinde düşünen her insan tek bir sonuca ulaşacaktır: Allah üstün güç sahibi olan, övülmeye layık olandır.

Karaciğerdeki Çok Fonksiyonlu İşçiler

Karaciğerin temel hücreleri olan hepatositler; safra salgılanması, kandaki toksinlerin arıtılması, proteinlerin ve karbonhidratlar ile yağların ayrıştırılması, kanın depolanması ve pıhtılaşmayı sağlayan parçacıkların üretilmesi gibi görevleri yerine getirirler. Ardı ardına kolaylıkla sıraladığımız bu fonksiyonların her biri, sağlıklı bir yaşam sürmemiz için gereken çok önemli faaliyetlerdir. Bu kadar farklı işlevin, karaciğerdeki birbirinin aynı olan hücreler tarafından gerçekleştirilmesi ise oldukça düşündürücüdür. Aslında her biri başlıbaşına bir uzmanlık gerektiren bu kimyasal reaksiyonların ve üretimlerin aynı hücreler tarafından ustaca yapılması, çok sistemli, düzenli ve planlı bir çalışmayı gerektirir. Bu planlı çalışmayı karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi maddelerden oluşmuş ve detayları ancak elektron mikroskobu altında görülebilen hücrelerin yapıyor olması ise üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Bu noktada şöyle bir örnek verilebilir. Karaciğerin yaptığı işlemleri bizim için yapacak bir insan topluluğu oluşturmaya çalıştığımızı düşünelim. Bulmamız gereken;
-kimyasal tepkimeler konusunda uzman,
-üretimde çalışacak,
-depoda gerekli maddeleri stoklayacak,
-üretimde oluşan atıkları dışarıya atacak fakat bunu fabrikada çalışanlara zarar vermeden ve çevreyi kirletmeden yapacak,
-yan fabrikalara ek hizmet verecek ve onların ihtiyacı olabilecek malzemeyi önceden belirleyip tedbirini alacak ve üretimini yapacak,
-çevredeki fabrikalar arası anlaşmazlıkları giderecek,
-Ve bunun gibi daha pek çok görevi de üstlenecek kişiler olacaktır.
Aynı zamanda bu kişilerin her birinin -karaciğer hücrelerinin yaptıkları gibi- tüm bu işlerde tecrübeli olmaları, ara vermeksizin çalışmaları, yorgunluk duymamaları ve tüm işlerin sorumluluğunu tek başlarına da üstlenebilmeleri gerekmektedir.
Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir işin altından kalkabilecek, bu özelliklerin tümüne sahip insanlar bulmak imkansızdır. Oysa, ancak mikroskop altında görebildiğimiz milyonlarca görevli hücre, şu anda diyaframımızın altında bulundukları yerde, saydığımız görev listesini ve daha saymadıklarımızı eksiksiz yerine getirmektedir. Üstelik bu kusursuz görevler bugün yeryüzünde yaşamakta olan milyarlarca insanın her birinin karaciğerinde aynı şekilde gerçekleşmektedir. Tarih boyunca yaşamış trilyonlarca insanın her birinin karaciğer hücreleri de aynı görevleri eksiksiz olarak yerine getirmiştir.
Trilyonlarca hücrenin gösterdiği bu müthiş aklın, moleküllerden oluşan bu varlıklara mal edilemeyeceği açıktır.

Bir Üs Gibi Faaliyet Gösteren Karaciğerin Bazı Görevleri

Vücudun toplam enerjisinin % 12-20 kadarını kullanarak faaliyetlerini gerçekleştiren karaciğer, bilinen 500 kadar fonksiyonu yerine getirmektedir. Karaciğerin başlı başına bir üs gibi faaliyet gösterdiği alanlardan bazıları şunlardır:

Hücreler İçin Gereken Besinlerin Düzenlemesini Yapar:

Vücudumuzdaki yaklaşık 100 trilyon hücreden her birinin, ihtiyaç duyduğu besin maddelerini alabilmeleri için gerekli düzenlemeyi yapan karaciğerdir. Bu düzenlemeyi yaparken hücrelerin nelere ihtiyaç duyduğunu çok iyi bilmesi gerekir. Fakat kendisi de benzer hücrelerden oluşan bu organın, gerekli bilgileri nerede topladığı, bunları nasıl yorumladığı ve doğru kararlara nasıl vardığı, üzerinde düşünülmesi gereken konulardır.
Rafineri
Bir rafineride (yanda) ya da bir fabrikada (üstte) işler hiçbir karışıklık olmadan yürütülür, çünkü bütün sistem özel olarak tasarlanmıştır. Karaciğer de (sol üstte) bir fabrika ile aynı kompleks yapıya sahiptir ve Allah'ın yarattığı kusursuz tasarım sayesinde hiçbir aksaklık olmadan sağlığımız için gerekli işlemler gerçekleştirir.

Besinleri Üretmek İçin Gereken Hammaddeleri Alır:

Karaciğerin faaliyetlerini gerçekleştirirken kullandığı hammaddeler kanla taşınır. Nasıl bir üretim tesisinde, hammadde çeşitli kanallardan alınarak daha sonra farklı malzemelere dönüştürülürse; karaciğer de kendisine ulaştırılan hammaddeleri durmaksızın sentezler, depolar veya kullanılmak ya da atılmak üzere kanla vücuda geri gönderir.

Vücut İçin Gerekli Maddeleri Depolar:

Yüzlerce kimyasal tepkimenin yer aldığı dev bir laboratuvarı andıran karaciğer; aynı zamanda hayatın sürmesi için gerekli olan çeşitli maddelerin depolanmasını da sağlar ve bazı maddeleri de kendisi üretir. Demir, bakır, A vitamini ve D vitamini bunlardan birkaçıdır. Ayrıca, kanın pıhtılaşmasını sağlayan "protrombin", "fibrinojen" ve "heparin" gibi proteinlerin de üretim yeridir.

