16 Nisan 2013 Salı

Doğadaki Mühendislik

Kimya Mühendisleri ile Yarışan Canlılar

Bir ilaçla ilgili bilgi almak istediğinizde eczacıya danışırsınız. Çünkü eczacı bu konuda belli bir süre eğitim almıştır. Bu alanda pek çok kitap okumuştur, deneyler yapmıştır. İlaçların içeriklerini, ne işe yaradıklarını, yan etkilerini çok iyi bilmektedir ve gerekli tecrübeye de sahiptir. Ancak yine de bir eczacı ya da kimyasal maddeler konusunda uzman bir kişinin bile, hiç tanımadığı bir bitkideki faydalı maddelerin içeriğini sadece bakarak anlaması mümkün değildir. Örneğin, bir bitkiye bakıp, "bu bitkide şu canlının zehirine karşı panzehir olarak kullanılacak bir madde var" demesi ya da başka bir zehiri etkisiz hale getirmek için kayaları ilaç olarak kullanabileceğini tahmin etmesi bir insan için son derece zordur. Bunun için ya bu konuda bilgili ve tecrübeli kişilere başvurulacak ya da bazı deneyler, araştırmalar vs. yapılacaktır.
Sadece tahmin ile hareket etmek son derece tehlikelidir. Örneğin zehirli yılanın ısırdığı bir insanın hemen tedavi edilmesi gerekir. Bir anlık gecikmenin bile ölüm sebebi olabildiği böyle ciddi bir durumda ihtimallere göre hareket edilmeyeceği, deneme-yanılma yapılmayacağı açıktır.
İnsanların herhangi bir deney yapmadan bulamayacakları bu zor işlemi, doğadaki birçok canlı milyonlarca yıldır yapmaktadır. Örneğin bu bölümde detaylı olarak inceleyeceğimiz Bezuar keçileri yılan zehirini nasıl etkisiz hale getireceklerini bilmektedirler. Akla sahip olmayan, bilinci de olmayan bir canlının gördüğü anda bir bitkide bulunan maddenin içeriğini anlaması, bunun ne işe yaradığı hakkında doğru bir karar vererek, bunu hangi durumlarda kullanacağını bilmesi üstelik bu bilginin o canlı türünün bütün üyelerinde var olması bize tek bir gerçeği kanıtlar:
Bu canlıya hükmeden, ona gerekli bilgileri ilham eden ve davranışlarını yöneten bir güç vardır: Bu güç Yüce Allah'a aittir.

Bezuar Keçilerinin Kimya Bilgileri

Bezuar keçisi dimdik, duvar gibi kayalara tırmanabilen bir keçi türüdür. Tırnak altlarının pürüzlü olması ve ayaklarının altındaki yumuşak yastıklar bu canlıların çevik hareketlerini kolaylaştırır. Ancak bu keçi türünü ilginç kılan asıl nokta sahip oldukları şaşırtıcı kimya bilgileridir. İsimleri Farsçada ilaç anlamına gelen bir kelimeden türemiş olan Bezuar keçileri kendi kendilerini tedavi etme konusunda uzmandırlar.
Bezuar keçisi ne zaman bir yılan tarafından ısırılsa hemen yaşadığı çevrede yetişen sütleğen bitkisi türlerinden birini yemeye başlar.
Bu son derece hayret verici bir davranıştır. Çünkü gerçekten de sütleğen sıvısında bulunan "öforbon" maddesi, kana karışan yılan zehirini etkisiz hale getirmektedir.3
Bu durumda şuurlu ve dikkatli bir insanın aklına hemen şu sorular gelir. Günlük otlamaları sırasında sütleğenlere ağızlarını bile sürmeyen keçilerin, bu bitkileri tedavi maksatlı kullanmalarını sağlayan nedir?  Yılan zehirine karşı panzehir etkisine sahip bir ot aramaları gerektiğini bu canlılar nereden bilmektedirler? Bezuar keçileri sütleğen otlarının içinde hangi kimyasal maddelerin olduğunu ve bu kimyasalların yılan zehirini tedavi edici etkiye sahip olduğunu nasıl öğrenmişlerdir?
Keçilerin, bir yılan tarafından ısırıldıklarında buldukları tüm otları yiyerek, yani deneme-yanılma metodunu kullanarak hangi otun zehirlenmeye karşı etkili olduğunu bulmaları mümkün değildir. Bulunduğu bölgede uygun otu bulmaya çalışırken yüzlerce ot çeşidi arasında deneme yapmaya başlayan keçinin muhtemelen birkaç denemeden fazlasını gerçekleştirebilecek vakti olmayacaktır. Kaldı ki o an için başarılı olsa bile, keçinin her yılan ısırdığında aynı isabetli seçimi yapması gerekecektir. Herşeye rağmen keçinin bunu başardığını varsayalım. Ancak bu da yeterli olmayacaktır. Çünkü bu keçi türünün neslinin tükenmemesi için tamamının bu davranış özelliğine sahip olması şarttır.
Dolayısıyla başarılı olan ilk keçinin, tecrübesini diğerlerine aktarması gerekmektedir. Ancak bir canlının sonradan öğrendiği bir bilgiyi kendinden sonra gelen nesillere genetik olarak aktarması mümkün değildir. Bunu şöyle örneklendirebiliriz: Çok ders çalışarak üniversite sınavında birincilik kazanan bir kişiyi düşünelim. Bu kişinin uzun yıllar boyunca çalışıp öğrendiklerinin ya da gösterdiği çabanın doğacak çocuğuna ya da torununa hiçbir faydası olmayacaktır. Öğrenilen bilgiler ya da davranışlar sadece o canlıya aittir. Bunların canlının genlerine dışarıdan bir müdahale ile yerleştirilmesi ve dolayısıyla diğer nesillere aktarılması mümkün değildir. Her nesil aynı bilgileri en baştan öğrenerek kazanmaya mecburdur.
Bu tür örnekler üzerinde derinlemesine düşünmek canlıların davranışlarının tesadüfen ortaya çıkamayacağını anlamak için yeterlidir. Bütün canlılar ihtiyaçları olan bilgilere Allah'ın kendilerine ilham etmesi, öğretmesi sayesinde kavuşurlar. Hiçbir canlı başıboş, sahipsiz ve sözde tesadüflerin akışına bırakılmamıştır. Bir Kuran ayetinde Allah'ın tüm canlılar üzerindeki mutlak kontrol ve hakimiyeti şöyle haber verilir:
Ben gerçekten,  benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. (Hud Suresi, 56)
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.
(Şura Suresi, 29)

Karıncalar Asit Fabrikası Kurabilir mi?

(FA). Formik Asit
Karıncaların vücutlarında, formik asit (H2CO2) isimli kimyasal maddeyi üreten bezler vardır.4 Karıncalar antibiyotik etkisine sahip bu maddeyi düzenli olarak vücutlarına sürerler. Bu şekilde hem yuvalarında hem de kendi üzerlerinde bakteri ve mantar oluşumunu engellemiş olurlar.
Karıncaların vücutlarından salgılanan bu asitten haberdar olmaları ve bunu nasıl kullanacaklarını bilmeleri hayret vericidir. Ancak bundan çok daha şaşkınlık veren konu, başka canlıların da karıncaların bu özelliğinden haberdar olmasıdır.
Bazı kuş türleri de karıncalardaki bu asidi kullanırlar. Kuşlar karıncalar gibi kimyasal maddeler salgılayamazlar. Ancak sık sık karınca tepelerine gidip, karıncaların tüylerinin arasında dolaşmalarına izin vererek, onların ürettikleri asitten faydalanırlar. Bu yöntem sayesinde vücudu formik aside bulanan kuş, üzerindeki tüm parazitlerden kurtulmuş olur.
Karınca, mantara karşı formik asidin etkili olduğunu ya da bu asidin formülünü nereden bilir? Nasıl olup da vücutlarında böyle tehlikeli bir asit üretilmesine rağmen karıncalar bundan zarar görmez? Dahası kuşlar karıncalarda formik asit olduğunu ve bunu parazitlerinden kurtulmak için kullanabileceklerini nereden bilirler?
Öncelikle bu kimyasal maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevaplanması gerekmektedir. Özelliği olan, işe yarayan kimyasal bir maddenin kendiliğinden ortaya çıkması kesinlikle imkansızdır. Formik asidi düşünelim. Bu asitin sentezlenmesindeki bir hata, kimyasalın antibiyotik özelliğini yitirmesi demektir. Ayrıca ortaya zararlı başka maddelerin çıkma ihtimali de vardır.
Durum böyleyken bu maddeyi karıncanın sentezlemiş olması ya da bu asidin tesadüfen karıncanın vücudunda oluşmuş olması çok mantıksız bir iddia olur. Bunu bir kenara bırakarak asidin formülünün tam gerektiği şekilde oluştuğunu varsayalım. Bu da hiçbir şeyi değiştirmeyecektir, çünkü karıncanın vücudunda hem asit üretecek hem de karıncanın zarar görmesini engelleyecek korumalı bir sisteme de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla karınca bunların tümüne aynı anda sahip olmak zorundadır. Bu durum karıncadaki bezlerin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi, aşama aşama oluşmalarının mümkün olmadığını açıkça göstermektedir.
Bu canlıların hiçbirinin bu işleri kendi kendilerine yapmaları mümkün değildir. Gerçek şu ki, karıncalar var olan özellikleriyle bir anda ortaya çıkmışlardır. Gerek formik asidi, gerek bunların üretimini yapabilecek özellikteki bezleri gerekse de karıncaları sonsuz ilim sahibi olan Allah yaratmıştır.
Kuşlara, karınca yuvalarına giderek formik asitten faydalanmalarını ilham eden de Allah'tır. Allah tüm canlıların ihtiyacını bilen ve bunların karşılığını eksiksiz olarak yaratandır. Allah, herşeyi sarıp kuşatan olduğunu bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi sarıp-kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi,12)
1. Bu resimde karıncalardaki formik asitten faydalanan bir kuş görüyorsunuz.
2. Altta ise kimyasal madde üretimi yapan kapsamlı bir fabrika.
3. Bazı karıncalar formik asidi düşmanlarına karşı kimyasal bir silah olarak da kullanırlar. Ortadaki resimde birbirlerine formik asit püskürten iki karınca görülüyor.

Böceklerde Kimyasal İletişim: Feromonlar

Karıncalar yuvalarını, balarıları da kovanlarını çok uzaklara gitseler de şaşırmadan bulurlar. Bazı böcek larvaları tehlike anında hemen bir araya toplanarak korunurlar. Pek çok hayvan da yaşadıkları alan üzerinde belirgin bir hakimiyete sahiptir. Bunların yanı sıra tüm böcek türlerinde çiftleşmek isteyen erkek ve dişiler uzak mesafelerde de olsalar birbirlerini kolaylıkla bulurlar. Bu davranışlardaki ortak nokta; tümünün bir tür haberleşme sayesinde gerçekleşiyor olmasıdır.
Pek çok canlı türü haberleşmek için bir tür işaret kullanır. Böceklerin kullandıkları işaretin adı 'feromon'dur. Feromon "hormon taşıyıcıları" anlamındadır ve aynı türün üyeleri arasında kullanılan kimyasal maddelerdir. Genellikle özel bezlerde üretilerek çevreye bırakılırlar. Böceklerin davranışlarında değişikliklere neden olurlar.
Feromonlar, önceleri hormonlarla eşdeğer tutulmuştur. Hormonlar gibi az miktarda salgılanmalarına ve belirli bir yaşamsal işlevi yerine getirme görevini üstlenmelerine karşın, vücut dışına salgılanmaları onları hormonlardan ayırır. Feromonlar genellikle türe özgüdür.
Çok farklı işlevleri yerine getirenleri ve değişik bileşimlerde olanları da vardır. Yayılma yetenekleri oldukça yüksek olan feromonlar 7-8 km gibi muazzam bir uzaklıktan bile  etkili olabilmektedirler. Uzaklık, sıcaklık, rüzgâr ve nem gibi etmenler de feromonların etkisini azaltıp çoğaltabilir.
Feromonlar; iz bırakma-işaretleme, alarm, toplanma, birlikte yaşayan böceklerde kraliçe yetiştirilmesi ya da eşeysel olgunluğun kontrolü gibi işlerde kullanılırlar. Ayrıca koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları da vardır.
Feromon kullanarak haberleşen canlılarla ilgili verilecek bilgiler okunurken akılda tutulması gereken çok önemli bir nokta vardır. Her türün kullandığı formül kendine özgüdür. İçerdiği kimyasal maddeler ayrıdır. Hem bu maddeyi salgılayan hem de salgılanan madde ile iletilmek istenen mesajı algılayan canlı bu formülden haberdardır. Ayrıca ilerleyen sayfalarda görüleceği gibi başka türe ait formülleri çözen ve taklit eden canlılar da vardır.
Sol: Kullandığınız parfümü elinize alıp koklayın ve içinde ne gibi maddeler bulunduğunu anlamaya çalışın. Sonra bu maddelerin her birini teker teker üreterek parfümü, aynı kokuya ve aynı kaliteye sahip olacak şekilde kendiniz oluşturmaya çalışın. Bunların hiçbirini -bu konuda özel bir eğitiminiz ya da iş tecrübeniz yoksa, bir laboratuvarda değilseniz ya da uzman kişilerden yardım almıyorsanız- elbette ki yapamazsınız. Böceklerin haberleşmek için kullandıkları feromonları üretenler de böceklerin kendileri değildir. Böceklere bütün bunları ilham eden Allah'tır.
Sağ: Kiraz sineği

Feromonlarla Haberleşme

Feromonları izleyerek haberleşme şekline daha çok arı, karınca, termit gibi birlikte yaşayan böceklerde rastlanır. Toprağa bırakılan kimyasal izler, böceklerin gezindiği tüm ortamlarda, ağaçlarda, dallarda, yapraklarda ve meyvelerde olabilir. Havadaki izler ise uçan böcekler tarafından bırakılır ve sürekli yenilenmeleri gerekir. Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları bu gruba girer.
Böcekler boyutlarının küçüklüğü, uçabilme ve hızlı hareket edebilme gibi özellikleri nedeniyle, çok geniş alanlara yayılabilirler. Bu özellikleri, üremeleri için ilk anda sorun oluşturacakmış gibi düşünülebilir. Ancak bu durum, feromonlar sayesinde ortadan kalkmıştır.
Sol: Feromon kullanarak haberleşen canlılara en önemli örneklerden biri de karıncalardır. Karıncalarda, yuvadan çıkan ilk birey belirli aralıklarla feromon bırakır. Arkasından gelen diğerleri de bu sayede onun izini kolaylıkla takip eder. Bir bireyin bıraktığı kimyasal izlerin diğer bireyler tarafından algılanması; koklama ya da tatma duyusu ile gerçekleşir.
Sağ: Bagworm güvesi ve çantası
Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları erkek ve dişi böceklerin birbirlerini bulmalarını sağlar. Örneğin Limantridae ailesinden bir kelebek türünde, dişinin vücudunun son kısmından havaya salgıladığı kokuyu erkek güçlü antenleriyle algılar. Erkeğin 8 kilometre gibi muazzam bir uzaklıktan bile algılayabildiği bu çekici kokuyu, hiçbir koku bastıramaz. Bu türün dişisi kanatsız olması nedeniyle hareketsizdir. Erkek, dişinin yalnızca kokusuna kapılarak onu bulur ve çiftleşme gerçekleşir.5
Feromonlarla iletişim konusunda bir başka şaşırtıcı örneğe de kiraz sineklerinde (Rhagoletis cerasi) rastlarız. Kiraz sineği, yumurtalarını kiraz meyvesine koyduktan sonra, vücudundan salgıladığı bir feromonu meyveye bırakarak yumurtalarını korur. Bu meyveye daha sonra gelen ikinci bir sinek, feromonun varlığını fark eder ve mesajı anlar. Yumurtalarını bırakmak üzere başka bir kiraz ağacı aramak için hemen uzaklaşır.6
Sol: Barred Sulphur Kelebeği
Bagworm güvelerinin ise feromonlar olmadan soylarını devam ettirmesi mümkün değildir. Bu güve türü düşmanlarından korunmak için larva dönemlerinde kendisine bir nevi kamuflaj çantası yapar. Larva çantayı yaparken üzerinde yaşadığı bitkiden topladığı yaprak ve ağaç dalları gibi malzemeleri kullanır. Bagworm güveleri çantalarını hiç terk etmeden yaşamlarını sürdürürler. Öyle ki beslenirken bile çantalarından ayrılmazlar. Özellikle dişiler yetişkin hale gelseler de kanatları ve bacakları olmadığı için çantalarını terk edemezler.
Io Güvesi
Çiftleşme de bu kozanın içinde, dişilerin salgıladığı özel bir feromon sayesinde gerçekleşir. Dişi çiftleşmek için hazır olduğunda çantasını yumuşatarak gevşeten bir kimyasal madde salgılar. Bu madde erkek güvenin kozanın içine girmesini kolaylaştıracaktır. Dişinin salgıladığı cinsellik feromonunu fark eden erkek güve, dokusu yumuşamış olan çantanın içinde küçük bir delik açar ve hiç görmediği dişiyle çiftleşir. Ardından dişi çantanın içerisine yumurtalarını bırakır. Erkeğin açtığı boşluğu tıkamak için de dişi, vücudunda başka bir madde üretir. Bu işlemlerden kısa bir süre sonra da ölür. Tırtıllar yumurtalarından çıktıklarında çantayı aşındırarak dışarı çıkarlar ve yeni çantalar üreterek gelişimlerini sürdürürler.7
Buraya kadar verilen örneklerde çok açık olarak görülen bir gerçek vardır. Bu canlılar mükemmel işler başarmaktadırlar. Kendi türlerine ait olan kokuyu hemen tanımakta hatta kilometrelerce uzakta bile olsa bu kokuyu algılamaktadırlar. Bugünkü teknoloji ile bir insanın ya da bir makinenin kilometrelerce uzaktaki bir kokuyu fark etmesi mümkün değildir. Buna rağmen 1-2 cm.'lik böcekler vücutlarındaki özel tasarlanmış algılayıcılarını kullanarak kokuları fark edebilirler. Allah bu canlıları mükemmel sistemlerle yaratmıştır. Benzersiz şekilde yaratan Allah çok yücedir.
Keskin hatlarıyla göze çarpan Barred Sulphur türü, Florida'nın en yaygın kelebeklerinden biridir. Erkeğin ön kanatlarının üst kısmının kenarlarından siyah bir hat geçmektedir. Dişilerde bu siyah bölüm yoktur. Erkek kelebeklerdeki bu siyah hat üzerinde koku pulları bulunur. Bu pullar dişiyi etkileyen ve erkeğin bulunduğu yere çeken özel bir parfüm yaymaktadır.8
Erkek Io güvesinin başında tüy benzeri duyargaları vardır. Bu duyargalar güvenin mükemmel koku alma duyusunun kaynağıdır ve 1.5 kilometreden daha uzak bir yerden eşini fark etmesini ve yerini tespit etmesini sağlamaktadır.9