Yaşam İçin Gerekli Proteinleri Üretir:

Karaciğerin başlıca görevlerinden biri de ihtiyaç duyulan proteinleri sentezlemesidir. Hiçbir özel eğitim görmeden ne yapması gerektiğini bilen karaciğer, sindirim sonucu ortaya çıkan aminoasitlere ait azot moleküllerini doğru yöntemi kullanarak ayrıştırır ve bunları, karbonhidrat ve yağlarla tepkimeye tabi tutarak, yeni proteinler üretir. Ayrıca, yağ ve proteinleri kullanarak bu defa karbonhidrat gibi maddeleri de üretir. Karbonhidrat ve proteinden yağ da üretebilen karaciğer, bunu depolayarak daha sonra kolayca enerjiye dönüştürülebilir.

Savunma Sistemine Destek Verir:

Daha önce de belirttiğimiz gibi karaciğer, vücudumuzun savunma sisteminin önemli bir parçasıdır. Hata yapmaksızın zehirli maddeleri bulup etkisiz hale getirir ve sonra da dışarı atar.
Karaciğerdeki özel fagositler, kandaki yabancı maddeleri ve bakterileri temizler. Karaciğer ayrıca ilaçların zararlı toksik etkilerini giderir, bu şekilde iyileşmek amacıyla aldığımız ilaçların zehirleyici yan etkiler oluşturması engelenmiş olur. Tam anlamıyla bir güvenlik sistemi gibi çalışarak kan yoluyla kendisine ulaşan tüm zararlı maddeleri tespit eder. Dışarıdan vücudumuza giren ve kan yoluyla mide veya bağırsaklardan karaciğere gelen bu zararlı maddeleri diğerlerinden ayırt ederek tanıyan ve sonra da gerekeni anında yapan karaciğer hücreleri olmasaydı, çok basit bakteri türleri veya iyileşmek için aldığımız ilaçlar bizi bir hastalıktan diğerine sevk edebilirdi.
Yaşamımız için zaruri olan tüm bu işlemler, vücudumuzdaki 1.5-2 kilogramlık bir organ tarafından hiç ara verilmeksizin yapılmaktadır. Siz bu yazıyı okurken de bahsedilen tüm bu işlemler hiç durmadan sürmektedir. Bu mucizevi sistemde meydana gelecek anlık bir duraklama dahi, yaşamımızın son bulması veya geri dönüşü olmayan hastalıklara maruz kalmamız için yeterlidir.
Peşpeşe sıraladığımız bu işlemleri gerçekleştiren karaciğer; kendisi de protein, yağ ve su gibi yapıtaşlarından oluşan bir organdır. Senelerce eğitilmesine rağmen ancak bazı kimyasal reaksiyonları öğrenebilen ve uygulayabilen bir insandan defalarca daha fazla uzman olması ve hata yapmaksızın her tepkimeyi başarıyla sonuçlandırması insanı hayrete düşürmek için yeterlidir. Tüm karaciğer hücreleri vücudumuzda hangi maddelerin kullanılacağını bilirler. Bunları bildikleri gibi, bu maddelerin moleküler ve kimyasal yapılarından da haberdardırlar. Böylece kimliklerini tespit ettikleri farklı besin maddelerini laboratuvarlarında değişimden geçirerek faydalı maddelere dönüştürürler. Tabii bunları yaparken, protein sentezi için vitaminlere ve enzimlere ihtiyaç olduğunu, kanın temel yapıtaşı alyuvarların üretiminde demirin esas teşkil ettiğini veya kandaki şeker oranının dengede tutulması gerektiğini de çok iyi bilmektedirler!
Bu noktada karşımıza çıkan gerçek şudur; karaciğer hücreleri bu işlemlerin tek bir tanesini bile kendi kendilerine yapamazlar. Vücudumuzdaki maddelerle ilgili bilgilerden tek bir tanesinin tek bir cümlesini bile kendi kendilerine öğrenemezler. Hangi besin maddesinin nasıl işleneceğini, hangilerinin vücuda faydalı veya zararlı olduğunu, ve hangisinin depolanması gerektiğini karaciğer hücrelerine ilham eden alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Bakıma İhtiyaç Duymayan Sistem

şu ana kadar anlatıldığı gibi; karaciğere kan getiren iki damar vardır; karaciğer atardamarı ve kapı toplardamarı. Bu iki damar, karaciğerin içinde kapı aralıklarına benzer yollarda ilerleyen ince dallara ayrılır. Bu damarlar vasıtasıyla karaciğerden dakikada 1.5 litre kan geçer. Bu, karaciğerden saatte 90 litre kan geçmesi yani karaciğerin bir gün boyunca 2.160 litre kanı işlemesi demektir. Ayrıca ortalama 70 yıllık insan ömründe karaciğere beslenme yoluyla 1.5 ton protein, 12.5 ton da karbonhidrat girer.
Durmadan işleyen bu sistem akılda çok büyük bir tesis veya bilgisayar kontrollü kumanda sistemleriyle donatılmış dev bir rafineri olarak canlanabilir. Bu rafinerinin durmaksızın 24 saat çalıştığını düşünelim. Üstelik bir gün bitince hiç ara vermeden ertesi gün de çalışmak zorunda kalsın. Elbette ki bu rafinerideki makinelerin bakıma ihtiyacı olacaktır diye düşünmüş olabilirsiniz. Eğer yukarıda bahsedilen sistem gerçekten bir rafineri ya da çok modern, gelişmiş bir cihaz olsaydı haftada en az yarım gün makinaları bakıma alıp bozulan parçaları olup olmadığına bakmak zorunda kalırdık.
Ancak burada bahsedilen bir rafineri değildir. şu anda vücudumuzda herhangi bir rafineriden çok daha yoğun çalışan bir organ vardır. Karaciğer, performansından hiçbir şey kaybetmeden, yorulmadan ve dinlenmek için hiç ara vermeden tonlarca maddeyi alır, işler ve vücut için kullanılabilir hale dönüştürür. Üstelik hiç ara vermeksizin çalışmasına rağmen, sistemin işleyişini yavaşlatacak bir bakıma da ihtiyaç duymaz.
İşte bu Allah'ın üstün ve benzeri olmayan yaratmasıdır.
O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka İlah yoktur; öyleyse dini yalnızca Kendisi’ne halis kılanlar olarak O'na dua edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun. (Mü'min Suresi, 65)