Feromonların Genel Özellikleri

Bazı böceklerdeki cinsiyet hormonları günün belirli zamanlarında bırakılır. Örneğin Sporganothis pillerianakelebekleri, cinsiyet feromonlarını her zaman için gündüz 11.00-16.00 saatleri arasında bırakırlar. Apis melliferatürü balarılarında ise, dişinin cinsiyet feromonu salgılaması bütün yaşamı boyunca sürer. Bu arı türünün çiftleşmeden sonra salgıladığı feromon, kovan içinde kargaşaya neden olacak yeni bir kraliçe arının yetişmesini engeller.
Birarada yaşayan böceklerde feromonlar besin alışverişine de yarar. Ayrıca koloninin savunulmasına yardımcı olan feromonlar da vardır. Koloni üyeleri bu feromonlar sayesinde birbirlerini tanır ve bu kokuya sahip olmayan yabancıları koloniye almazlar.
Örneğin tatlı arılar (Holictidae türü) koloni bütünlüğünü kendilerine özgü bir feromon sayesinde korurlar. Tatlı arılar yuvalarının girişindeki toprak bölümü ve ana yuvanın yukarı bölümlerini özel bir salgı ile kaplarlar. Bu arı türünün salgısı "makrosiklik lakton" ismi verilen kimyasal bir karışımdan oluşur. Kolonideki her bireyin kendine has lakton karışımı vardır ve bu karışım o bireye bir çeşit kimyasal 'parmak izi' sağlar.
Kolonideki işçi arılar, yuvanın girişine ve yukarıdaki tünel bölgelerine kendi salgılarını bırakırlar. Bu şekilde kolonideki tüm bireylerin lakton karışımları birikir. Bu da girişe özel ve kendine has bir yuva kokusu verir. Bu önemlidir çünkü tatlı arıların yaşadıkları bölgelerde yüzlerce yuva birarada bulunur. Girişteki bu koku, geri dönen işçilerin yüzlerce yuvanın içinden kendi yuvalarını tanımalarını sağlar. Ayrıca kovanı koruyan bekçi arılar da, yuva arkadaşlarını dönüşte bu koku sayesinde tanırlar. Görüldüğü gibi bu küçük arılar, insan burnunun kimyasal algılama ve ayırt etme kapasitesinin çok daha üstünde bir seviyede ayırt etme kabiliyetine sahiptirler.10 

Taklit Feromonlar

Feromonlar konusundaki en şaşırtıcı noktalardan biri de bazı canlıların, başka canlıların kullandıkları feromonları taklit edebiliyor olmalarıdır. Örneğin bazı çiçekler böceklerin feromonlara olan duyarlılığından yararlanır ve onları benzer maddeler salgılayarak kandırırlar.
Polyphemus güvesinin erkekleri geniş, tüylü duyargalara sahiptir. Bu duyargalar bir dişi güvenin kokusunu birkaç kilometre uzaktan fark edecek kadar hassastır. Hatta dişi saatte yalnızca 1 gramın milyarda biri kadar koku salgılasa bile erkek güveler bunu fark etmekte zorlanmazlar. Güvenin koku alma duyusunun bu kadar etkili olmasının bir nedeni, her bir duyarganın yaklaşık 17.000 tüycüğe sahip olmasıdır. Her bir tüycük de, binlerce koku alma gözeneğine sahiptir. İşte bu özel tasarım güvelerin koku alma duyarlılığını son derecede artırır.
Güveler bu kusursuz algılama yeteneğini nasıl kazanmışlardır?
Küçücük bir güvenin bedeninde 17.000 tüycüklü ve her bir tüycükte binlerce gözenek olan bu yapı nasıl ortaya çıkmıştır?
Tesadüflerin bir böcekte böylesine gelişmiş koku algılayıcı bir sistem var etmesi imkansızdır. Düşünme yeteneği olan, akıl sahibi her insan böyle bir iddianın mantıksızlığını hemen anlayacaktır. Allah güveleri bu benzersiz özellikleriyle birlikte yaratmıştır.
Bununla birlikte feromonlar türlerin devamlılığını sağlama özelliğine de sahiptirler. Orta Amerika'da yaşayan "Florida kraliçesi" adındaki bir kelebek türünün kanatlarının rengi ve deseni bir başka kelebek türünün kanatlarının rengi ve deseni ile çok benzerdir. Bu iki tür, bazen eş bulmak için uğraşırken birbirlerinin renklerine aldansalar da erkek kendi türünden olan dişiyi kokusundan tanır. Erkeğin kendi feromonunun kokusunu alabilmesini kolaylaştırmak için dişi, kanatlarını yelpaze gibi kullanarak, kokuyu erkeğe doğru gönderir. Bu sayede türünün devamı garanti altına alınmış olur.11

Toplanma Vakti  Gelince …

Toplanma feromonları böceklerin dinlenme vakitlerinde salgılanır ve türün diğer bireylerini bir araya toplar. Arı, karınca ve termit gibi böceklerin bir arada yaşamasını sağlayan da bu feromonlardır.
Kabuklu böceklerde (Ipidae ve Scolytidae türlerinde) beslenmek ve yumurta bırakmak için uygun bir ağaç gövdesi bulan bireyler de feromon salgılayarak, koloninin diğer bireylerinin buraya toplanmasını sağlarlar.12
Feromonların böcekler üzerinde ne kadar etkili olduklarını görmek için ateş karıncalarını örnek verelim. Ateş karıncaları iğnelerini yere sürerek arkalarındaki koloni üyelerine kendilerini takip etmeleri için koku izi bırakırlar. Konunun uzmanlarından Harvard Üniversitesi'nden E. O. Wilson bu kokunun etkisi ile ilgili olarak şöyle demiştir:
"Karıncanın bıraktığı 1 miligramlık bir iz feromonu, bir koloniyi dünyanın etrafında üç kere dolaştırabilir."13
Sol: Bazı feromon formülleri
Sağ: Böceklerin bir çoğu birbirleriyle haberleşmek için feromon olarak adlandırılan kimyasal maddeler kullanırlar.  Her böcek kendi türüne ait feromonu tanır ve bununla  bildirilen mesajı tam olarak uygular. Oysa böceklerde ne bir laboratuvar mevcuttur ne de bir kimya mühendisi gibi eğitim görmüşlerdir. Onlar yine de bu salgıların ne anlama geldiğini bilirler, çünkü Yüce Allah onları, bu feromonları teşhis etmelerini sağlayacak sistemlerle birlikte yaratmıştır.
Feromonların bu mükemmel etkisi düşünüldüğünde birarada yaşayan böcekler için ne kadar önemli oldukları hemen anlaşılacaktır. Özellikle bir tehlike anında haberleşme sistemindeki herhangi bir aksaklık yaşanması önemli sorunlar yaratabilecektir. Tehlike anlarında salgılanan feromonlar tüm koloniyi alarma geçirecek niteliktedir.
Uçucu özellikte ve kısa süreli etkili olan alarm feromonları birçok türde aynıdır. Herhangi bir tehlike durumunda karıncalarda vücudun son kısmındaki bezlerden, balarılarında iğne bezlerinden, diğer bazı böcek türlerinde ise ağız bölümlerinde bulunan bezlerden feromon salgılanır. Karıncalar saldırma amaçlı toplanmalar için de alarm feromonu salgılarlar. Feromon koloninin biraraya toplanmasını ve çok sayıda bireyin savunmaya katılmasını sağlar.
Örneğin bazı yaprak biti türlerinin böcekler tarafından saldırıya uğradıklarında salgıladıkları alarm feromonu, yakınlarda beslenmekte olan diğer yaprak bitlerinin uzaklaşmasına yol açar. Yaprak bitleri, kendilerini alarma geçiren bu kimyasal salgıları antenlerinin üzerindeki özel duyargalar sayesinde algılar.
Bundan başka termitler de yaptıkları tümseklerde bir yarık fark ettiklerinde alarm yerine geçen bir koku yayarak diğer termitleri deliğin bulunduğu yeri tamir etmeleri ve saldırılara karşı yuvayı korumaları için çağırırlar.
Buraya kadar verilen örneklerde dikkat çeken ortak nokta, bütün canlıların kendi türlerine ait olan feromonun formülünü tanımaları ve bu feromonla bildirilen emri tam olarak uygulamalarıdır. Bir böceğin kimyasal maddeler arasında ayrım yapabilmesi, bu maddenin şifresini çözebilmesi elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Böcekler bu mükemmel işi nasıl başarırlar?
Bunun için öncelikle salgının ne içerdiğini bilmeleri yani analizini yapmaları gerekmektedir. Analiz işlemi içinse teçhizatlı bir laboratuvara ihtiyaç vardır ve elbette ki bu konuda bilgi sahibi olmak da gerekmektedir. Ancak böceklerin vücutlarında ne gelişmiş laboratuvarlar vardır ne de başka bir teknik donanım… Yine de çok başarılı analizler yaparlar ve feromonlarla anlatılmak istenen mesajları tam olarak anlayarak gerekeni yerine getirirler.
Bir insanın bunları yapabilmesi için bir kimya mühendisi gibi eğitim görmüş olması ve belli bir deneyime sahip olması gerekmektedir. Ama böceklerin ne eğitime ne de deneyime ihtiyaçları vardır. Onlar salgıların ne anlama geldiğini anlamak için eğitime ihtiyaç duymazlar, çünkü doğuştan itibaren bunun bilgisine sahiptirler. Kendi türleri ile başka türlerin salgılarını birbirlerine karıştırmazlar (taklit yapılarak kandırılanlar hariç), çünkü onları bu feromonu teşhis etmelerini sağlayacak sistemle birlikte Yüce Allah yaratmıştır.
Allah Yusuf Suresi'ndeki ayetlerde göklerde ve yerde yarattıklarına dikkat çekmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)

Önemli Bir Kaynak: Diatomlar

Diatomlar mikroskobik bitkisel alglerdir. En büyükleri 1 milimetre çapında olan bu minik canlılardan 1 cm3 deniz suyunda, yaklaşık 10 bin adet bulunur. Ancak tüm diatomlar suda yaşamazlar. Bazıları toprak üstünde, yosunlara tutunarak ağaçlarda ve hatta yeteri kadar nem olduğunda duvarlarda bile yaşayabilirler. Bu altın sarısı, kahverengi algler ışık, su, karbondioksit ve gerekli besinlerin olduğu her yerde bulunurlar.
Karada yaşayan canlılar, insanlar da dahil olmak üzere, hayatlarını bir anlamda diatomlara borçludurlar. Yaptıkları fotosentez sayesinde, soluduğumuz oksijenin büyük bir kısmını diatomlar üretirler. Diatomların üzerlerinde çok sayıda gözenek bulunur. Bu gözenekler besinlerin içeriye girip gaz değişimi yapmalarına olanak sağlar. Diatomlar oksijen üreten mikro fabrikalar gibi çalışırlar. Trilyonlarca diatom, bu gaz değişimi sonunda kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde oksijen üreterek atmosferdeki oksijen oranına son derece önemli bir katkıda bulunmuş olurlar.
Bunun yanı sıra denizlerdeki besin zinciri içerisinde de çok önemli bir rol oynarlar. Diatomlar hayvansal planktonları oluşturan küçük canlıların temel besin kaynaklarıdır. Hayvansal planktonlar da daha büyük türler için besin kaynağı olan ringa gibi balıklar tarafından tüketilirler. Örneğin oldukça büyük bir canlı olan kambur balina gibi canlılar diatomlarla beslenir. Bir balinanın birkaç saat tok kalabilmesi için birkaç yüz milyar diatom gereklidir.
Diatomların en etkileyici özellikleri ise kendilerinin inşa ettikleri kabuklarıdır. Diatomlar mükemmel mimarlardır. Kendilerine denizin içinde opalden evler inşa ederler. Bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmi beş binden fazla diatom türü olmasına rağmen hiçbirisinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir. Tıpkı bir kar tanesinin diğerine benzememesi gibi diatomların görünümleri de farklıdır.
Diatomlar suda çözünmüş silikonu kıymetli bir taş olan opale benzeyen silikaya çevirerek kabuk üretirler. Bu dönüşüm sonucunda ortaya çıkan cam benzeri kabuklar müthiş bir çeşitliliğe ve mükemmel bir mimariye sahiptirler. Diatomların üzerinde bulunan ve besinlerin içeriye girmesine ve gaz değişimine olanak sağlayan gözenekler aynı zamanda yapıyı da inceltirler. Şimdi çok üstün tasarım yeteneğine sahip bir mimarı düşünün. Ancak bu mimarın malzeme bilgisi yetersiz olsun ya da mimari tasarım yapması için gerekli olan malzemeyi bulamasın. Tek başına tasarım yeteneğinin bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır. Oysa diatomlar hem tasarım yeteneği benzersiz olan mimarlar gibi hareket eder, hem de küçücük bedenlerinde birtakım kimyasal düzenlemeler yaparak ortaya mükemmel eserler çıkarırlar. Diatomlar toplu iğne başı büyüklüğünde, sinir sistemi veya beyin oluşumu olmayan mikroskobik canlılardır. Bu canlıların kimya ya da mimarlık eğitimi almışcasına ürettikleri son derece estetik kabukların tesadüfler sonucu  oluşamayacağı çok açıktır. Üstelik bütün diatomlar aynı malzemeyi kullanarak, aynı özelliklerde ancak birbirinden tamamen farklı görünüşte ve aynı kusursuzlukta kabuklar yaparlar. Diatomlardaki bu mükemmel mimari ve sayılamayacak kadar çeşitlilik elbette Allah'ın benzersiz sanatının bir tecellisidir.
Oksijen üretmesinden birçok canlının temel besini olmasına, hatta insanlık icin çok önemli bir enerji kaynağı olan petrolün oluşum sebebi olmasına kadar pek çok hayati fonksiyonu bulunan diatomlar, Allah'ın, canlılık için "olmazsa olmaz" derecede öneme sahip olarak yarattığı mikroskobik canlılardandır.