Karaciğerin Kendi Kendini Yenileme Yeteneği

Karaciğer insan vücudundaki kendi kendini yenileme yeteneğine sahip tek organdır. Karaciğerin % 70 kadarı alınsa bile bir iki hafta içinde tekrar işlevlerini yerine getirecek büyüklüğüne ulaşır.
Karaciğerin rejenerasyon (kendini yenileme) faaliyetini hangi mekanizmaların gerçekleştirdiği hala araştırılmaktadır. Karaciğerin bu özelliği ilk olarak 1931 yılında Mayo Kliniği'nde iki cerrahın çalışmaları ile ortaya çıkartılmıştır. Birçok türde karaciğerin kendini yenilediği ve bunu herhangi bir tahribattan sonra hücrelerin otomatik olarak başlattığı anlaşılmıştır. Fakat sağlıklı bir karaciğerdeki hücrelerin kendiliğinden çoğalmasına rastlanmamaktadır. O halde bu organın gerektiğinde kendiliğinden bölünerek çoğalması ve karaciğeri eski boyutlarına ulaştırana dek bunu sürdürmesinin nedeni nedirş Hücreler çoğalma sırasında ne kadar daha devam etmeleri gerektiğini veya nerede duracaklarını nasıl bilmektedirlerş Onlara hareket etme emri ya da dur emri nereden gelmektedirş Eğer bir yerden "dur" emri almıyorlarsa, diğer organları rahatsız edecek derecede büyümemeleri gerektiğine kendileri mi karar vermektedirler?
Karaciğer hücreleri herhangi bir zarar veya hasar gördükleri zaman hiç beklenmedik bir faaliyete girerek birdenbire çoğalmaya başlarlar. Bu olayda hayranlık uyandıran nokta, hücrelerin inanılmaz bir hızda bölünmesi ve bu sırada normal görevlerini de aksatmadan yerine getirmeleridir. Gereken yapıldıktan sonra hücre bölünmesinin ne zaman duracağına ortak bir kararla aniden son verilmesi ise daha da şaşırtıcıdır.
Karaciğerdeki tahribatın hücrelerde bölünüp çoğalma etkisi yaratan bazı faktörleri harekete geçirdiği sanılmaktadır. Bu büyüme faktörleri karaciğer hücrelerinin üzerindeki alıcılarla algılanmakta ve hücre içinde kompleks faaliyetlerin başlamasına neden olmaktadır. Böylece karaciğer hücrelerinin genetik düzeninde yeniden bir "programlanma" gerçekleşmekte ve çoğalma için gerekli faaliyet başlamaktadır.
Aynı konu genetik uzmanları tarafından incelenmiş ve karaciğerde kendini yenileyen hücrelerin kullandıkları metod ile hareket düzenleri de dikkate alınmıştır. Bu çalışmalar, "fışkıran hepatositler" olarak isimlendirilmekte ve karaciğerin merkezinden dışa doğru takip ettikleri yol incelenmektedir. Bir tek hepatositin, karaciğerin oldukça büyük bir bölümünü yenileyebileceği görülmüştür. Bu bölünerek çoğalma sırasında karaciğerdeki yeni hücrelerin hareket etmediği fakat eski hepatositlerin ilerlediği fark edilmiştir.
Yenilenme sırasında karaciğer merkezindeki karaciğer hücreleri ve diğer hücreler buradaki portal bölgeden çıkarak karaciğer toplardamarına doğru ilerler. Toplu yapılan bu hareketi bir yürüyüşe benzetmek mümkündür. Hücreler doku üzerinde yalnız bir yönde hareket ettikleri için bir hücre ne kadar merkeze uzaksa, o kadar yaşlı demektir. Bu şekilde hücrelerin yaşları, merkezden uzaklıklarına göre hesaplanabilmektedir.
HÜCRELERDEKİ ŞUUR YARATILIŞ GERÇEĞİNİ TASDİK EDİYOR!
Karaciğer
Vücudumuzdaki organların birbirleri ile iletişim kurmaları, hayatımızın devam etmesi için mutlak bir zorunluluktur. Bir organizmadaki hücreler görevlerini yerine getirebilmek için sürekli haberleşirler. Hücreler birbiri ile ya doğrudan temas yoluyla, ya da sinirsel, elektriksel ve kimyasal haberciler aracılığı ile haberleşirler. Ancak burada bahsedilen her organelin bir et parçası olduğunu, iletişimi sağlayan habercilerin de yine proteinler, kimyasallar ya da mineraller olduğunu unutmamak gerekir. Birbirlerine bilgiyi aktaran, bu bilgiyi anlayıp uygulamaya geçirenler de yine aynı maddelerdir. Ancak yapılan hareket çok büyük bir şuur ve akıl içermektedir.
Örneğin bir insanın karaciğerinin bir kısmı kesilip alındığında karaciğerin diğer kısmı kendi kendini yenileyerek eski halini alır. Bu sırada hücreler zaman kaybetmemek için çok hızla çoğalır. Ama asıl önemli olan hücrenin çoğalmaya ne zaman başlaması ve ne zaman durması gerektiğini bilmesidir. Burada çoğalan ve bölünen hücreler aynı anda durmaya karar vermektedirler. Daha fazla ya da daha az değil, daha önce ya da daha geç değil, aynı anda durma kararı almaktadırlar.
Bu hücrelere ilk çoğalma emrini veren, acil bir durum olduğu için hızlı davranmaları gerektiği konusunda onları uyaran, organ eski halini aldığında bunu fark edip, onları durduran kimdirş Peki diğer hücreler kimin sözüne itaat edip, çoğalmaya başlamakta, kimin sözüne itaat edip durmaktadırlarş Karaciğer isimli bir et parçasının mış Tabi ki bir et parçasının bu üstün şuuru göstermesi, akıl göstererek karar vermesi mümkün değildir. Bu üstün akıl ve şuur alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Bu olaylar bize tüm kainata hakim olan Allah'ın üstün kudretini göstermektedir.
Karaciğerde yaşanan hücre hareketlerinin incelenmesiyle ortaya atılan "fışkıran doku teorisi", yeni doğan her hücrenin çok iyi bildiği ve hemen uyguladığı bir harekettir. Hücrenin mitoz olarak ikiye bölünmesinin ardından yeni oluşan hücrelerden birisi, bölünen ana hücrenin eski yerini alırken, ana hücre ise bitişikteki yere "fışkırır". Ne zaman hücrelerden biri bölünse, yenilerden birisi hareket etmek zorundadır.
Bir hücre bölününce yeni oluşan, eskisinin yerinde kalır ve ana hücre ise biraz ilerler. Fakat bu hücrenin yeni yerine geçebilmesi için diğer hücrelerin tamamının biraz yukarı kayması gerekir. Bu hücreler görüldüğü gibi ne itilir ne çekilirler; yani mekanik bir faaliyet gerçekleştirmezler. Bu nedenle gerçekleşen olaya "fışkırma" denir. Hücre fışkırması ana hücrelerce beslenir ve çok hızlı gerçekleşir.
Bu mucizevi işleyişi başlangıcından sonuna kadar yaratan ve düzene koyan, gerekli emirleri veren Allah'tır. Kuran-ı Kerim'in ayetlerinde yeryüzünde karşılaştığımız her sistemin ve varlığın işleyişini düzenleyenin Allah olduğu ve insanın bu ilmi araştırıp düşünmesi gerektiği anlatılmıştır.
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi sarıp-kuşattığını bilip-öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Vücudun Gizli Destekçisi: Pankreas

Pankreas
Pankreas vücudumuzun gizli destekçisidir. Son derece planlı bir şekilde hareket ederek vücut içi dengelerini korur. Kandaki maddelerin oranlarındaki en ufak değişikliği bile fark eder ve harekete geçer. Pankreasa bu özellikleri veren Allah'tır.
Güzel bir akşam yemeği yediğinizi düşünelim. Çeşitli besinlerden oluşan bu yemeği nasıl sindireceğinizi şimdiye kadar hiç aklınıza bile getirmemiş olabilirsiniz. Hatta bütün bu besinlerin her birinin farklı enzimlerle işleme tabi tutulması gerektiğini de bilmiyor olabilirsiniz. Bu konuda eğitim almamış bir insanın bu gibi bilgilere sahip olmaması elbette ki doğaldır. Ancak vücudunuzdaki bir organ bu bilgilerin tümüne sahiptir. Bu organ hangi besinin ne gibi bir enzimle sindirileceğini bilir. Hiçbir karışıklık ve aksaklık çıkmadan, en doğru zamanda, en doğru kimyasal salgıyı besinlere gönderir. Bu organ pankreastır.
Pankreas vücuttaki en önemli organlardan bir tanesidir. Pankreas damarlarda akan kanın içinde ne kadar şeker molekülü bulunması gerektiğine karar verir. Eğer kandaki şeker molekülü sayısında bir azalma olursa pankreas hemen sayıyı artıracak önlemler alır ve bu önlemler kişinin hayatını kurtarır. Eğer şeker molekülü yoğunluğu artarsa bu sefer kandaki şeker miktarını azaltacak önlemler alır.
Pankreas sindirim sistemine gönderdiği enzimlerle de insan yaşamında çok önemli bir rol oynar. Aynı zamanda bağırsakların mide asitleri tarafından parçalanmasını engelleyen enzim de yine pankreas tarafından üretilir.
Bu görevleri teker teker incelersek, belki de hiç dikkatimizi çekmeyen bu organın, bizim için ne kadar bilinçli ve planlı hareket ettiğini ve bizi mutlak bir ölümden koruyacak kusursuz bir sisteme sahip olarak yaratıldığını görürüz.
Sindirim işleminde pankreasın devreye girmesi özel bir mesaj ile gerçekleşir. Midede sindirim işlemleri devam ederken özel bir enzim olan "kolesistokinin" kana karışmaya başlar. Bu enzimin kanda belirli bir düzeye ulaşması pankreası uyarır. Bu uyarı pankreasa görev zamanının geldiğini bildirir ve pankreas, parçalayıcı enzimlerini onikiparmak bağırsağına salgılamaya başlar.38
Kimyager
Pankreas sıvısının salgılanmasının düzenlenmesi: Sekretin ve kolesistokinin tarafından yapılan hormonal kontroller, (1-3. basamaklar), ana düzenleme faktörleridir. Sinirsel kontrol ise vagus sinirleri tarafından kontrol edilir. Vücuttaki sıvılardan sadece bir tanesi için kurulmuş olan bu sistem Allah'ın yaratma sanatının benzersizliğinin kanıtlarındandır.