Hassas Bir Planlama

Diatomlar üzerinde araştırma yapan bilim adamlarının izleyebileceği en muhteşem anlar üreme zamanlarıdır. Öncelikle diatomların ilaç kapsülüne benzeyen kabukları ikiye ayrılır. Daha sonra diatomun çekirdeği ikiye ayrılarak her biri yarım kabuğun içine girer. Yeni diatomlar daha sonra eksik kalan yarılarını tamamlamaya başlarlar. Kabuğun bir yarısından oluşan diatomlar biraz daha küçüktürler. Onlar bölündükçe daha da küçülürler.
Diatomlar çok yüksek hızlarda, bazıları sekiz hatta dört saatte bir bölünerek ürerler. Bu nedenle 10 gün içerisinde bir diatomdan 1 milyar kadar diatom ortaya çıkabilir. Şüphesiz bu son derece gerekli bir planlamadır. Diatomların dünyadaki en önemli oksijen kaynaklarından biri olmalarına rağmen hızlı üreme özelliklerinden yoksun olduklarını düşünün. Şüphesiz bu durumda toplamda üretilen oksijen miktarı hep kısıtlı kalacağı için diatomların bu özellikleri hiçbir anlam ifade etmeyecekti.
En basit bir fabrikada bile malların üretim miktarı ve hızı için bir planlama yapılması gerekir. Aksi durumda fabrika, piyasaya ya yetersiz ya da fazla miktarda mal sevk edecektir. Dolayısıyla bir süre sonra üretim için gerekli olan yeni kaynakları yaratamayacaktır. Sırf bu nedenle üniversitelerde üretim organizasyonu ve planlaması eğitimi verilmektedir.
Bu durum akla diatomların bu planlamayı nasıl yaptıkları sorusunu getirir. Diatomlar dünyadaki oksijen ihtiyacını karşılamak için sayılarını ne kadar ve hangi hızla artırmaları gerektiğini kendi kendilerine bilebilirler mi? Dahası bir işletme mühendisi gibi üretim hızını, bir endüstri mühendisi gibi bir üretim yöntemini geliştirebilirler mi? Şüphesiz hayır! İnsanların bile uzun süren bir uzmanlık eğitiminden sonra ulaştığı bilgilere, diatomların kendi kendilerine ulaşmaları mümkün değildir.
Diatomlara, diğer canlıların oksijen ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan üreme hızını ve yöntemini ilham eden bir "irade sahibi" vardır. Bu iradenin sahibi; herşeyin sahibi olan, herşeye gücü yeten, bütün canlıları yönlendiren, yapmaları gereken işleri onlara ilham eden Yüce Rabbimiz’dir.

İnsanların Kullanması İçin Yaratılmış İdeal Hammadde

Diatomların fosilleşmesi sonucu oluşan diatomidler, son derece hafif ve gözenekli yapıları nedeniyle ideal bir filtre yapısına sahiptirler. Bu yapı diatomların uzay endüstrisi, böcek öldürücü ve boya dolgusu üretimine kadar farklı amaçlarla kullanılabilmesine imkan tanımaktadır.
Diatomların kendi besinleri de insanlık için önem taşımaktadır. Bu canlılar fotosentez sayesinde ürettikleri minik yağ parçacıkları şeklindeki besinlerini hücrelerinin içerisinde saklarlar. Bu minik yağ parçacıkları zamanla biraraya gelir, jeolojik ve biyolojik kuvvetlerin de etkisiyle petrol yataklarının oluşmalarına neden olurlar. Bugün kullandığımız petrolün çoğu tarih öncesi devirlerde denizlerde ölen diatomlar tarafından oluşturulmuştur.14
Kuzey Pasifik ve Antarktik Denizi'nin 30 milyon kilometrekare kadarlık bir alanının dibi ölü diatom tabakalarıyla kaplıdır. Bu tabakalar zamanla fosilleşerek diatomitleri oluşturur. Diatomitler endüstriyel amaçla kullanılırlar. Diatomit hafif ağırlığı ve gözenekleri ile ideal bir filtre yapısına sahiptir. Bu özelliği nedeniyle uzay endüstrisinde kullanılabildikleri gibi, böcek öldürücü ilaçların üretiminden boya dolgusuna kadar farklı amaçlarla da kullanılabilmektedirler.
İnsanların pek çoğu diatomların varlığından, ne işe yaradıklarından bile haberdar değildir ancak bu durum, diatomların canlı yaşamı için önemini değiştirmez. Diatomlar özel olarak yaratılmış canlılardır ve dünya üzerindeki çeşitli dengelerin sağlanmasında önemli bir rol oynamaktadırlar.
Bu canlıların özel kimyasal işlemler yaparak, mükemmel güzellikte ve mimari şekle sahip kabuklar üretmesi ise Allah'ın insanlar için yarattığı güzelliklerden biridir. Bildiğimiz ve bilmediğimiz canlıların sahip oldukları bu gibi özellikler Allah'ın sınırsız gücünü daha iyi kavramak için birer vesiledir. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur... (Bakara Suresi, 29)

Çok Yönlü Uzmanlar: Koalalar

Koala Avustralya'da yaşayan keseli hayvanların en bilinenlerinden biridir. Bu canlılar yaşamlarının büyük bir bölümünü okaliptüs ağaçlarının üzerinde geçirirler.
Koalaların vücut tasarımları bu ağaçların üzerinde rahat bir yaşam sürmelerini sağlayacak özelliklere sahiptir. Örneğin kol ve pençeleri geniş gövdeli okaliptüslere kolaylıkla tırmanmalarını sağlar, ön ayaklarındaki ilk iki parmakları ise diğer üç taneden ayrıktır. Kendi elimizi düşünürsek, iki tane baş parmaklarının olduğu söylenebilir. Arka ayaklardaki baş parmaklar da diğerlerinden ayrıktır ve diğer dört parmak gibi keskin pençelere sahip değildir. Diğer parmaklardan farklı olan bu baş parmaklar daha küçük dallara tutunmayı sağlar.
Koalanın pençeleri ağaçların yumuşak ve düzgün gövdelerine çengel gibi saplanır. Hayvan bu sayede dallara tutunur. Dört ayağı da, tıpkı bizim bir sopayı kavramamız gibi ağaç dallarını rahatlıkla kavrayabilir ve dallara sarılarak koalanın tırmanmasını sağlar.15
Koalanın okaliptüslerde yaşamasını sağlayan başka bir özelliği de özel bir mide yapısına sahip olmasıdır. Okaliptüs yaprakları zehirlidir ve koala özel mide yapısı sayesinde bu yapraklar ile beslenebilir. Su ihtiyacını da yine bu ağaçlardan karşılar. Koala bütün bunları yaparken bir yandan tıptan faydalanırken, diğer yandan vücudundaki biyokimyasal fabrikayı kullanmaktadır.
Sol:
1. ince Bağırsak
2. Kalın Bağırsak
3. Yemek Borusu
4. Mide
5. Duodenum
6. Körbğırsak
7. Rektum
Koalaların bu özelliklerini sırayla inceleyelim:

Koalanın Tıp Bilgisi

Avustralya'da okaliptüs ağacının 600'den fazla türü yetişir. Ancak koalalar bunların sadece 35 kadarını kullanırlar. Okaliptüs ağacı bir koala için yalnız barınak değil, aynı zamanda önemli bir besin kaynağıdır. Hatta okaliptüs yapraklarının koalanın yegane gıdası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bütün bunların yanı sıra okaliptüs yaprakları koalalar için ilaç görevi de görmektedir.
Okaliptüs yaprakları bir dizi tıbbi etkiye sahiptir. Yaprakları eterik yağ içerir. Bu yağ birçok hayvan için öldürücü nitelik taşıyan kimyasallardan oluşur. Buna karşın koalanın karaciğeri bu maddenin zehirini etkisiz hale getirecek bir sisteme sahiptir. Koalaların karakteristik kokusunun da kaynağı bu yağdır.
Tüm vücuda sürülen yağın bir kısmı havaya karışmakta bir kısmı ise vücut içine girmektedir. Yağ, hayvanın vücuduna yerleşen parazit haşerelerin kürk içerisinden yere dökülmelerini sağlar.
Koala ve okaliptüs ağaçları arasındaki birliktelik bu kadarla kalmaz. Koala vücut sıcaklığının düzenlenmesini de okaliptüs yaprakları sayesinde yapar.
Okaliptüs yapraklarının barındırdığı kimyasal maddeler ağaçtan ağaca değişmektedir. Hatta bir okaliptüs ağacında, iki farklı tipte yaprak bulunabilir. Koala tıbbi eğitim almışçasına ağaçtaki yüzlerce yaprağın içinden kendisi için tam gerekli olanları seçer. Örneğin vücut sıcaklığı düşükse, yani üşüyorsa o zaman "phellandren" yağı içeren yaprakları, bunun tersi bir durumda ise yani ateşi varsa "cineol" içeriği yüksek yaprakları çiğneyerek vücudunun serinlemesini sağlar. Bunların yanısıra okaliptüs yapraklarında bulunan diğer yağlar da kan basıncını düşürür ve koalanın kaslarının dinlenmesini sağlar.16
Tüm bunlar uzmanlık gerektiren davranışlardır. Koala ihtiyaç duyduğu maddenin, hangi tür okaliptüs ağacında olduğunu nasıl anlamaktadır?
Bir yaprağın içinde ne gibi maddeler olduğunu sadece dıştan bakarak bir insanın anlaması kesinlikle mümkün değildir. Üstelik koala sadece yaprakları tanımakla kalmayıp neyi, nerede kullanacağını da çok iyi bilmektedir.
Bizlerin yapraklardaki maddeleri bir şekilde anladığımızı varsaysak bile, bir eğitimimiz olmadan ya da konuyu anlatan bir kitap olmadan bu maddelerin ne işe yaradıklarını bulmamız mümkün değildir. Deneme-yanılma yöntemi de bu durumda oldukça riskli olacaktır. Çünkü yaprakların zehirli maddeler içermeleri de olasıdır.
Nitekim okaliptüs yaprakları zehirlidir. Bu durumda koala sadece okaliptüs yapraklarının içeriğini keşfetmekle kalmayıp, bir de vücudu için yaprakların zehirini etkisiz hale getirecek mekanizmayı tasarlamak zorundadır. Sonra da bu mekanizmanın vücudunda bir şekilde oluşmasını sağlaması gerekir. Aksi takdirde ölecektir. Bu durum koalanın deneme-yanılma yöntemi ile bunu başardığı gibi akılla bağdaşmayan bir düşünceyi tamamen ortadan kaldırmaktadır.
Bir koalanın yaşamını sürdürmesi için şu anki vücut yapısıyla bir anda ortaya çıkması şarttır. Aksi takdirde koala ölecektir. Bütün bunlar koalaların bu özelliklere sahip olarak var olduklarını kanıtlayan açık delillerdir. Ne bilimsel gerçeklerle ne akıl ve mantıkla ilgisi olmayan hayal ürünü senaryolarla bir yere varılamayacağı çok açıktır. Bu canlıların vücut yapıları -ilerleyen sayfalarda detaylı olarak ele alınacağı gibi- çok özel bir tasarımın ürünüdür.
Koalayı, üzerinde yaşadığı okaliptüs yapraklarını çok yönlü kullanacak özeliklere sahip olacak şekilde Allah yaratmıştır. Allah her türlü ilmin sahibidir. Bu canlının nerede, hangi özelliklere sahip olarak var edileceğini, nasıl bir görünümünün olacağını ve daha pek çok detayı Rabbimiz tespit etmiştir.
Allah'ın yaratma sanatı kusursuz ve benzersizdir. Kuran'da şöyle buyrulmaktadır:
"İşte gaybı da, müşahede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan, esirgeyen O'dur. Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır." (Secde Suresi, 6-7)
Koalaların ön ayaklarında içteki iki parmak ve arka ayaklarında içteki bir parmak diğerleriyle, tıpkı bizim elimizdeki başparmaklar gibi, belirli bir açı yapar. İşte koalanın iyi bir tırmanıcı olmasını sağlayan da bu mükemmel tasarlanmış yapıdır. Bu özelliklerin tümünün koalalarda var olması elbette ki bir tesadüf değil, özel bir tasarımın sonucudur.
Koalaların uyguladıkları türden tedavi yöntemlerine ancak bu konuda uzman olan doktorlar karar verebilir. Bilgisi olmayan bir insan bu konuda fikir bile yürütemez. Bakar bakmaz hangi ağaçta ne maddeler var, bu maddeler hangi hastalıklara iyi gelir anlayamaz. Bir insan için verilmesi mümkün olmayan bu kararları koalalar doğdukları andan itibaren verebilecek bilgiye sahiptirler. Bu bilgiyi koalalara öğreten herşeyin hakimi olan Allah'tır.

Minyatür Bir Biyokimyasal Fabrika

Okaliptüs yaprakları yüksek miktarda lif ve çok az da protein içerir. Bu yapraklarda güçlü kokulu yağlar, fenolik bileşimler ve birçok memeli için yenilemez hatta zehirli olan siyanür niteliğinde maddeler de bulunur. Başka hayvanlar için zararlı olan bu maddeler koalanın vücudunda zehir etkisini kaybeder. Çünkü koala, çok özel bir anatomisi ve fizyolojisi olan bir sindirim sistemine sahiptir.
Tıpkı diğer otçul memeliler gibi koala da okaliptüslerin ana maddesi olan selülozu sindiremez. Ancak bu işlemi, onun için selülozu sindirebilen ve koalanın körbağırsağında yaşayan mikro organizmalar yaparlar.
Koalanın körbağırsağı, kalınbağırsağına açılır ve çok büyüktür. Öyle ki körbağırsak, bağırsağın toplam uzunluğunun yaklaşık % 20'sini oluşturur. Uzunluğu 1.8 ile 2.5 metre arasındadır.
Körbağırsak koalanın sindirim sisteminin en ilginç parçasıdır. Yaprakların sindirim sisteminden geçişi burada geciktirilir. Bu gecikme sayesinde körbağırsaklardaki mikro organizmalar faaliyete geçerek selülozu koalanın faydalanacağı hale getirirler. Bu haliyle koalanın kör bağırsağı biyokimyasal bir fabrikaya benzetilebilir. Selüloz bu fabrikada işlenirken, yağlar ve zehirli niteliğe sahip kimyasallar (fenol bileşikleri) başka bir fabrikada yani karaciğerde süzülmeye uğrayarak etkisiz hale gelirler.
Bilindiği gibi koalanın tek besin kaynağı okaliptüs yapraklarıdır. Bu ise hayvanın karbonhidrat gereksinimini tümüyle mikro organizmaların selülozu sindirmesiyle karşılaması demektir. Bu durum, mikro organizmalar olmadan koalaların yaşamasının mümkün olamayacağını açıkça göstermektedir. Dolayısıyla bu iki canlının aynı anda ortaya çıkmaları gerekmektedir. Bu birliktelik, koalaları ve mikro organizmalarını tek bir Yaratıcı'nın yarattığının bir kanıtıdır. Bu iki canlıyı birbiriyle uyumlu yaratan Allah'tır.
Allah yarattığı bütün varlıkların tüm ihtiyaçlarından haberdardır ve eksiksiz yaratandır. Bu gibi örnekler Allah'ın sonsuz gücünü bize kanıtlar. Aklını kullanan insanların bu gerçeği anlayabilecekleri bir ayette şöyle haber verilmektedir:
"Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan herşeyin de Rabbidir..." (Şuara Suresi, 28)

Koala ve Su Dengesi

Avustralya yerlileri Aborjinlerin dilinde "koala" su içmeyen anlamına gelir, çünkü koalalar hiç su içmezler. Koalanın bu özelliğinin nedeni okaliptüs yapraklarını yemesidir.
Okaliptüs yapraklarındaki serbest su içeriği %40 ile 65 arasında değişir. Bu oran %40'ın altına düşmez. Çünkü su içeriği %40'ın altına düşen yapraklar kuruyarak ölür. Bu özellikleri sayesinde, okaliptüs yaprakları doğal olarak koalaya yeterli miktarda su sağlamış olur.
Şüphesiz sadece yaprakların bol su içermeleri tek başına yeterli değildir. Koalanın okaliptüslerdeki suyu kullanabileceği bir vücut yapısına sahip olması da son derece önemlidir. Koalada son derece kusursuz tasarlanmış bir "su kaybı kontrol sistemi" vardır.
Koalalardaki su kaybı böbrekler tarafından kontrol edilir. Ancak daha önemli olan koalanın sindirim sisteminin su tutma özelliğinin olmasıdır. Bu sayede koalanın vücuduna aldığı suyun oldukça az bir kısmı dışarı atılır.17
Koala, sindirim sistemindeki su tutma özelliği sayesinde, çok fazla su içermeyen fakat bol bulunan okaliptüs yaprakları ile rahatlıkla idare edebilmektedir. Eğer koalanın sindirim sistemi bu özellikte olmasaydı, hayvan sürekli yere inip su aramak zorunda kalacaktı. Bu da yerde yaşamak için uygun özelliklere sahip olmayan bu canlının birçok tehlikeyle karşı karşıya kalması demektir. Ancak koala özel vücut yapısı sayesinde böyle bir zorlukla hiçbir zaman karşılaşmaz.