Gizli Kimyager

Pankreas sindirim işleminin başladığını anlamakla kalmaz, bir de yediğiniz yiyeceklerin çeşitlerini de anlayabilir. Ve yediğiniz farklı yiyeceklere göre farklı sindirim enzimleri üretir. Örneğin makarna, ekmek gibi karbonhidratlı besinler yediğiniz zaman pankreasın salgıladığı enzim, karbonhidrat parçalayıcı özelliğe sahiptir. Bu besinler onikiparmak bağırsağına ulaştığında, pankreas karbonhidrat parçalayıcı özellikteki "amilaz" isimli enzimi üretir.
Eğer kırmızı et, balık ve tavuk gibi besinler yerseniz, pankreas, proteinli yiyecek yediğinizi hemen anlar. Yine bu besinler onikiparmak bağırsağına ulaştığında bu sefer proteinleri parçalayacak farklı enzimler olarak "tripsin, kimotripsin, karboksipeptidaz, ribonükleaz ve deoksiribonükleaz" üretir ve bu enzimler protein moleküllerine saldırır. Eğer yemeğinizin yağ oranı fazlaysa bu enzimlerle beraber "lipaz" isimli, yağları sindiren bir enzim daha devreye girer.
Görüldüğü gibi bir organ, yediğiniz yemeğin nelerden oluştuğunu anlayıp, daha sonra bu besinlerin sindirilmesi için gerekli olan kimyasal sıvıları ayrı ayrı üretmekte ve bunları sadece gerektiği anlarda salgılamaktadır. Pankreas, karbonhidrat molekülü için protein parçalayıcı, veya yağ molekülü için karbonhidrat parçalayıcı sıvı salgılamaz. Ürettiği kompleks sıvıların kimyasal formüllerini unutmaz. Karışımı oluşturan herhangi bir maddeyi kazara eksik tutmaz. Sağlıklı insanlarda, pankreas ömür boyu doğru şekilde hizmet eder durur.
Şimdi gerçekleşen bu olayı mikro düzeyde tekrar inceleyerek karşımızdaki mucizenin boyutlarını daha iyi görelim. Midede sindirim devam ederken mide hücreleri boş durmazlar. Bu hücrelerden bazıları midede sindirilen besinin bir süre sonra onikiparmak bağırsağına ulaşacağını anlamışlardır. Bu hücrelerin bütün düşünceleri ve istekleri besinlerin insan için en iyi şekilde sindirilmesidir. İçlerindeki sorumluluk duygusu ile harekete geçen mide hücreleri pankreas hücrelerine mektup yazmaya (hormon salgılamaya) ve bu hücreleri yardıma çağırmaya karar verirler. Ardından yazdıkları mektupları kan yolu ile pankreasa gönderirler.
Kana bırakılan mektup vücut içinde yolculuk eder. Bu yolculuk sırasında pankreasa gelindiği zaman, pankreas hücreleri mektubu tanır ve hemen açarlar. Burada ilginç bir nokta -kan yoluyla hemen hemen bütün vücudu dolaştığı halde- mektubun diğer organların hücreleri tarafından açılmaması ve özellikle okunmamasıdır. Bütün hücreler bu mektubun pankreas için yazıldığını, kendilerini muhatap almadığını bilirler. Çünkü mektubun üzerinde pankreasın adresi vardır. Mektubun moleküler yapısı yalnızca pankreas hücrelerinin zarında bulunan algılayıcı moleküllerle etkileşecek şekilde özel olarak dizayn edilmiştir. Yani mide hücresi adeta şuurlu ve bilinçli bir şekilde ürettiği hormonun üzerine gerçekten bir adres yazmıştır. Üstelik vücuttaki milyarlarca farklı adres içinden pankreas hücresinin adresini doğru bir şekilde yazmıştır. Bu adresin doğru şekilde yazılabilmesi için mide hücresinin pankreas hücresinin bütün özelliklerini bilmesi gerekir.
Mucize yalnızca adresin doğru yazılması ile sınırlı değildir. Mide hücresinin gönderdiği mektubun içinde bir de mesaj vardır. İnsan vücudunun derinliklerinde, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki küçük canlı (hücre) mektuplaşmakta ve haberleşmektedir. Birbirlerini hiç görmedikleri halde birbirlerinin hangi dilden anladıklarını bilmektedirler. Dahası bu haberleşme bir amaç uğrunadır. İki hücre birlik olmuş ve yediğiniz besinlerin sindirilmesi için plan yapmaktadırlar. şüphesiz bu gerçek bir mucizedir.
Kendisine ulaşan mektubu (kolesistokinin hormonunu) okuyan pankreas hiç beklemeden bu mektuptaki emre itaat eder. Hemen besinlerin sindirilmesi için gerekli enzimleri salgılamaya başlar. Eğer onikiparmak bağırsağına ulaşan besin protein ise protein parçalayan bir enzim üretir. Eğer besin karbonhidrat ağırlıklı ise bu sefer karbonhidrat parçalayan bir enzim üretir ve bu enzimi onikiparmak bağırsağına gönderir.
Şimdi önünüze bir kara tahta koyulduğunu ve bu kara tahtanın üzerine sırayla bir protein molekülünün, bir yağ molekülünün ve bir karbonhidrat molekülünün formüllerinin yazıldığını ve bu moleküllerin atomik dizilimlerini gösteren şekillerin çizildiğini düşünelim. Ardından sizden bu üç farklı moleküler yapının her birini parçalayacak en uygun moleküler yapıya sahip enzimlerin formüllerini üretmeniz ve bu formülleri tahtaya yazmanız istensin.
Organik kimyaOrganik kimya
Üstteki tahtalardan soldakinde glikoz molekülü, sağda ise amilaz molekülü görülmektedir. Amilaz molekülü glikoz moleküllerinin birbirlerine bir tür bağ ile bağlanması sonucunda meydana gelir. Bir insan için bu formülleri eğitim almadan çözmesi imkansızdır. Ancak pankreas hücreleri bunlara benzer moleküllerin kimyasal yapılarını çok iyi bilirler ve gerektiği şekilde kullanırlar. Pankreas hücrelerini bu özelliklerle birlikte yaratan Yüce Allah'tır.
Eğer kimya konusunda bir eğitim almadıysanız, size 1 milyon yıl süre verilse dahi uygun formülü tahmin ederek bulamazsınız. Bu molekülleri parçalayacak enzimlerin formüllerini ancak kimya konusunda uzman bir kişi yazabilir. Bu kişi de uygun formülü kendi hayal gücüne dayanarak yazmaz. Ancak almış olduğu eğitim ve daha önce kendisine öğretilen bilgiler doğrultusunda bu formülü yazabilir.
Durum böyle iken, pankreas hücrelerinin ürettikleri enzimlerin kimyasal yapılarını nasıl bilebildikleri sorusu son derece önem kazanmaktadır. Her pankreas hücresi doğuştan söz konusu formüllerin bilgilerine sahiptir. Bu bilgiye sahip olmakla kalmaz, bildiklerini en doğru şekilde kullanır ve insana yorulmaksızın hizmet ederler. Pankreas hücreleri kimya konusunda insanlardan çok daha zeki ve başarılıdırlar. Çünkü insanın bu formülleri üretebilmesi için eğitime ihtiyacı varken, küçücük bir hücre söz konusu formülleri doğuştan ezbere bilmektedir.
Hiçbir tesadüf, hücrelere böylesine üstün bir akıl, böylesine özel bir bilgi ve böylesine üstün bir sorumluluk anlayışı kazandıramaz. Hiçbir tesadüf, hücrelerin birbirleri ile haberleşecekleri, birbirlerinden yardım isteyecekleri bir sistem kuramaz. Hiçbir tesadüf, tek bir pankreas hücresine tek bir kimyasal formülü öğretemez. Hiçbir tesadüf, hücreye elindeki bilgiyi doğru zamanda kullanma yeteneği veremez.
Bu sistemleri yoktan var eden ve her an çalışmasını sağlayarak insana hizmet ettiren güç, Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Pankreasın vücuttaki önemli görevlerinden başka bir tanesi de kan şekerinin ayarlanmasıdır. Bu ayarlamayı yapan salgılar, pankreas içinde bulunan ve "Langerhans adacıkları" denilen küçük kapalı bezler tarafından üretilir. İnsülin ve glukagon adını alan bu hormonlar kan şekerinin ayarlanmasında görevlidirler.39
Bir yandan şekerli çayınızı yudumlar bir yandan da pastanızı yerken hiçbir zaman aklınıza kanınızdaki şeker miktarını ayarlanmanız gerektiği gelmez. Sürekli yapılan bu ayarın ne kadar hayati bir önemi olduğunu da düşünmemiş olabilirsiniz. Ancak sizin sağlığınızla ilgili bu konuda görevlendirilmiş olan pankreasınız, gerekli olan bütün bilgilere sahiptir ve kanınızdaki şeker ile ilgili ölçümleri çok hassas bir şekilde yapar. Ve gerektiği anda yeteri kadar hormon salgılayarak vücudunuzdaki şeker dengesini korur.
Pankreas
Pankreasın sindirim enzimleri salgılayan açık kısmı tükürük bezleri gibidir. Pankreasın bu kısmı "asinüs" denilen parçalardan meydana gelmiştir. Bu pankreas lopları (asinüsler) arasında Langerhans adacıkları bulunur. Bu yapı kılcal damarca zengindir. Kan şekerini düzenleyen insülin ve glukagon hormonlarını salgılar.
Kandaki şeker miktarının belirli sınırlar içinde olması insan yaşamı için zorunludur. Ama insan günlük hayatta şekerli gıdalar yerken bu hassas dengenin hesabını yapamaz. Çünkü herkes adına bu hesap sürekli olarak yapılır.
Kandaki şeker miktarı yükseldiğinde pankreas bu durumu hemen haber alır ve insülin denilen özel bir madde salgılar. Bu madde karaciğere ve vücuttaki diğer hücrelere kandaki fazla şekeri tutmalarını emreder. Eğer kandaki şeker miktarı düşerse pankreas bunu da hemen öğrenir ve "glukagon" isimli bir başka hormon salgılar. Bunun üzerine karaciğer önceden depoladığı şeker stoklarını, özel işlemlerden geçirip kana geri verir.40 Kandaki şeker oranı -hastalık durumu hariç- bu işlemler sayesinde hiçbir zaman tehlikeli bir noktaya çıkmaz.
Günlük hayatta sizin ne pankreastan ne insülinden ne de karaciğerden haberiniz olmaz. Kanınızdaki şekerin yükseldiğini fark etmezsiniz, hatta önünüze farklı şeker oranları olan iki şişe kan konulsa aradaki farkı anlayamazsınız. Ama hiçbir zaman görmediğiniz ve bilmediğiniz bazı hücreleriniz, kanınızdaki şekeri laboratuvarlardaki aletlerden daha hassas bir şekilde ölçer ve ne yapılması gerektiğine anında karar vererek hemen uygulamaya geçerler.
ŞEKER YEDİĞİNİZ ZAMAN VÜCUDUNUZDA ÇALIŞAN DEV FABRİKANIN FARKINDA MISINIZ?
Eğer ihtiyacınızdan biraz daha fazla şekerli bir gıda yerseniz, vücudunuzdaki bir sistem kandaki şeker oranının yükselmesini engellemek için devreye girer:
1- Öncelikle pankreas hücreleri, kan sıvısının içinde bulunan yüzlerce molekül arasından şeker moleküllerini bulur ve diğerlerinden ayırdederler. Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı yoksa az mı olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayarlar. Gözü, beyni, elleri olmayan, gözle göremeyeceğimiz küçüklükteki hücrelerin bir sıvının içindeki şeker moleküllerinin durumu hakkında fikir sahibi olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
2- Eğer pankreas hücreleri kanda gereğinden fazla şeker olduğunu belirlerlerse, bu fazla şekerin depolanmasına karar verirler. Ancak bu depolama işini kendileri yapmaz, kendilerinden çok uzakta bulunan başka hücrelere yaptırırlar.
3- Uzaktaki bu hücreler kendilerine aksi bir emir gelmediği sürece şeker depolamak istemezler. Ancak pankreas hücreleri, bu hücrelere "şeker depolamaya başlayın" emrini taşıyacak bir hormon yaparlar. "İnsülin" adı verilen bu hormonun formülü, pankreas hücreleri ilk oluştukları andan itibaren DNA'larında kayıtlı bulunmaktadır.
4- Pankreas hücrelerindeki özel "enzimler" (işçi proteinler) bu formülü okurlar. Okunan formüle göre de insülin üretirler. Bu üretimde her biri farklı görevlerde yüzlerce enzim çalışır.
6- Üretilen insülin hormonu, en güvenli ve en hızlı ulaşım ağı olan kan yoluyla hedef hücrelere ulaştırılır.
7- İnsülin hormonunda yazılı olan "şeker depolayın" emrini okuyan diğer hücreler ise bu emre kayıtsız şartsız itaat ederler. şeker moleküllerinin hücrelerin içine geçmesini sağlayacak kapılar açılır.
8- Ancak bu kapılar rastgele açılmaz. Depo hücreleri kandaki yüzlerce farklı molekül arasından sadece şeker moleküllerini ayırdeder, yakalar ve kendi içlerine hapseder.
9- Hücreler, kendilerine ulaşan emre hiçbir zaman itaatsizlik etmezler. Bu emri yanlış anlamaz, hatalı maddeleri yakalamaya, gereğinden fazla şeker depolamaya kalkmazlar. Büyük bir disiplin ve özveri ile çalışırlar.
Böylece siz fazla şekerli bir çay içtiğinizde, bu olağanüstü sistem devreye girer ve fazla şekeri vücudunuzda depolar. Eğer bu sistem çalışmasaydı, o zaman kanınızdaki şeker hızla yükselir ve komaya girerek ölürdünüz. Bu o kadar mükemmel bir sistemdir ki gerektiği zaman tersine de çalışabilir. Eğer kandaki şeker normalin altına düşerse bu sefer pankreas hücreleri bambaşka bir hormon olan "glukagon"u üretirler. Glukagon daha önce şeker depolayan hücrelere bu sefer "kana şeker karıştırın" emri taşır. Bu emre de itaat eden hücreler depoladıkları şekeri geri bırakırlar. Nasıl olur da, bir beyne, sinir sistemine, göze, kulağa sahip olmayan hücreler, bu denli büyük hesapları ve işleri kusursuzca başarırlarş Proteinlerin ve yağ moleküllerinin yan yana gelmesiyle oluşan bu şuursuz varlıklar, nasıl olur da insanların bile yapamayacakları kadar büyük işler yapabilirler. şuursuz moleküllerin sergiledikleri bu büyük şuurun kaynağı nedir?… Elbette bu olaylar, bizlere tüm evrene ve tüm canlılara hakim olan Allah'ın varlığını ve kudretini göstermektedir. Kuran'da Allah'ın hakimiyeti şöyle açıklanır:
Göklerde ve yerde büyüklük O'nundur. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Casiye Suresi, 37)
Pankreas