Koalanın Koruyucu Kürkü

Koalanın vücut ısısını tayin eden ana unsur kürküdür. Hayvanın kürkü mükemmel bir ısı koruması sağlayacak niteliklerde yaratılmıştır:
Kürkteki tüy yoğunluğu milimetrekare başına yaklaşık 55 tüye kadar ulaşabilmektedir. Hayvanın sırt kürkü, vücut yüzeyinin %77'sini kaplar. Karın tüyleri ise sırt kürkünün ancak yarısı kadar yoğundur ve vücut yüzeyinin %13'ünü kaplar.
Koaladaki tüylerin uzunluğunda da mevsimlere bağlı bazı farklılıklar oluşur. Yaz aylarında uzun tüylerle, kısa tüyler arasındaki fark daha fazladır.
Kalın sırt kürkü, seyrek karın bölgesi tüylerinden daha koyudur; koala bu sayede, güneşin ısısını toplayarak, ısıyı yalıtabilir. Karın tüyleri seyrek olmasına karşın bunları dikleştirerek yalıtım derecesini ayarlayabilir.
Rüzgarlı günlerde ağaç üzerindeki koalalar, rüzgar hızı arttıkça yalnızca orta-sırt bölgelerini rüzgara karşı verirler. Gittikçe daha fazla büzülerek yusyuvarlak bir top halini alırlar. Rüzgarın hızı daha da arttığında, kulaklarını da öne doğru kıvırırlar. Bu şekilde hava akımına açık hiçbir yerleri kalmaz. Koalanın sırt kürkü en yüksek yalıtım değerine sahiptir. Öyle ki bu değer Kuzey kutbunda yaşayan hayvanlarda tespit edilen değerlere oldukça yakındır.
Rüzgarın, bu yoğun ve şilte benzeri sırt kürkü üzerinde etkisi azdır. Rüzgar yüksek hızla estiği zamanlarda kürk, vücut ısısının değişmeden korunmasını sağlayabilir. Soğuk günlerde ve şiddetli rüzgarlarda bile kürkün ısıyı koruma kapasitesindeki düşüş %14 gibi az bir miktardır. Bu veriler, kürkün çok daha yüksek rüzgar hızlarında bile ormanda ağaç tepelerinde yaşayan bir hayvan için mükemmel bir ısıl koruma sağlayacağını göstermektedir.
Koalanın metabolizma hızı da kürkünün ısı düzenleme etkisini tamamlayacak şekilde ayarlanmıştır. Koalanın metabolizması oldukça yavaş çalışır. Öyle ki diğer keseli hayvanların metabolizma hızının %74'ü kadardır. Bu düşük hızdaki metabolizma da hayvanın su kaybının düşük olduğunu ortaya koyan göstergelerden biridir.18
Şimdi koalanın sahip olduğu özellikleri hatırlayalım:
  • - Koalalar ağaçlara tırmanmalarını ve burada rahatlıkla yaşamalarını sağlayacak bir vücut yapısına sahiptirler.
  • - Sindirim sistemlerindeki özel yapı sayesinde, bu ağaçlarda bolca buldukları okaliptüs yapraklarından yeterince besin ve su temin edebilirler.
  • - Okaliptüs yağlarının zehirleyici etkilerini yok eden özel bir fizyolojik sisteme de sahiptirler.
  • - Bazı okaliptüs yapraklarından, vücutlarındaki çeşitli dengesizlikleri gidermek amacıyla ilaç gibi faydalanabilirler.
  • - Yapraklardan aldıkları sudan maksimum istifade etmelerini sağlayacak bir fizyolojiye de sahiptirler.
Tüm bunlar, koala gibi bir canlının ağaçlar üzerinde yaşaması için gerekli olan şartlardır. Koala için bu kadar önemli olan bu özellikler tesadüfen ortaya çıkmış olabilir mi? Bu soruya önyargısız ve objektif düşünen her akıl sahibi insan tek bir cevap verecektir. Elbette ki hayır. Koalayı kusursuz özellikleriyle birlikte yaratan üstün güç sahibi Allah'tır. Allah, yarattığı tüm canlılara verdiği bu gibi özelliklerle sınırsız şefkat ve merhametini göstermektedir.

Hayvanlardaki Algılama Sistemleri

Bütün canlılar çevrelerinde olan bitenlerden haberdar olmak zorundadırlar. Aksi takdirde besin bulamaz, tehlikelerden korunamaz ve eşlerini seçemezler. Dolayısıyla her canlının yaşamını sürdürebilmesi için cisimleri ayırt edebilmesini ve gereken tepkileri vermesini sağlayacak sistemlere ihtiyacı vardır.
Dışarıdaki cismin ne olduğunu haber veren ve canlının hareketlerini yönlendiren bu özel sistemler her türde kendine özgüdür. Yarasalardan korunması gereken bir güve türünün algılayıcıları yarasalara karşı hassastır, aynı şekilde somon balıklarının binlerce kilometre yüzmelerini sağlayan algılama sistemleri de bu iş için tam olarak uygundur. Balinalar birbirlerinin çıkardıkları sesleri algılayarak anlaşırlar. Yarasalar da çeşitli frekanslarda yolladıkları seslerin geri dönüşü sırasında ortaya çıkan verileri algılar ve bunları değerlendirerek karanlıkta hiçbir yere çarpmadan uçmayı ve avlanmayı başarırlar.
Yön tayin sistemleri, enfraruj gözler ve özel duyu sistemleri canlılardaki algılama sistemlerinden sadece birkaçıdır. Bu bölümde verilecek örneklerde de görüleceği gibi, bu sistemlerdeki ortak özellik, algılamayı sağlayan bütün parçaların canlının yaşaması için gerekli olan diğer organlarla bir bütünlük içinde olmasıdır. Örneğin burundaki koku reseptörleri (alıcıları) beyindeki koku alma merkezi ile uyumludur. Bu uyumun sonundaki algı her canlı için farklı bir anlam oluşturabilir, örneğin bir canlı kendi türünün karşı cinsini sadece bu kokusuyla ayırt edebilir. Yine bir canlının gözündeki alıcılarla yani ışığa duyarlı bölgelerle, beynindeki görüntü merkezi uyumludur. Örneğin yılanların gözleri, ısı dalgalarının gözlerine çarpmasıyla harekete geçen alıcı bölgelere sahiptir. Sinir hücreleri ise görüntüyü beyne olduğu gibi taşır. Yılanın beyni de bu sinyallerin ısı dalgaları olduğunu algılar.
Tesadüfen ortaya çıkması kesinlikle imkansız olan bu gibi tasarımlar, canlıları Allah'ın yarattığını kanıtlayan delillerdendir. Allah'ın yüceliğini ve ilminin sınırsızlığını kavramada bu gibi örnekler üzerinde düşünmek önemli birer vesiledir. Somon balığı da işte bu yaratılış delillerinden bir tanesidir.

Somon Balıklarınin Şaşırtıcı Yön Tayin Sistemleri

Kuzey Amerika'nın Batı kıyılarındaki nehirlerde dünyanın en ilginç göçmenlerinden biri yaşar. Bunlar, türlü zorluklara göğüs gererek nehirler ve vadiler aşan somon balıklarıdır.
Somon balıklarının yaşamları, bir nehrin veya derenin yukarı kısımlarında bırakılan, döllenen ve üstleri çakıl taşlarıyla (bazen de kumla) kaplanan yumurtalarla başlar.
Somonlar yumurtalarını çoğunlukla yaz sonu veya sonbaharda, akarsularda bırakırlar. Kuluçka dönemi bittikten sonra, genellikle kış sonunda yumurtalardan minik yavrular çıkar. Yavruların karınlarının altında gelişmeleri için ilk aşamada gerekli olan besini içinde bulunduran, yumurta sarısı bir kese vardır. Yavrular ilk dönemlerinde çakıl taşlarının altında saklanırlar ve yumurta sarısı keselerini tamamen tüketinceye kadar yırtıcı hayvanlara karşı korunurlar.
Birkaç hafta sonra somonlar, akarsuyun içinde kendilerine yiyecek arayacak büyüklüğe ulaşırlar. Yaklaşık 1 yıl boyunca akarsuyun içinde yaşamayı sürdürürler ve bu arada giderek büyürler.
Somonlar hem tatlı hem de tuzlu suda yaşayabilecek bir yapıda yaratılmışlardır. Bu yaratılışın amacı ise, balığın yapacağı mucizevi yolculukta gizlidir.
Bahar geldiğinde binlerce somon nehir yatağı boyunca göç etmeye başlar.
Yavruların göçe başlamaları türlere göre değişiklik gösterir. Örneğin pembe renkli somon balığı yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz denize doğru göç etmeye başlarlar. Kimi türler; örneğin köpek somonları birkaç hafta beslendikten sonra, Kral ve Atlantik somonları ise akarsularda 1 ile 3 yıl arasında değişen gelişim sürelerini tamamladıktan sonra denizlere açılırlar.
Genç somon balıkları hayatlarının ilk göçlerinde içinde bulundukları ırmakta akıntı boyunca ilerleyeceklerdir. Denize doğru yaptıkları yolculukta çağlayanlar, kirli sular ve kendilerini avlamak isteyen büyük balıklar gibi türlü tehlikelerle karşı karşıya gelirler. Bunları atlatıp denize ulaşanlar ilk göçlerini tamamlamış olurlar. Haftalar boyunca sürecek olan bu yolculuklarının sonunda somonlar hedeflerine yani Pasifik Okyanusu'na ulaşırlar. Denizlerde birkaç yıl geçirdikten sonra iyice gelişip üreme olgunluğuna erişenler ise hayret verici yeni bir göçe başlayacaklardır.
Nehirden aşağıya, okyanusa doğru yüzerken somon balıklarında bazı fizyolojik değişiklikler meydana gelir. Burada balıklar tatlı suda yaşayan canlılarken, tuzlu okyanus sularına adapte olurlar. Bu işlem balık yumurtlamak için nehre döndüklerinde tekrar değişir. Nehrin ağzında tuzlu suya alışmak için bir süre geçirdikten sonra, yetişkin olarak zamanlarının çoğunu geçirecekleri okyanusa doğru yol alırlar.19
Atlantik Somon Balığının Yaşam Döngüsü
1. ABD
2. Rusya
3. Avrupa
4. Ispanya
1. Ergin somon
2. Yumurtlama
3. Balık Yumurtaları
4. Yumurtalarda Göz Oluşumu
Haritada somon balıklarının denize açıldıktan sonra izledikleri yollar görülüyor.
Yukarıdaki resimde somon balıklarının doğdukları günden göçlerini tamamladıkları zamana kadar yaşadıkları gelişim aşama aşama gösterilmektedir.

Somon Balığının Zorlu Yolculuğu Başlıyor

Somonlar yıllar önce denize varmak için geçtikleri nehir yatağında, şimdi tam ters yönde, yani akıntıya karşı yüzmeye başlarlar. Karşılarına çıkan hiçbir engel onları yıldırmaz. Şelalelerle karşılaştıklarında suyun içinden yukarı zıplayarak yollarına devam ederler. 3 metrelik engelleri dahi zıplayarak aşabilirler.
Somonun dönüş yolculuğunun sonundaki hedefi, yumurtadan çıktığı yerdir. Çünkü somonlar yumurtlamak için doğdukları ırmak yatağına giderler. Atlantik somonları söz konusu göçü her sene yinelerken, diğer türler ömürleri boyunca sadece bir kere göç ederler. Burada kısaca özetlediğimiz bu güç yolculukta daha birçok zorlu nokta vardır.
Bunlardan ilki, balığın katetmesi gereken mesafenin uzunluğudur. Açık denizlerde seyreden somonların amaçlarına ulaşmaları için binlerce kilometre yüzmeleri gerekmektedir. Örneğin, Atlantik somonlarının büyük kısmı yaklaşık 4.000 kilometrelik bir mesafe katederler.20 Köpek somon balığı sonbahardaki yumurtlama döneminde, 3.200 kilometreden fazla yüzer. Bir kırmızı somon da 1.600 kilometreden daha fazla yol kateder.
Okyanusa varır varmaz somonların vücudunda yapısal bir değişiklik olur ve tuzlu suda yaşayacak hale gelirler. Sonraki 1 veya 4 yıllık süre boyunca, okyanusta dev mesafeler alacaklardır. Amerika kıyılarından çıkıp Alaska'nın yanından geçerler ve Japonya'ya doğru geniş bir yay çizip geri dönerler. Yolculuk sonucunda somonlar olgunlaşmış ve hayatlarının en son ve zorlu yolculuğuna hazır hale gelmişlerdir. Evlerine, yani doğdukları akarsu yatağına geri döneceklerdir.
Dikkat çeken bir diğer nokta ise somonların yaptıkları ideal zamanlamadır. Somonlar uzun yolculuklarını tam yumurtlama dönemlerine denk getirecek şekilde planlarlar. Örnek olarak Atlantik somonlarını verebiliriz. Bu tür, günde ortalama 6-7 kilometre yüzerek gideceği yere ulaşır; ilkbaharın sonunda başladığı göçünü sonbahar aylarının sonuna doğru tamamlamış olur.
Somon balıkları yumurtlamak için kendi hayatlarını tehlikeye atarak oldukça zorlu şartlarda, binlerce kilometrelik bir yolculuk yaparlar. Somonlar neden böyle bir yolculuğa kalkışırlar ve bu uzun yolculuklarında yönlerini nasıl bulurlar? Somonların nehirleri aşarak doğru hedefe ulaşmalarını sağlayan Yüce Allah, onları mükemmel bir yön tayin sistemi ile birlikte yaratmıştır. Somonlar Allah'ın onlar için yarattığı özel sistemleri kullanmakta ve diğer tüm canlılar gibi Allah'tan aldıkları ilhamla hareket etmektedirler. Tüm bu muhteşem sistemler Allah'ın yaratışındaki ihtişamı gözler önüne seren delillerdendir.