Peki hücreleriniz bu benzersiz akla ve yeteneğe nasıl sahip olmuştur?

Hücrelerinize, ölçüm yaptıran, karar verdiren, bunları uygulayacak akıl ve yetenek kazandıran elbette ki hücrelerinizin kendisi değildir. Vücudunuzdaki hücrelere gerekli komutları veren, nasıl davranmaları gerektiğinden onları haberdar eden, kusursuz bir sistemle onları yaratan üstün güç sahibi Allah'tır.
Pankreas
Glikozun hücre tarafından emilimi kandaki insülin seviyesine bağlıdır. İnsülin hücre zarındaki alıcıya bağlandığında (1) hücrenin içindeki özel proteinler (2) harekete geçerler. Bu glikoz taşıyıcılar için bir uyarıdır. Ayrıca hücrenin iç kısmında zarla çevrili glikoz kesecikleri vardır. (3) Bunlardan bir kısmı hücre zarına yakın durur. (4) Bu kesecikler uyarıyla birlikte ana hücre zarına doğru hareket ederler ve onunla birleşirler. (5) Bu birleşme sırasında glikoz taşıyıcıları açığa çıkar. Bunlar glikoz toplamaya hazırdır. (6) Hücre zarında glikozu hücre içine alan taşıyıcı protein sayısı arttıkça kandaki glikoz seviyesi azalır ve daha az insülin üretilir. Bir süre sonra hücre zarının bir kısmı protein taşıyıcılarla birlikte içe doğru kıvrılmaya başlar (7) ve kesecikler oluşturur. (8) Bunlar hücrenin iç kısmına doğru ilerler ve endozomla birleşir (9) Burada tekrar kesecikler oluştuğunda bir sonraki uyarının gelmesini bekler (10) ve bu işlem sürekli devam eder. (Dr. Philip Whitfield, Human Body Explained, A Marshall Edition, s.43)
Buraya kadar pankreastan bahsederken; "bilir, yapar, unutmaz, eksik tutmaz, karıştırmaz" gibi sıfatlar kullandık. Pankreasın da hücrelerden oluştuğu düşünülecek olunursa, akıl gerektiren bu sıfatların pankreasın kendisine ait olamayacağı da hemen anlaşılacaktır. Peki öyleyse pankreası oluşturan hücrelere bir ömür boyu üretim yapma, hizmet etme sorumluluğunu kim vermiştirş Birbirlerinden farklı ve kompleks molekülleri parçalayacak enzimlerin kimyasal formüllerini pankreas hücrelerine kim öğretmiştirş Üretilen sıvıların doğru yere boşaltılmalarını sağlayan boru sistemini kim döşemiştirş Doğru sıvının, doğru anda boşaltılmasını sağlayan uyarı ve iletişim sistemini kim kurmuştur?
Bu sorular veya bu sorular gibi üretilebilecek yüzlerce soru, bizi apaçık bir gerçeğe götürür. Bütün bunları yaratan Allah'tır. Allah küçücük alanlara yerleştirdiği bu gibi ihtişamlı özelliklerle bize Kendisini tanıtır. Allah büyük bir güç sahibidir. Allah'ın yaratmada hiçbir ortağı yoktur. Bu, insanın hayatındaki en önemli gerçektir.
De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdirş" De ki: "Allah'tır." De ki: "Öyleyse, O'nu bırakıp kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler mi (tanrılar) edindinizş" De ki: "Hiç görmeyen (a'ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir miş Veya karanlıklarla nur eşit olabilir miş" Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeştiş De ki: "Allah, herşeyin Yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır." (Rad Suresi, 16)