Somon Balıklarının Aşması Gereken Problemler

Somon balığının çözmesi gereken ilk önemli sorun, gençlik dönemindeki yolculuğunda içinde gezindiği akarsuyun denize dökülen ağzını bulmaktır. Çünkü dönüş yolculuğunda izleyeceği rotayı ona göre belirleyecektir. Somonlar bu konuda hiç hataya düşmezler. Bir zamanlar denize açıldıkları ırmağın ağzını tek bir denemede kolaylıkla bulurlar.
Akarsuya giren somon büyük bir kararlılıkla akıntıya karşı yüzmeye başlar. Bundan sonraki işi ilk yolculuğuna kıyasla çok daha zordur.
Somon balığı hedefine ulaşmak için öncelikle ırmağın kuvvetli akıntısıyla mücadele eder. Kimi zaman su yüzeyinden yaklaşık 3 metre kadar yükseğe sıçrayarak şelale ve çağlayanları aşar. Kimi zaman da üst yüzgecinin su dışında kalmasına neden olacak kadar sığ sulardan geçer. Üstelik bu sığ sularda, kendisini avlamak için bekleyen kuşlar, ayılar gibi yabani hayvanların tehditleriyle karşılaşır.
Somonların yolculuklarındaki mükemmelliğin tam olarak anlaşılması için nehir boyunca ilerleyen bir somonun hedefe ulaşana kadar nelere dikkat etmesi gerektiğini düşünelim:
Öncelikle somonun rotasını tespit ederken bazı önemli kararlar alması gerekir. Balık karanın oldukça içlerinde, bir ırmağın herhangi bir kolunda dünyaya gelmiştir. Nehirler de kimi zaman çeşitli kollardan oluşurlar. Dolayısıyla somon geldiği yere tekrar ulaşabilmek için nehrin her kola ayrılışında doğru tarafa yönelmek zorundadır. Nitekim somonlar hayatlarında sadece bir defa geçtikleri yolları şaşırmadan bulur; her defasında kendilerini doğdukları yere götürecek nehir koluna saparlar.
Somonların yolculuklarını çok daha şaşırtıcı yapan bir detay vardır. Balık, yolculuğu boyunca çok büyük bir çaba gösterir ve aşırı bir güç harcar, fakat buna rağmen herhangi bir gıda almaz. Çünkü yorucu göçü sırasında kendisine gerekecek enerjiyi önceden depolamıştır. Üstelik bu depolamayı hatasız bir hesaplama ile yapmış ve yakıtını tam olarak ayarlamıştır.
Somonların göçlerini incelerken bütün bunların yanı sıra deniz ve akarsuların tuzluluk oranı, su sıcaklığı gibi özelliklerinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bu noktada karşılaştığımız gerçek şudur: Somonlar hem deniz hem de akarsu ortamlarına kusursuz uyum sağlayacak bir donanıma sahiptirler.
Tüm zorluklara rağmen somon balıkları bu güç yolculuklarını başarıyla tamamlar; doğdukları yere dönerek yumurtalarını bırakırlar. Somon nesli de milyonlarca senedir süregelen bu muazzam yolculuklarına devam eder.
Somon balıklarının başarılarının büyüklüğü yapılacak kıyaslarla daha da iyi anlaşılabilir. Örneğin, bir insanın yardım almadan ve yön gösteren bir araç kullanmadan binlerce kilometrelik mesafeden doğduğu eve gitmesi gerektiğini düşünelim. Bunu belirli bir zaman içinde, sadece bir kere geçtiği engebeli yollardan hatasız bir şekilde geçerek başarması oldukça az bir ihtimaldir. Ancak somonlar, insanlar için mümkün olmayan bu ihtimali doğar doğmaz başaracak kabiliyettedirler. Ancak bu kabiliyetin somonların kendi çabasıyla oluşamayacağı ya da tesadüflerin bu balık türüne insandan daha üstün yetenekler veremeyeceği çok açıktır.
Bu canlılar Allah'ın bedenlerinde yarattığı özel tasarımlar sayesinde binlerce kilometrelik yolu rahatlıkla katetmektedirler. Düşünen her insan somonların başardıkları işin mucizevi yönünü hemen görecek ve bunu üstün bir gücün yol göstermesiyle yani ilhamıyla gerçekleştirdiklerini hemen anlayacaktır.
Allah yarattığı canlılarda insanlar için ibretler olduğunu bir ayette şöyle bildirmektedir:
Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır… (Nahl Suresi, 66)

Koku Alma Mekanizması

Somonların yolculukları, doğadaki en şaşırtıcı olaylardan biridir. Binlerce somon balığı, yıllarca denizde yaşadıktan sonra, doğdukları akarsu yatağını nasıl bulmaktadır? Bunun için önce dev Pasifik Okyanusu'na açılan binlerce akarsudan kendilerininkini bulmaları, sonra da bu akarsu boyunca hiç şaşırmadan yüzmeleri, akarsu kendi içinde defalarca kollara ayrılmasına rağmen her yol ayrımında doğru kararı verip doğru yöne gitmeleri gerekmektedir.
Milyonlarca yıldır yaşayan tüm somon balıkları, yapılması son derece güç olan bu işi aynı beceriyle başarmaktadırlar. Peki nasıl ve neden?
Önce "nasıl" sorusunun cevabına bakalım.
Araştırmalar, somonların bu yolculuğu yerine getirmeleri için özel bir duyu sistemiyle yaratıldıklarını göstermektedir. Somonlar okyanuslarda yönlerini bulmak için, dünyanın manyetik alanını algılayan doğal pusulalarla yaratılmışlardır. Bu sayede Pasifiğin dev suları içinde yönlerini hata yapmadan bulurlar.
Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır …
(Nahl Suresi,66)
Ancak asıl mesele, somonların kendi doğdukları akarsu yatağını nasıl buldukları sorusudur. Bu başarı, doğal pusuladan çok daha farklı bir sistem gerektirir.
Somon balıklarının bu müthiş yolculuğu nasıl gerçekleştirdiğini anlamak amacıyla Amerika'daki Wisconsin Lake laboratuvarlarında çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda somonların yönlerini belirlerken koku alma duyularını da kullandıkları ortaya çıkmıştır.
Somon balıkları, insan yapısı teknolojik yön bulma sistemleri ile boy ölçüşebilecek özelliklere sahiptir. Bu özellikleri nedeniyle bir balıktan çok, üstün bir teknoloji ürünü gibidirler. Somon balıklarını bu mükemmel özellikleriyle birlikte yaratan, tüm canlıların Yaratıcısı olan Yüce Allah'tır.
Somonların burunları iki deliklidir. Su bir delikten girer, diğer delikten çıkar. Bu delikler balığın soluk almasıyla eş zamanlı olarak açılıp kapanacak şekilde tasarlanmıştır. Herhangi bir kokulu madde ihtiva eden su buruna girdiğinde, balığın burnundaki alıcılar kimyasal olarak uyarılır. Bu kimyasal uyarı bir enzim reaksiyonuyla elektrik sinyallerine dönüştürülür ve merkezi sinir sistemine ulaştırılır. Balık bu sayede kokuyu algılar.
Somonların koku alma mekanizmalarını kara canlılarınınkiyle kıyaslayalım:
Karada yaşayan omurgalı bir canlıda, koku moleküllerinin burundaki mukus tabakada çözülmesiyle koku alma gerçekleşir. Buna karşın balıklarda çözünme gibi bir aşama söz konusu değildir. Çünkü koku zaten suyun içinde ve çözünür haldedir. Bu, somon balıkları için büyük bir avantajdır. İşte bu sayede somonlar koku alma hissi çok gelişmiş av köpekleri gibi koku kaynağını takip edebilirler.
Wisconsin Lake Laboratuvarlarında ilk olarak, balıkların çeşitli kokular arasındaki farklılıkları ne düzeyde algılayabildikleri sorusuna cevap aranmıştır. Bu amaçla özel kanalları olan bir akvaryum tasarlanmış ve her kanala farklı bir bitkinin kokusu şırınga edilmiştir. Deneyde, sadece belirli bir kanalı kullanan balıklar ödüllendirilmiş, diğer kanalları kullanan balıklar ise elektrik şokuyla cezalandırılmışlardır. İşlemler 14 ayrı koku kullanılarak tekrarlanmıştır. Deney sonucunda balıkların kısa bir öğrenim sürecinin ardından, her defasında ödüllü kokuyu diğerlerinden ayırabildikleri görülmüştür. Önemli diğer bir bulgu da üzerinde deney yapılan yavru balıkların 3 yıl sonra bile doğru kokuyu hatasız tespit etmeleri olmuştur.21
Bilim adamları araştırmanın sonuçlarına dayanarak balıkların insanla kıyaslanamayacak kadar güçlü bir koku alma duyusuna sahip oldukları kanaatine varmışlar ve şu sonuca ulaşmışlardır:
Her suyun kendine has bir kokusu vardır. Genç somon denize doğru yaptığı ilk yolculuğu sırasında kokuları tek tek hafızasına almaktadır. Dönüş yolculuğunda da hafızasındaki kokuların yardımıyla doğduğu yeri bulmaktadır.22
"Her akıntının kendine özgü bir kokusu var mıdır?" sorusunun cevabını verebilmek için yukarıdaki deney iki ayrı ırmağın suyuyla tekrarlanmıştır. Neticede balıkların bunları da ayırt edebildikleri görülmüştür.
Gerçekten de dünya üzerindeki her akarsuyun kendine özgü bir kimyasal bileşimi vardır. Bu bileşimlerin arasındaki farklar çoğu zaman o kadar küçüktür ki, hemen hiçbir canlı tarafından algılanmaz. Somonlar hariç....
Konuyla ilgili araştırmalar bir adım ileri götürülerek balıkların doğal ortamlarında sürdürülmüştür. Washington'daki Issaquah Nehri'nde, özel olarak burunları tıkanmış balıklar gözlem altına alınmıştır. Bu deneyde de koku alma duyularından yoksun bırakılan somonların şaşırdıkları ve yollarını bulamadıkları görülmüştür.23
Bugüne kadar yapılan araştırmaların sonuçları bir gerçeğe işaret etmektedir: Somon balıklarının koku duyusu insanı hayrete düşürecek bir hassasiyete sahiptir.
Sol: Wisconsin Gölü Laboratuvarında balıkların iki farklı kokuyu ayırt etmelerini sağlayacak bir eğitim için deney tankı kurulmuştur. Birebir olan bu çizimde tankın sol üst tarafındaki sarı renkli bidonlarda birbirinden farklı iki koku vardır. Bidondaki vanalardan birisi açıldığında koku su tankına karışır. Balık, kokulardan birisine doğru ilerlediğinde yiyecekle ödüllendirilir. Diğer kokuya yöneldiğinde ise hafif bir elektrik şoku ile cezalandırılırlar. Deneyde balıklar görme duyularını kullanmamaları için kör edilmişlerdir. Kısa bir denemeden sonra deneme durdurulmuştur. Üç yıl sonra balıklar deney tankına konduğunda balıkların ödül almalarını sağlayan kokuya doğru gittikleri görülmüştür.
Sağ: Yukarıdaki düzenek somon balıklarının yolculuklarında, koku duyularının rolünün anlaşılması amacıyla hazırlanmıştır. Düzenekte, ortadaki havuzda birleşen yapay dört su akıntısı vardır. Bu akıntılardan A ile gösterilene, balıkların daha önce içinde kaldıkları havuzun kokusu verilmiştir. Diğer akıntılarda (B, C, D) ise farklı kokular vardır. Orta bölmedeki kapaklar açılıdığında balıkların önceden içinde yaşadıkları kokuyu içeren akıntıya (A) karşı harekete geçtikleri gözlenmiştir.

Somonların Kararlılıkları

Somonların yön bulma yeteneklerini gözler önüne seren en ilginç olaylardan biri de, Kuzey Kaliforniya'daki Prairie  Creek Balık Yetiştirme Çiftliği'nde yaşandı. Bu çiftlikte yapılan bir keşif, müthiş bir göç macerasını ortaya çıkardı:24
1964 yılının 2 Aralık gününde, çiftliğin balık üretme havuzlarından birinde, diğer yüzlerce yavru balığın arasında yüzen iki yaşına varmış, büyükçe bir somon balığı bulundu. Balık yakından incelendiğinde, arka yüzgecinde, Prairie Creek Balık Yetiştirme Çifliği'nin özel metal klipsi olduğu görülüyordu. Bu durum, bu balığın bundan iki yıl önce bu çiftlikte yetiştirilen sonra da okyanusa bırakılan somonlardan biri olduğunu gösteriyordu. Ama balık okyanustan geri dönerek çiftliğin kapalı havuzuna nasıl girmiş olabilirdi?
Bu konuda fikir veren bir ayrıntı vardı: Havuzun fazla sularının boşalması için kullanılan kanala açılan ve metal bir ızgarayla kapalı olan kutunun kapağı kırıktı: Acaba balık, doğduğu yere geri dönebilmek için, çiftliğin su kanallarına girmiş ve sonra da bu kutunun kapağını kırıp havuza mı ulaşmıştı?
Olayın bundan başka bir açıklaması yoktu. Ama balığın okyanustan bu havuza kadar aşması gereken yol düşünüldüğünde, bu son derece zor gibi görünüyordu.
Somonun doğduğu çiftliğe dönebilmesi için, yolculuğuna bu noktadan, yani Redwood Creek nehrinin okyanusa kavuştuğu yerden başlaması gerekiyordu. Balık daha sonra akıntıya karşı 5 kilometre yüzecek ve ilk yol ayrımına gelecekti. Bu yol ayrımında doğru kararı verip kuzeye yönelecek, ancak bir süre sonra daha zorlu bir yol ayrımına gelecekti. Çünkü bu yol ayrımında somon için birbirine çok benzer iki sinyal vardı. Somonun dünyaya geldiği balık çiftliği, yol ayrımının tam ortasında yer alıyordu. İlk akla gelen seçim, somonun sağ tarafa gitmesiydi, çünkü çiftliğin suları sağ taraftan akıyordu.
Ama nedense balık, sol tarafı seçmiş ve doğduğu çiftliğe arka taraftan yaklaşmaya başlamıştı.
Bu şaşırtıcı kararın nedeni, bölgeden geçen otoyolun altında gizliydi. Otoyolun altında, balık yetiştirme çiftliğindeki havuzların fazla sularının atıldığı bir kanal yer alıyordu. Normal zamanlarda bu kanaldan çok az su gelir ve bunlar da nehre varamadan ormanın toprakları tarafından emilip kaybolurdu. Ama o yıl çok yağmur yağmıştı ve kanalın suları nehre kadar varıyordu. Bu sığ akıntı, evine dönmeye kararlı olan somona yol göstermek için yeterliydi.
Somon, tanıdığı kokuyu izleyerek nehirden çıkıp, su kanalı boyunca ilerlemiş olmalıydı. Kimi yerde sadece 5-10 santim yüksekliğinde olan suda hem yüzüp hem de sürünerek kanalın içine girmeliydi. Sonra da tünelde karanlığın içinde ilerleyerek otoyolu geçmeli, ayrıca yüksekte kalan özel su borularının içine atlamalıydı. Tüm bunları başarıp karanlıkların içinde hedefine ilerlese bile, sonuçta yine de kapana kısılacaktı. Balık yetiştirme çiftliğindeki bu tahta patikanın altında yer alan, betondan yapılmış bir kanalın içinde sıkışacaktı.
Ama somon doğduğu noktaya dönmeye programlanmıştı. Bu kanalın içinde yer alan ve havuza bağlanan 12 santimetre genişliğindeki bir borunun girişini bulup, bu boru boyunca ilerledi ve son bir engelle daha karşılaşttı: Borunun önüne yerleştirilmiş olan metal ızgara… Ama balık bunu da sert kafa darbeleriyle aşmıştı.
İşte bu müthiş yolculuğun sonunda, somon 2 yıl önceye dünyaya geldiği küçük havuza vardı.
Çiftlikteki görevlilerin aklına, bu rotayı hesapladıktan sonra bir fikir geldi. Acaba yuvaya dönen başka somonlar da var mıydı? Belki bir şey buluruz diye tahta patikanın tahtalarını söküp altındaki kanala baktılar. Ve şaşkına döndüler:
Kanalın içinde, balık yetiştirme çiftliğinin metal klipslerini taşıyan tam 70 tane somon balığı vardı.
Somon balıklarının bu müthiş hikayesi, bizlere yaratılış hakkında önemli deliller sunmaktadır. Balığın gerçekleştirdiği yolculuk, her aşaması özenle hesaplanmış birçok sistem sayesinde gerçekleşmektedir.
1) Balığa, doğduktan sonra denize gitmesini, burada yıllar süren uzun bir yolculuk yapmasını, sonra da doğduğu nehir yatağına geri dönmesini emreden bir "program"ın var olması, başlı başına büyük bir mucizedir. Bunun yanı sıra, balıkta;
2) Bu program uyarınca vücudunun tatlı sudan tuzlu suya adapte olmasını sağlayan genetik bilgi,
3) Dev okyanusta hiç şaşırmadan yolunu bulmasını sağlayan doğal pusula sistemi,
4) Ve doğduğu akarsuyun kokusunu bulmasını sağlayacak son derece hassas bir koku algısı vardır.
Tüm bunlar, somonun kendisine belirlenen göç yolu için özel olarak yaratılmış bir canlı olduğunu açıkça göstermektedir.
Kuşkusuz bu mükemmel sistemlerin her biri, evrimcilerin öne sürdüğü "tesadüf" iddiasını tek başına yıkmaya yeterlidir. Somonun yolculuğu, "tesadüf" kelimesini gülünç hale getiren bir plan ve tasarım harikasıdır.
Somon balıklarını bu mükemmel özelliklerle birlikte yaratan ise tüm canlıların Yaratıcısı ve alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.

Evrimcilerin İçgüdü ve Doğal Seleksiyon Yanılgıları

Somonların göç yolculuğu ve muhteşem yön bulma mekanizmaları Darwinizm'i açmaza sokan gerçeklerden biridir. Somonların yollarını nasıl buldukları sorusuna evrimciler, "içgüdü" cevabını vereceklerdir.
İçgüdü, hayvanların akılcı ve şuurlu davranışları karşısında çaresizliğe düşen evrimcilerin arkasına sığındıkları bir kelimedir. Ancak içgüdünün anlamı ve mahiyeti tam anlamıyla belirsizdir. İçgüdünün kaynağı, bu davranışların ilk olarak nasıl ortaya çıktığı gibi sorular cevapsızdır. Bu konuda evrimciler kesin ve net bir açıklama yapamazlar.
Evrimcilerin "içgüdü" olarak nitelendirdikleri kavramın somonların yollarını bulmalarını sağlaması elbette imkansızdır. İçgüdünün, somonlara geçecekleri her nehri teker teker tarif etmesi, önlerine çıkan alternatiflerde yollarını şaşırmadan bulmalarını sağlaması gerekmektedir. Böyle bir düşüncenin mantık dışı olduğu çok açıktır.
Somonların davranışları evrim teorisinin "doğal seleksiyon" iddialarına da darbe indirmektedir. Evrimin bu iddiasına göre doğadaki tüm canlılar bencil bir yaşam mücadelesi içindedirler. Bu mücadeleden de sadece güçlü olanlar hayatta kalmaktadır.
Oysa doğadaki canlıların fedakar ve işbirlikçi davranışları evrimcilerin bu iddialarını da kesin olarak yalanlamaktadır. Örneğin somonların davranışları göz önüne alındığında doğal seleksiyon iddiası anlamsız kalmaktadır.
Somonlar neden hayatları pahasına binlerce kilometrelik zorlu bir yolculuğa kalkışıyorlar? Niçin kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan bir göç yapıyorlar? Niye denizlerdeki zengin beslenme kaynaklarını terk ediyorlar? Yumurtalarını neden o anda bulundukları yere ya da neden denize veya akarsuların başına değil de mutlaka denizden binlerce kilometre içerideki nehir kollarına bırakıyorlar?
Evrimcilerin iddiaları düşünüldüğünde olması gereken, somon balıklarının sadece kendilerini yaşatacak davranışlarda bulunmalarıdır. Ancak somonlar tam tersine yumurtlamak için kendi hayatlarını tehlikeye atarak zorlu bir yolculuğa kalkışmaktadırlar. Alemlerin Rabbi olan Allah dünya üzerindeki diğer tüm canlılar gibi somonlara da gidecekleri yönü ilham etmektedir.
Somonlardaki yön tayin sistemlerini yaratan, nehirleri aşarak doğru hedefe ulaşmalarını sağlayan, Yüce Allah'tır.
Allah bir ayette bütün canlıları denetiminde tuttuğunu şöyle bildirmektedir:
… O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) (Hud Suresi, 56)
Somonlar Allah'ın onlar için yarattığı özel sistemleri kullanmakta ve diğer tüm canlılar gibi Allah'tan aldıkları ilhamla hareket etmektedirler. Bütün bunlar Allah'ın yaratışındaki ihtişamı gözler önüne seren delillerdendir. Somonların hayatları Allah'ın yaratma sanatındaki güzelliklerden biridir. Canlılardaki bu gibi detaylar ve yeryüzündeki çeşitlilik insanın düşünmesine ve Allah'a yönelmesine neden olur.

Güvelerin Uzmanlık Konusu: Ses Üstü Dalgalar

Bir hayvanın hayatta kalabilmesi için düşmanını ya da avını fark edebilmesi en acil ihtiyacıdır. Bazı güve türleri bu konuda büyük bir avantaja sahiptirler. Çünkü en büyük düşmanlarının yani yarasaların avlanırken kullandıkları yüksek frekanslı sesleri duyabilirler.
Tufts Üniversitesi'nden birkaç öğrenci ve bilim adamı, gece güvelerinin merkezi sinir sistemini incelemişlerdir. Amaç güvenin merkezi sinir sistemini kulağa bağlayan algıların düzeninin şifresini çözmek ve güvenin yarasadan nasıl kurtulduğunu bulmaktır.25
Araştırmalar sonucunda kulaklarındaki özel sistem sayesinde güvelerin, yarasanın avlanma sistemini deldikleri anlaşılmıştır. Yarasa ile ilgili haberler, güvenin kulağından merkezi sinir sistemine sadece iki lif aracılığıyla gönderilir. Basit bir yapıya sahip izlenimi veren bu sistem aslında güvenin ses üstü dalgaları algılamasını sağlayacak kadar mükemmel bir tasarıma sahiptir.

Düşmanın Savaş Planını Ele Geçirme

Böcekçil yarasalar gece karanlığında uçarken, bir seri yüksek frekanslı çığlık atarlar. Böylece yankıların kaynağının yönünü ve uzaklığını belirleyerek avlarını bulmayı başarırlar. Bu radar o kadar hassastır ki yarasaların sivrisinekten bile küçük böcekleri bulup yakalamasını sağlar. Yarasa çok başarılı bir avcıdır, ancak bazı gece uçan güve türleri -Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailesinin üyeleri- yarasaların ses üstü çığlıklarını duyabilen kulaklara sahiptir. Bu kulaklar güvelerin kanatlarının altında bulunur ve "erken uyarı sistemi" gibi çalışırlar. Bu sayede yarasaya av olmaktan kurtulurlar.
Bir yarasanın yaklaştığını duyduklarında, güveler, her zamanki uçuşlarından farklı olarak keskin dalışlar ya da karışık halkalar yaparlar. Kimi zaman da azami hızla yarasanın gönderdiği yüksek frekanslı sesin tam ters yönünde uçarlar. New York City Üniversitesi'nden Asher E. Treat, yarasaların gelişine göre farklı yönde hareket eden güvelerin yaşama şanslarının diğerlerine göre oldukça yüksek olduğunu gözlemlemiştir.26
Güvenin kulağı, bizim hiç duyamadığımız, 3.200 metreden daha uzaktaki ses üstü yarasa çığlıklarını yakalayabilir. Bunun yanında, yarasa çığlıklarını da içine alan saniyede 10 kilocycle'dan 100 kilocycle'ın üzerine kadar frekansları fark edebilir. En büyük yetenekleri ise atışlı sesleri -yani sessizliklerle bölünen kısa ses patlamalarını- fark etmeleri ve ses çarpmalarının yükseklikleri arasındaki farkı ayırt etmeleridir. Bunlar güve ile yarasanın savaşında güve için büyük avantajlardır.
Savaşan iki ülkeden birinin diğerinin savaş planını ele geçirmesi elbette ki çok önemlidir. Onların kullanacakları silahların özelliklerinden haberdar olunması, düşmanın nasıl bir taktik kullanarak saldıracağı, zaferi kolaylaştıracak bilgilerdir. Güvelerin yarasalara karşı kazandıkları zafer de, güvelerin yarasaların tüm saldırı taktiklerinden haberdar olması sayesinde gerçekleşmektedir. Bu durum elbette ki güvelerin yaratılışlarındaki kusursuz tasarımın bir sonucudur. Güve yarasanın sesini algılarken birçok alternatifin gerçekleşme ihtimali vardır. Ancak bunların içinde güvenin tam olarak işine yarayacak olan gerçekleşir ve güve yarasadan kurtulur. Bu ihtimalleri inceleyerek güvenin başardığı işin önemini vurgulayalım:
Güvenin ses algılama menzili yarasanınkinden daha kısa olsaydı, güvenin kulakları onu yarasadan koruyamayacaktı. Böyle bir durumda güve yarasayı fark edip önünden kaçmaya çalışsa bile, yarasa onu keşfedecek ve daha hızlı uçtuğu için de eninde sonunda güveyi yakalayacaktı. Başka bir ihtimal olarak güve çok yakındaki bir yarasayı uzakta gibi algılayabilirdi ya da yarasanın gönderdiği sesin yönünü ters anlayarak kaçmak yerine yarasaya doğru da uçabilirdi…
Ancak bu sayısız ihtimaller içinde güveler en doğru olanını gerçekleştirirler ve yarasaya av olmaktan kurtulurlar.
Ahzab Suresi'nin 52. ayetinde "Allah, herşeyi gözetleyip denetleyendir." buyrulmaktadır. Güveler de yeryüzündeki bütün canlılar gibi Allah'ın vücutlarında yarattığı mükemmel sistemler ve bunları nasıl kullanın kendileriacaklarınne ilham edilmesi sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Ve yine Allah'ın ilhamı ile akılcı davranışlarda bulunmakta, doğru seçimi yapmaktadırlar. Güvelerdeki sistem de bunun sayısız delilinden biridir.
Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailelerinden olan güvelerin kanatlarının altında bir "erken uyarı sistemi" gibi çalışan kulaklar bulunur. Bu kulaklar güve için son derece hayati öneme sahiptir. Güve, kulakları sayesinde kendisinden 100 metre uzaktaki yarasayı duyarak yerini kestirebilir. Dahası yarasanın ortalıkta öylesine dolaştığını mı, yoksa kendisini hedef alan bir saldırıya mı başladığını belirleyebilir. Güvelerin kulakları, yarasaların yaydıkları çok düşük frekanslı ses dalgalarını algılayabilecek biçimde yaratılmıştır.
1. Merkezi Sinir Sistemi
2. Kulak zarı
3. Kulak
Bu resimde güvenin kulağı ve kulağın merkezi sinir sistemine olan bağlantısı gösterilmiştir.

Güvelerdeki Mükemmel İşitme Sistemi

Scientific American dergisinde yayınlanan makalelerden yararlanılarak hazırlanan Animal Engineering adlı kitapta anlatılanlar, güvelerin vücudunda kusursuz kompleks bir sistemin var olduğunu ortaya koymaktadır:27
Güvenin kulakları göğsünün arka kısmının yan taraflarında bulunur. Kulak, esas olarak böceğin göğüs ve karnını ayıran dar bir geçide yerleştirilmiştir. Kulaklar dışarıdan bakan biri için küçük birer oyuk gibi gözükebilir. Bu oyukların her birinin içinde şeffaf bir kulak zarı vardır.
İlerleyen satırlarda detaylı olarak görüleceği gibi güvenin kulağındaki bütün detaylar daha iyi duymasını ve yarasanın çığlığını analiz etmesini sağlayacak niteliktedir.
Geçidin orta kulak olarak adlandırılan kısmında yer alan zarın hemen arkasında bir hava kesesi bulunur. Güvenin işitme sisteminin parçalarını içeren ince bir sıra doku da hava kesesini boydan boya geçerek kulak zarının ortasından iskelet desteğine kadar uzanır. Bu sıra üzerinde A hücresi olarak adlandırılan iki işitme hücresi yer alır. Bu iki hücreye bitişik olan ve B hücresi olarak adlandırılan, sesle doğrudan ilişkili olmayan üçüncü bir hücre de mevcuttur.
Her A hücresi, bir ucu dışarı yani kulak zarına doğru, diğer ucu da içeri yani iskelet desteğine doğru uzanan birer sinir lifi gönderir. Güvenin algıladığı yüksek frekanslı seslerle ilgili tüm bilgiler A1 ve A2 olarak adlandırılan bu iki A lifinin üzerinden merkezi sinir sistemine iletilir. Her iki A lifi de büyük B hücresinin çok yakınından geçer. B hücresinin de bir sinir lifi vardır ve kısa bir mesafe sonra üç lif olarak birleşir. Birleşen üç lif, orta kulak siniri olarak güvenin merkezi sinir sisteminin içine doğru devam eder.
Sinir liflerindeki elektriksel sinyaller 1 voltun binde 1-2'si kadardır. Güvenin A liflerindeki sinyaller, duyu hücrelerinden merkezi sinir sistemine saniyenin binde ikisinden daha kısa bir sürede ulaşırlar.
Bu sinirler, yarasaların yaydığı ses dalgalarını algılayabilecek kapasitededirler. Ayrıca bu dalgalar arasındaki değişimleri ve dalgaların büyüklüklerini tespit etme konusunda son derece hassastırlar. Güve, liflerdeki tüm bu özellikler sayesinde, uzaktaki bir yarasanın uzun ve zayıf çığlığını, öldürmek üzere yaklaşan bir yarasanın şiddetli çığlığından ayırabilir.

Güveler Bu Ayrımı Nasıl Yapabilmektedirler?

Bilim adamları bu soruya cevap verebilmek için "Güve, kulağına ulaşan bilgilerden hangisini değerlendirmekte ve nasıl bir sonuç almaktadır?" sorularından yola çıkarak araştırmaya başlamışlardır. Evrimcilerin "tesadüfi oluşum" iddialarını ortadan kaldıran bu detayların bir kısmı şöyledir:
Bilim adamları konuyla ilgili olarak mikroskobik elektrik akımlarını tespit eden bir aletle (osiloskop) ölçümler yapmışlardır. Bir güvenin kulağı yarasanın çığlığı tarafından uyarıldığı zaman osiloskopta A hücresinin derhal faaliyete geçtiğine dair sivri yükseltiler belirir. Uyarı şiddetlendikçe sinirdeki elektrik sinyallerinde de değişimler görülür. İlk önce, sinyallerin büyüklükleri artar, ikinci olarak sinyallerin arasındaki zaman aralığı azalır. Üçüncü olarak önce A1 lifinin kaydında beliren yükseltiler iki lifin birden kaydında görülürler. (A1 lifi, ses algılama konusunda A2 lifinden daha duyarlıdır.) Dördüncü olarak da, uyarının şiddeti ne kadar büyükse, A hücresi de o kadar hızlı şekilde bir yükselti meydana getirir.
Bu bilgileri değerlendiren bilim adamlarını yeni sorular beklemektedir. Artan şiddetli bir uyarı karşısında güvenin işitme tepkisiyle ilgili hangi değişiklik, güvenin davranışını belirlemektedir? Bilim adamları "güvenin bakış açısı" olarak nitelendirdikleri tahmin yöntemini kullanarak şu sonuçlara varmışlardır:
Güvenin birinci çeşit bilgilere -yani A yükseltilerinin sayısına- göre hareket etmesi onu ölümcül bir yanlış yapmaya yöneltebilir. Örneğin güve uzaktaki bir yarasanın uzun ve zayıf çığlığını, kendisini öldürmek üzere yaklaşan bir yarasanın şiddetli çığlığıyla karıştırabilir.
Böyle bir hata ancak güve, yarasanın çığlığının yüksekliğini belirlemek için ikinci bilgiyi -sivri yükseltilerin arasındaki aralıkları- kullanırsa önlenebilir.
Üçüncü tip bilgi -A2 lifinin faaliyeti- ¨erken ikaz¨ mesajını, ¨üstüne almak¨ mesajı haline getirmek işine yarayabilir.
Dördüncü tip bilgi -bir sivri yükseltinin meydana gelmesi için gereken zaman- dolaşan yarasanın yerini belirlemesi için gerekli olan bilgiyi güveye sağlayabilir. Örneğin, eğer ses güvenin sol kulağında sağdan daha yüksekse, o zaman A yükseltileri, merkezi sinir sisteminin sol tarafına sağ tarafından bir milisaniyenin küçük bir bölümü kadar daha çabuk bir zamanda ulaşacaktır.
Bunlar güvenin yarasa ile ilgili kararı verirken hangi ihtimalleri ve ne gibi bir sistemi kullandığı ile ilgili tahminlerdir. Bir de güvenin net olarak gözlemlenebilen davranışları vardır.
Eğer güvenin algıladığı ses zayıfsa ve karşı yönden geliyorsa güve hemen ters yöne dönerek uçar. Çünkü sesin zayıf olması yarasanın henüz güveyi tespit etmediğini dolayısıyla da peşine düşmediğini göstermektedir. Çünkü yarasalar avlarını tespit edip saldırırken artan bir sıklıkta ses dalgaları yollarlar. Zayıf dalgaları algılayan güve yön değiştirerek yarasayı arkasına alıp oradan uzaklaşır.
Eğer güvenin algıladığı sinyaller yoğunsa güve ya yere doğru ani bir dalış yapar, ya da havada keskin dönüşler içeren bir dizi manevra gerçekleştirir. Tüm bunların amacı yarasanın elinden kurtulmaktır.
A1. A1 sinir lifi
A2. A2 sinir lifi
A. Hava kesesi
B. B sinir lifi
C. Kulak zarı

Bu çizimde güvenin işitme organındaki sinir lifleri ve akustik hücreler gösterilmiştir.