Pankreasın Salgıları Kendisine Nasıl Zarar Vermez?

Pankreas
Pankreas yaklaşık 15 cm uzunluğundadır. Yanda pankreas ve çevresindeki organlar görülmektedir. Pankreasın vücuttaki organlarla olan uyumunu, bağlantılardaki kusursuzluğu düşünen her insan Allah'ın üstün bir güç sahibi olduğunu hemen anlayacaktır.
Birçok parçalayıcı enzimin salgılandığı pankreasın kendi kendini sindirmemesi çok şaşırtıcıdır. Asıl olarak protein yapısında olan pankreas, kendi ürettiği protein parçalayıcı enzimlerin hiçbirinden etkilenmez. Bu korunma sistemi çok hayret verici ve mucizevi şekilde gerçekleşir.
Pankreasın salgıladığı protein parçalayıcı enzimler ilk olarak aktif olmayan halleriyle salgılanırlar. Bu enzimler bu şekilleriyle proteinleri ve dolayısıyla pankreasın kendini parçalayamazlar.
Ancak onikiparmak bağırsağına boşalan enzimler vücutta sadece bu bölgede bulunan çok özel bir maddeyle birleşirler ve o anda değişmeye başlarlar. İnce bağırsakta salgılanan "enterokinaz" adlı maddeyle birleşen enzimler, birden aktif hale gelir. Yani proteinleri parçalayabilecek özellik kazanmış olurlar.41 Ancak pankreasta salgılanan bir maddenin bağırsakta salgılanan başka bir maddeyle kusursuz bir uyumla birleşmesi üzerinde durulması gereken bir konudur.
Bu iki molekül daha önce hiç karşılaşmamışlardır. Ayrı bölgelerde salgılanırlar. Bunlara rağmen bu iki bağımsız molekül birbirlerini kusursuz bir şekilde tamamlarlar ve sonuçta özel bir amaca hizmet ederler. Bu, elbette ki tesadüflerle açıklanamayacak kadar mucizevi bir olaydır.
Üstelik pankreasın kendini öğütmesini engelleyen mucizevi sistemler sadece bununla da sınırlı değildir. Pankreastan protein öğütücü bir diğer enzim olan "tripsin" salgılanır. Ancak aynı zamanda tripsinin pankreası eritmemesi için bu maddeyi etkisiz hale getirecek "tripsin inhibitör" adlı özel bir madde daha salgılanır. Beraber salgılandıklarında hiçbir etkileri olmayan bu iki enzim, onikiparmak bağırsağına geldiklerinde birbirlerinden ayrılırlar. Bu ayrılık tripsini bir anlamda serbest bırakır ve tripsin bağırsaklara ulaşan besinlerdeki proteinleri parçalamaya başlar.42 Eğer bu iki madde daha erken ayrılsalardı, tripsin, pankreasın kendisini parçalardı. Eğer hiç ayrılmasalardı bu sefer besinlerdeki proteinler parçalanamazdı. Ancak bu örnekte de görüldüğü gibi vücudumuzdaki herşey doğru zamanda ve doğru yerde gerçekleşmektedir. Pankreas tam gerektiği anda gereken maddeleri salgılaması gerektiğini bilmekte, enzimler birbirlerinden ayrıldıkları anda harekete geçmektedirler. Pankreası oluşturan hücrelerin, enzimleri oluşturan moleküllerin böyle kusursuz bir sistemi kendi kendilerine oluşturamayacakları, böyle kusursuz bir düzeni insan vücudunda kuramayacakları açıktır.
Herhangi bir aksaklık olmadan, sıralamada karışıklık çıkarmadan çalışan, üstelik bütün insanlarda eksiksiz bir şekilde var olan ve aynı kusursuzlukla işleyen böyle bir sistemin çok yüksek bir akıl ve kusursuz bir tasarım ürünü olduğu, her akıl sahibi insanın kolaylıkla anlayabileceği bir gerçektir. Bu sistemin evrimcilerin iddia ettikleri gibi kör rastlantılarla açıklanması mümkün değildir. Bu sistem Allah'ın apaçık yaratmasının delillerinden biridir. Allah aklını kullanmasını bilen ve görebilenler için bu gibi örnekler üzerinde ayetlerini göstermektedir.
Güneşi bir aydınlık, ayı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O'dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır. Gerçekten, gece ile gündüzün ardarda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır. (Yunus Suresi, 5-6)