Güvenin Destek Sistemleri

Güvenin iki kulağa sahip olması ona ses kaynağının yönünü tayin imkanı da verir. Eğer yarasa güvenin solunda ise sağdan gelen ses dalgaları, soldakine oranla saniyenin binde biri kadar bir gecikmeyle algılanır. İki kulak arasındaki bu algılama farkı, güvenin ses kaynağının yerini belirlemesi için yeterlidir.
Güvenin kulaklarındaki şaşırtıcı özellikler şüphesiz bunlarla sınırlı değildir. Bazı güvelerin kulakları zarımsı yapıdan oluşmuş bir kapağa sahiptir. Bu kapak tıpkı bizim kulak kepçemiz gibi işlev görür. Ses toplayarak duyma kapasitesinin güçlendirilmesine katkıda bulunur.
Bütün bunların yanı sıra bazı güveler sadece ultrasonik sesleri algılamakla kalmaz böyle sesleri yayabilirler de. Bu güveler yarasayı algıladıklarında kaçmaktan ziyade ultrasonik sesler yayarlar. Ancak bu şaşırtıcı bir durumdur. Çünkü yarasalar ultrasonik sesleri algılamakta tam anlamıyla ustadırlar. Bu durumda güvenin bu hareketinin intiharla eş anlamlı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak yarasalar bu tip güvelerle karşılaştıklarında sanılanın aksine hızla oradan uzaklaşmayı tercih ederler. Bilim adamları bu davranışın iki temele dayanabileceğini düşünüyorlar:
1- Güvenin çıkardığı ses yarasanın algılama sistemini bozmaktadır.
2- Ses yayan güveler yarasaların sevmediği bir tada sahiptir. Yarasa bu sesi algıladığında tatsız bir av ile karşılaştığını düşünmektedir.
Buraya kadar verilen bilgilere göz atıldığında güvelerin hem davranışlarında çok açık bir şuur görülmekte hem de vücutlarındaki kusursuz tasarım dikkat çekmektedir. Güvenin ses üstü dalgaları algılaması, bunları yorumlayabilmesi, karşı dalgalar gönderebilmesi ayrı ayrı tasarımlar gerektiren özelliklerdir.
Güvenin yarasanın sesini duyabilmesi, karmaşık bir dizi işlem sayesinde mümkün olabilmektedir. Bu işlemlerden birini, örneğin A1 lifi ile A2 lifi arasındaki algılama farkını ortadan kaldırırsanız güve, yarasa çığlıkları arasındaki farkı hissedemez. Veya kulak zarının yapısı bozulduğunda, güve artık hiçbir şey duyamaz. Güvenin yarasanın seslerini algılaması da tek başına bir şey ifade etmez. Böceğin hayatta kalabilmesi için düşmanın varlığına tepki verecek bir sinir sisteminin de olması şarttır.
Bu sinir sisteminde, belirli kasları harekete geçirerek kaçışı sağlayan tepkimeler bir düzen içerisinde gerçekleşmelidir. Sinir sisteminin, belli bir düzendeki veriyi yani yarasanın çığlıklarını, güvenin kaçış hareketine çeviren sistem, bir "karmaşık sistem"dir.
Bu sistem üzerinde biraz düşündüğümüzde evrim teorisinin zaman içinde oluşum iddialarının ne derece akıl dışı olduğunu bir kez daha görürüz. Evrim teorisi canlıların sadece tesadüfi değişiklikler sonucunda ortaya çıktıklarını iddia eder. Ancak güvenin işitme sistemi "indirgenemez kompleks" özelliktedir. Yani güvenin işitme sistemi, ancak kendisini oluşturan parçaların bir bütün olarak çalışmasıyla fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Parçalardan tek bir tanesi bile olmasa ya da gereği gibi çalışmasa organ hiçbir işe yaramayacaktır. Dolayısıyla evrimcilerin "tesadüf" kavramının geçerliliği yoktur.
Canlılardaki sistem ve organların çoğu bu indirgenemez komplekslik özelliğine sahiptir. Bu kavramın Darwinizm'e çok açık bir darbe indirdiğini, Darwin de anlamıştır. Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabında şu itirafta bulunur:
Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır…28
Günümüz teknolojisi sayesinde canlılardaki sistemlerin kompleksliği açıkça ortaya konmuştur ve evrim teorisi yıkılmıştır. Darwin, teorisini son derece ilkel bilimsel şartlar altında ortaya koymuştur. O dönemdeki teknik donanım, bilgi yetersizliği ve dolayısıyla dar görüşlülük evrim teorisinin bütün iddialarında açıkça görülmektedir. Ancak şu anda 21. yüzyıldayız ve teknoloji gelişmiş durumda. Bilimsel gelişmeler canlılardaki mükemmel yapıları ortaya koyarken hala Darwinizm'i savunmakta ısrar edenlerin olması elbette ki düşündürücüdür.
Canlılardaki olağanüstü yapılar, onların tesadüfen ortaya çıkmadıklarını ve üstün bir yaratılış ile yaratıldıklarını açıkça kanıtlamaktadır. Bütün canlı ve cansız varlıkları, bir anda en kusursuz şekilde yaratan Yüce Allah'tır. Darwinizm'i savunmakta ısrar edenlerin ise aşağıdaki ayet üzerinde düşünmelerinde fayda vardır:
De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı?" De ki: "Hakka ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" (Yunus Suresi, 35)
Evrimcilerin Güveler Hakkındaki Büyük Yanılgıları
Güvelerin kulak yapısı bazı bilim adamlarınca "basit" kabul edilir. Ancak bu kabulün nedeni sadece evrimci anlayıştır, bilimsel bir dayanağı yoktur. Merkezi sinir sistemine sahip olan hayvanlar ve insanlar dış dünyayı, binlerce sinir lifi ile beyne bağlı bir sıra duyu organı aracılığıyla algılar. Güvenin algılaması ise topu topu birkaç sinir lifi aracılığı ile sağlanmaktadır. Bu nedenle evrimci görüşe göre güvenin işitme duyusu en ilkeldir ve bu nedenle evrimsel gelişimin en alt basamaklarında yer almaktadır. Ancak evrimciler her iddialarında olduğu gibi bu konuda da ciddi bir yanılgı içindedirler.
Bir sistemi sırf bu nedenlerle ilkel olarak kabul etmek büyük bir hatadır. Çünkü herkes tarafından bilindiği gibi bir işlevin, mümkün olan en az elemanla, küçük bir hacimde ihtiyacı tam olarak karşılaması "ilkelliğin" değil tam tersine "gelişmişliğin" bir göstergesidir. Sözgelimi cep telefonları ve radyolar gibi ses algılayıcı sistemler teknoloji geliştikçe küçülmekte ve içlerindeki elektronik parçalar azalıp mükemmelleşmektedir.
Güvelerdeki sistem de çok az parçayla mükemmel işleyen bir sistemdir. İnsanın teknolojik aletlerle yapabildiği ses ölçümlerini güveler kulaklarıyla yapabilmektedirler. Bu özelliği ilkellik olarak nitelendirmek evrimcilerin Allah'ın apaçık varlığını gözardı etme yönündeki sonuçsuz çabalarından başka bir şey değildir.
Böyle bir sistem "aşama aşama" gelişemez, çünkü ara aşamaların hiçbiri tek başına bir işe yaramayacaktır.
20. yüzyıl bilimi, canlılığı en ince detaylarına kadar incelemiş ve canlılardaki yapıların çoğunun birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle oluşamayacak kadar kompleks olduğunu göstermiştir. Bu tip kusursuz sistemlerin var olabilmesi için "son derece üstün bir bilgiye" sahip bir tasarımcının varlığı gereklidir. Canlılardaki benzeri olmayan tasarımlar herşeyin sahibi olan Allah'a aittir. Allah'ın üstün yaratma gücü ve sanatı, bir ayette şöyle ifade edilir:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.  (Haşr Suresi, 24)

Yılanlardaki Isı Algılayıcı Sistem

Çıngıraklı yılanın başının ön kısmındaki yüz çukurlarında ısı algılayıcıları vardır. Yılan bunları kullanarak çevresindeki canlıların vücut sıcaklıklarının neden olduğu kızıl ötesi ışınlarını saptar. Bu saptama, ortam sıcaklığındaki 1/300'lük bir derece artışını saniyenin binde 35'i kadar kısa bir sürede tespit edebilecek kadar hassastır. Hatta bu hassasiyet o kadar fazladır ki yılan, kendisinden uzaklaşmış olan avının ayak izlerinden yayılan ısıyı tespit ederek de avını takip edebilir.
Yılanın bu hassas ısı algılama duyusu sadece av bulmaya yaramaz. Yılan soğukkanlı bir hayvandır. Yaşadığı ortam ancak 30 derecenin üzerinde olduğunda normal yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilir. Bu nedenle ısı algılayıcıları, kışları geçirecekleri sıcak bir mağara veya ağaç kovuğu bulmalarında yılanların en büyük yardımcılarıdır.  14 yılan türünden sadece ikisinde ısı algılayıcılar vardır. Bu iki türün sahip olduğu algılayıcılar arasında da yapısal olarak farklılıklar vardır. Örneğin engerek yılanlarındaki algılayıcılar başının ön tarafında, gözlerinin aşağısındaki açıklıkları ileri doğru bakacak şekildedir.
Çukurlar birkaç milimetre çapında ve 5 mm. kadar derinliktedir. Çukurun içi bir zar aracılığı ile ikiye ayrılır. Böylece iç ve dış odacık olarak adlandırılan bölümler oluşur. Yılanın kafasında, zarın içine doğru sonlanan ve "trigeminal" olarak adlandırılan iki sinir kolu vardır. Avın bedeninden yayılan ısı, elektrik sinyallerine çevrilir. Trigeminal sinirin görevi ise bu sinyalleri beyne göndermektir. Beynin ısı sinyallerini algılayan kısmı ise "terminus"tur.29
Sinir kolu bu bölgeye yaklaştıkça üzerindeki özel kaplama malzemelerini kaybetmeye başlar. En sonunda geniş ve yayvan bir yapı halini alır. Bu yapının uçlarında mitokondri denen küçük hücresel yapılar mevcuttur. Isı uyarısı bunlara uğradıklarında yapısal olarak değişime uğrar. İşte avın algılanması da bu değişim sayesinde gerçekleşmektedir. Bugün bu algılama sisteminin nasıl çalıştığı tam olarak bilinmemektedir. Bilim adamlarının bu konudaki ortak kanısı algılamanın tamamen özel yapıdaki kompleks bir süreç sonunda gerçekleştiğidir.

Isı Algılayıcı Sistemdeki Özel Kontrolün Önemi

Yılanın ısı algılayıcı sistemi, kendi vücut ısısından bağımsız olarak çalışır. Sistem; uyarı başlar başlamaz çalışmakta, sonrasında tepki vermemektedir.30 Sadece bu özellik bile yılanlardaki bu sistemin, özel olarak tasarlanmış bir planlamanın ürünü olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Eğer ısı algılayıcıları, hayvanın kendi vücudundan yayılan ısıyı da dikkate alsaydı sistem sürekli olarak sinyal verecekti. Bu sinyaller yılanın çevredeki ısı kaynaklarından aldığı sinyalleri perdeleyecek ve sistemi felç edecekti.
Görüldüğü gibi bu durum yılanları bu mükemmel sistemleri ile birlikte Allah'ın yarattığını göstermektedir.
Yılanlara özel olan bu algılayıcı sistemdeki her detay eksiksizdir. Bütün aşamalar en ince detayına kadar kusursuz olarak yaratılmıştır.
Tesadüflerin böyle çok aşamalı düşünülmüş bir sistemi ortaya çıkaramayacağı çok açıktır. Allah'tan başka hiçbir gücün böyle mükemmel sistemler var etmesi, üstelik bunun o canlının bütün türdeşlerinde olmasını sağlaması kesinlikle mümkün değildir. Bu açık gerçeği yılanlardaki diğer sistemlerden bazı örnekleri inceleyerek bir kez daha görelim.
1. Serabellum
2. Optik Merkez
3. Beyin
4. Trigeminal Sinir
5. Zar
6. Dış Oda
7. İç Oda
Yandaki resimlerde boa yılanındaki ısı algılayıcılarının anatomisi gösterilmiştir. Alt ve üst çenedeki pulların arkasında detaylı bir sinir ağı vardır. Bunlar ikiye ayrılan bir sistem oluştururlar. Sistem kızıl ötesi bir uyarıcı ile karşılaştığında trigeminal sinir beyne sinyal taşır. Yılan küçük bir kızıl ötesi radyasyon algıladıktan 35 milisaniye sonra beyinde bir tepki kaydedilir.

Yılanlardaki Avlanma Mekanizmaları

Yılan, koku alma organı olan çatal dilinin yardımıyla, koyu karanlıkta yarım metre ilerisinde yere çömelmiş hareketsiz bir canlının durduğunu anlayabilir. Gece karanlığı olmasına karşın, ısı algılayıcı sistem sayesinde avının yerini hatasız tespit eder. Yılan avına önce sessizce sokulur, saldırı mesafesine girer, ardından boynunu yay gibi gerer ve avının üzerine büyük bir hızla atılır. Bu sırada 180 derece açılabilen güçlü çenesindeki dişlerini avına geçirmiştir bile. Tüm bunlar, bir otomobilin yarım saniye içinde sıfırdan 90 km/saat hıza erişmesi ile eşdeğer bir süratte olup biter.
Yılanın, avını etkisiz hale getirmek için kullandığı en büyük silahı ise 'zehir dişleri'dir. Bu dişlerin uzunluğu 4 cm. kadardır. Dişlerin içi oyuktur ve zehir bezlerine bağlıdır. Bez kasları, yılan ısırdığı anda büzülür ve zehri önce diş kanalına, oradan da avın cilt altına basınçla püskürtürler. Yılanın zehri, ya avın merkezi sinir sistemini felce uğratır ya da kanını pıhtılaştırarak ölümüne neden olur.

Yılanlar Isı Saçan Cismin Gerçek Bir Av Olup Olmadığını Nasıl Anlar?

Yapılan bir deneyde yılanın, ısı algılayıcısının ve çatal dilinin ortak çalışması sayesinde ısı kaynağının gerçek bir av olup olmadığını tespit edebildiği anlaşılmıştır. Karanlık ortamda yılanın önüne sıcak bir kum torbası ve ölü bir hayvan bırakılmıştır. Yılan ilk başta torbaya hemen hamle yapmakta ancak yemeye çalışmamaktadır. Hayvandan bir ısı yayılmamasına karşın ona rastlayınca diliyle yoklamış ve ardından da yemeye başlamıştır. Eğer böyle olmasaydı yılan her ısı kaynağına saldıracak ve sokarak boş yere uğraşmış olacaktı. Ancak iki duyu sisteminin birbirini destekleyecek özelliklerde yaratılması sayesinde böyle bir durum ortadan kaldırılmıştır.
Bir canlının gece görüş sistemine, hatasız yer tespit özelliğine ve başka bir hayvanı zehirleyerek öldürmek için gerekli olan donanıma sahip olması şaşırtıcı ve mükemmel bir özelliktir.
Allah'ın apaçık varlığını inkar etmekte diretenler, yılanın nasıl böylesine üstün bir yeteneğe sahip olduğunu elbette açıklayamazlar. Çünkü yılanın ağzında yer alan zehir sistemi, son derece kompleks ve özel planlanmış bir sistemdir. Bu sistemin işlemesi için öncelikle hayvanın içleri oyuk özel "zehir dişleri"nin, sonra bu dişlere bağlı zehir bezlerinin, en sonunda da bu bezlerin içinde düşmanlarını anında felç edecek kadar güçlü bir zehirin oluşması gerekmektedir.
Ayrıca hayvan avını soktuğu anda bu sistemi çalıştıracak bir refleksin ortaya çıkması da şarttır. Bu çok parçalı sistemin tek bir parçası dahi olmasa, sistem çalışmayacaktır. Bu da yılanın avlamak için seçtiği hayvanlara yem olmasıyla bile sonuçlanabilecek bir durumdur.
Bütün bunların yanı sıra zehirin yılana hiçbir zarar vermiyor olması da başlı başına incelenmesi gereken bir detaydır. Yılanın vücudunda hem zehir hem de zehiri saklayacak bir sistem vardır. Zehirin saklandığı bezlerin koruyucu özellikte olması şarttır, aksi takdirde zehir yılanın vücuduna yayılacak ve yılanın ölümüne neden olacaktır. Görüldüğü gibi zehir sistemi bir bütün olarak var olmak zorundadır. Böyle bir sistemin hayali bir evrim süreci içinde aşama aşama oluşamayacağı ortadadır.
Zehir sistemi üzerinde düşünmek evrimcilerin "tesadüfen oluşum" iddialarının gülünçlüğünü ortaya çıkarmak için yeterlidir. Evrimcilerin iddiaları hayali varsayımlardan ibarettir. Isı algılayıcılarının ya da zehir dişlerinin daha önce yokken bir gün birdenbire ortaya çıkamayacağı açıktır. Bunun için önce dişlerin, sonra dişin içindeki boşlukların oluşması gerekir. Daha sonra vücudun diğer canlıların nasıl bir zehirden etkileneceklerini öğrenmesi, daha sonra bu formülde bir zehiri kendi vücudunda üretmesi gerekir ki, bu saydıklarımız gerçekleşmesi gereken aşamaların çok kabaca tanımlanmasından ibarettir.  Buraya kadar verilen örneklerde de görüldüğü gibi yılanların vücut sistemlerindeki herşey kompleks ve birbirleriyle ilişkilidir. Herşey en ince ayrıntısına kadar kusursuz detaylara sahiptir. Bu ise çok açık bir şekilde yaratılışı kanıtlar. Yılanları, kokuları algılamadaki mükemmel yetenekleriyle, zehir sistemleriyle ve diğer tüm özellikleriyle birlikte yaratan üstün güç sahibi olan Allah'tır. Bütün bu apaçık delillere rağmen Kendisine iman etmemekte direnenleri Allah Kuran'da zalim olarak nitelendirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)
1. Çıngıraklı yılan avına, son model bir spor araba ile kıyaslanabilecek  kadar  ani bir hızla saldırabilir.
2. Yılanın kafasının önündeki ısı algılayıcıları bir termal kamera gibi çalışır. Hayvan bu algılayıcılar sayesinde gece karanlığında bile çevresini görebilir.
3. Yılan, bir damlası onlarca hayvanı öldürmeye yetecek kadar güçlü bir zehire sahiptir. Bu zehirin sentezlendiği bezler, modern bir laboratuvardan daha üstün teknikler kullanarak çalışmaktadır.
4. Kuyruğun ucundaki çıngırak düşmanları uyaran bir alarm sistemi gibi iş görür. 
5. Zehirin düşmana zerk edilmesi için kullanılan dişlerde özel bir enjektör sistemi  vardır.

Akrebin Algı Yeteneği

Çöl akrebi milyonlarca yıldır kum üzerindeki en ufak titreşimleri dahi algılayabilecek hassasiyette sistemlere sahiptir. İnsanlar ise uzun yıllar içinde bilim alanında edindikleri birikimler sonucunda titreşim sensörleri yapabilmişlerdir.
Çölde yaşayan kum akrepleri, küçük hayvanlar içinde en tehlikeli olanlardandır. Bu akrep türünün gözleri hemen hemen hiç görmez. Buna rağmen geceleri avlarının yerini büyük bir ustalıkla belirleyebilirler. Peki bu şaşırtıcı olay nasıl gerçekleşir?
Bu durum, akrebin sekiz ayağında da bulunan yarık biçimindeki mükemmel algılayıcılarla ilgilidir. Bu algılayıcılar, milimetrenin milyonda birinden daha küçük titreşimlere yol açan hareketleri bile belirleyebilecek kadar hassastırlar.
Akrebin yakınlarında bir yere bir kelebeğin konduğunu düşünelim. Yere konan kelebek yerde iki tip titreşim dalgası oluşturur. Birincisi saniyede 150 metre hızla ilerleyen hacim dalgalarıdır. İkincisi ise yüzeye paralel olarak saniyede 50 metre hızla yayılan "Rayleigh" denilen dalgalardır. Ava olan mesafe, bu iki dalganın akrebe ulaşma süreleri arasındaki fark tespit edilerek belirlenir.31
Avın ne kadar uzakta olduğunu bilmek elbette tam bir tesbit anlamına gelmez. Bu nedenle hedefin hangi yönde olduğunun bilinmesi de şarttır.
Akrebin bacakları yaklaşık 5 cm. çaplı bir daire üzerinde yere basar. Dolayısıyla avın yaydığı Rayleigh dalgasının akrebin ava en yakın bacağına ulaşmasıyla, en uzaktaki algılayıcıya varması arasında 5 milisaniye (saniyenin iki yüzde biri) kadar bir fark olur. Algılayıcılardan biri, Rayleigh dalgasını belirlediğinde, sinir hücreleri akrebin sinir sistemi merkezine bir sinyal yollar. Bu uyarıcı sinyal, karşı taraftaki üç ayaktan gecikmiş olarak gelen dalgaları algılayan sinire de ulaştırılır. Ancak bu üç bacaktan gelen sinyaller bastırılarak sinir sistemi merkezine anında ulaştırılmaz.
Böylece her defasında erken gelen sinyale kaynak oluşturan ayak ile diğer taraftaki üç ayağın konumu değerlendirmeye alınır. Bu konumsal değerlendirmeyle dalganın kaynağının yönü belirlenir.
Eğer uyarıcı sinyal ile baskılanan sinyallerin ayaktaki algılayıcılara ulaşması arasındaki fark saniyenin beş yüzde biri kadarsa, sinir sistemi merkezi her iki sinyali de gecikmesiz olarak aynı anda algılar. Bu ise akrep için, harekete geçme ve "saldırı için mükemmel tasarlanmış silahlarını kullan" anlamına gelir.
Ayaklardan gelen sinyalleri işlemden geçiren 8 sinir hücresi adeta bir komite gibi toplanıp, her defasında avın yönünü ortak bir kararla belirlemektedir.32
Bu belirleme nasıl gerçekleşmektedir? Bunun için sinir hücreleri her seferinde bir toplantı yapmakta, verileri belirlemekte ve sonuca mı ulaşmaktadırlar?
Böyle bir toplantının olmadığı, sinir hücrelerinin sadece protein, yağ ve sudan oluşan varlıklar olduğu, bir akla ve şuura sahip olmadıkları açıktır.
Bu mekanizma milyonlarca yıldan beri, yaşamış her akrepte aynıdır. Evrimcilerin iddia ettiği gibi, tesadüfen ve zaman içinde gelişmiş veya sonradan eklenmiş değildir. Akrebi, sonsuz kudret sahibi  olan Allah mükemmel bir tasarımla yaratmıştır.
1- Ciğerler
Akreplerin karınlarında sekiz adet nefes deliği bulunur. Bunlardan sadece biri açık olsa bile akrep hiç zorlanmadan nefes almaya devam eder. Güçlü ciğerleri sayesinde iki gün suyun altında rahatlıkla kalabilir.
2- Güçlü Zırh
Vücudunu bir zırh gibi saran kabuğu, onu yalnız düşmanlarından değil, radyasyondan bile koruyacak kadar dirençlidir. İnsan vücudunun radyasyona direnci 600 rads dolayındadır. Oysa akreplerde bu direnç 40.000 ile 150.000 rads'a kadar yükselir.
3- Zehirli Mizrak
Akreplerin bazen insanı bile öldürecek derecede olan kuvvetli zehirleri vücutlarının arka tarafında bulunan mızrakları vasıtasıyla düşmanlara aktarılır.
4- Kiskaçlar
Akrebin kıskaçlarının görevi, kurbanlarını iğnesiyle sokmadan önce etkisiz hale getirmektir. Ayrıca kıskaçlar vasıtasıyla kumu kazıp yer altına gizlenebilirler.
5- Beyin
Akrep başından kuyruğuna kadar uzanan 15 sinir düğümünden oluşan bir beyin yapısına sahiptir. Beynin bu yapısı hayvanın süratli karar alma, refleks ve gerekli emirlerin organlara ulaştırılması için büyük bir avantaj sağlar.
6- Ayaklar
Ayaklarındaki alıcılar hayvanın her türlü hareketi, sesi ve titreşimi algılamasını sağlamaktadır. Bu alıcılar o kadar hassastır ki, akrep, yakınındaki bir canlının kumda oluşturduğu titreşimleri, saniyenin 1/1000'i kadar olağanüstü bir sürede algılayabilir.

Optik Konusunda Uzman Fizik Mühendisleri

Uçsuz bucaksız çöllerde karınca gibi küçük bir canlı yolunu nasıl bulur? Kelebekler vücut sıcaklıklarını nasıl ayarlar? Bir balık suyun üstünü nasıl görür? Üstelik görmekle de kalmayıp suyun kırılma açısını hesaplayıp su üzerindeki bir böceğe tam isabet kaydederek onu nasıl avlar?
Buradaki sorularda örnek olarak verilen canlıların ortak özellikleri her birinin de optik konusunda uzmanlık gerektiren davranışlar sergilemeleridir. Örneğin -biraz sonra detaylı olarak ele alınacağı gibi- bazı kelebek türleri fizikçilerin kullandığı bazı optik kurallarını uygulayarak vücutlarını sıcak tutmaktadırlar. Bu bölümde yer alan başka bir örnek de dört gözlü balıktır. Balığın gözlerindeki optik tasarım bu canlıya hem atmosfer hem de deniz ortamında görme avantajını sağlamaktadır.
Hepsi özel bir tasarım ürünü olan bu sistemleri ve akılcı davranışları incelediğimizde ise karşımıza tek bir sonuç çıkacaktır: Bir kelebeğin ya da bir karıncanın, vücudunda kendi kendine böyle sistemler kurması ve bunları nasıl kullanacağını kendiliğinden bilmesi elbette mümkün değildir. Tüm canlılar sahip oldukları özelliklerle birlikte ve bu özellikleri nasıl kullanacaklarını bilerek, bir anda ortaya çıkmışlardır. Allah, yeryüzündeki bütün canlıları en güzel şekilde yaratmıştır.

Optik Kurallarını Bilen Kelebekler

1. Gelen Işık
2. Yansıyan Işık
3. Normal
4. Geliş Açısı
5. Yansıma Açısı
6. Yansıtıcı Yüzey
1. Eğik Açılı Işın
2. Dik açılı Işın
3. Sıcak
4. Dik açılı Işın
5. Daha Sıcak
Fizikçilerin optikte kullandıkları üç temel kural vardır. Bunlar sırasıyla şöyledir:
1. Bir yüzey, üzerine gelen güneş ışınlarının yüzeyle yaptığı açı 90 dereceye yaklaştıkça ısınır.
2. Aynı açıda güneş ışını alan iki yüzeyden koyu renkli olanı daha çok ısınır.
3. Yansıtıcı bir yüzey, üzerine gelen ışını normali (yüzey ile 90 derece yaptığı var sayılan dikme) ile kaç derece yapıyorsa o açıyla yansıtır.
Bu kuralları fizik okuyanlar bilirler, ancak bugün pek çok insan bu kuralların varlığından haberdar bile değildir. Bunların günlük hayatta nasıl etkileri olduğundan ya da ne işe yaradıklarından da habersizdirler. Elbette ki optik kurallarının herkesçe bilinmemesi son derece doğaldır. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Ancak şaşırtıcı olan, bu kuralları çok iyi bilen başka canlıların olmasıdır.
İnsanların bilmediği ya da farkında olmadığı bu kurallardan kelebekler haberdardır. Üstelik kelebekler bu optik kurallarından günlük yaşamlarında da faydalanmaktadırlar. Bu konuyu Colias kelebeklerinden örnek vererek açıklayalım.
Colias kelebeği vücut sıcaklığı 280°C'den düşük olduğunda uçamaz. Bu durumda hemen kanatlarını açar ve sırtını güneşe dönerek güneş ışınlarını dik alacak şekilde durur. Kelebek yeterince ısınıp vücut ısısı 400°C'ye kadar çıktığında kendi ekseni etrafında 90 derece döner. Böylece güneş ışınlarını yatay alır hale gelir. Bu hareket ile güneş ışınlarının ısıtıcı etkisi en aza indirilmiş olur. Dolayısıyla kelebeğin vücut ısısı düşmeye başlar.
Bunların yanı sıra bu cins kelebeklerin kanatlarında siyah lekeler bulunur. Bu lekeler ısıyı kelebeğin vücudunda toplamaya yarar. Üstelik bunlar vücudun en çok ısınmaya ihtiyaç duyduğu bölgelerine yakın olarak yerleştirilmiştir. Böylece diğer bölgelerden daha çabuk ısınan lekelerden yapılacak ısı nakli için kullanılan mesafe kısalmış olur.
Pieris cinsi kelebekler ise kanatlarını öyle bir açıda ayarlarlar ki, tıpkı bir mercekteki gibi tüm ışınları vücutlarının en çok ısınması gereken bölgelerinde toplayabilirler.33



Sağ:
Pieris cinsi kelebekler  kanatlarını öyle bir açıda ayarlar ki, güneş ışınlarını vücutlarının en çok ısınması gereken bölgelerinde toplayabilirler. Bu, optik bilgisi gerektiren bir davranıştır. İnsanlar da kelebeklerin yaptığı gibi, ışınları bir noktada toplamak için çukur aynalar ve mercekler kullanırlar. Pieris kelebeklerinin, optik bilgisi gerektiren böyle birşeyi başarabilmelerinin tek nedeni vardır: Allah bu canlılara en verimli şekilde nasıl ısınabileceklerini ilham etmektedir.
Şüphesiz bu kelebekler hayatlarının hiçbir döneminde fizik-optik eğitimi almamışlardır. Fizik kurallarından, hangi açının güneş ışınlarını daha verimli alacağından da haberdar değildirler. Bütün bunlar kelebeklere öğretilmektedir.
Bu canlılara en verimli şekilde ısınmak için neler yapmaları gerektiğini ilham eden, her şeyi koruyan ve gözeten Allah'tır. Rabbimizin her şeyin hakimi olduğu bir ayette şöyle haber verilmektedir:
Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 64)
"I ve II numaralı ışınlar şekilde görüldüğü gibi, yatayla belli bir açı yapacak şekilde gelmektedir. Her iki ışının da A noktasında buluşması için, karşılıklı yerleştirmek kaydıyla 2 yansıtıcı kullanmanız isteniyor. Işınların A noktasında buluşması için yansıtıcılar yatayla kaç derece yapacak şekilde yerleştirilmelidir?"
Belki de üniversite sınavlarında karşılaşılabilecek nitelikte olan bu sorunun benzeri bir problemi Pieris kelebekleri, yaşadıkları her gün çözmektedirler. Her gün bu açı hesaplamalarını yaparak güneşten verimli bir şekilde yararlanmaktadırlar. Şüphesiz bu kelebekler, fizik öğretmenlerinden ders almamışlardır. Bu hesaplamayı sonsuz ilim sahibi olan Allah'ın kendilerine ilhamı sayesinde yapabilmektedirler.

"Dört Gözlü" Balıktaki Muhteşem Optik Tasarımı

Denizde yüzerken suyun içinde gözümüzü açtığımızda çevremizdeki her şeyi bulanık görürüz. Çünkü atmosfer ortamında görmeye uygun şekilde yaratılmış olan gözümüz için su farklı bir ortamdır. Benzer bir mantıkla düşünüldüğünde, içinde bulunduğu ortamdan dışarıya çıkarılan bir balığın da, atmosfer ortamında bulanık bir görüşe sahip olacağı tahmin edilebilir. Ancak hem karada hem de suda çok iyi görebilen bir balık türü vardır.
Güney Meksika'dan Güney Amerika'nın kuzeyine kadar olan nehirlerde ve göllerde yaşayan bir balık türü suyun hem içinde hem de dışında son derece iyi görebilmektedir. Anableps adını taşıyan bu balık daha çok "dört gözlü balık" olarak tanınır. Bu balık türü suyun dışını net olarak görmesinin yanı sıra, havadaki nesnelere bile odaklanabilmektedir.
Dört gözlü balığın gerçekte iki gözü bulunmaktadır. Ancak her göz, her biri kendi odak uzaklığına sahip iki yarım küreden oluşmuştur. Bu, Anablepslerin aynı anda iki farklı görüş özelliğine sahip olmalarının nedenini açıklayan kusursuz bir tasarımdır. Balık suyun yüzeyinin biraz altında yüzerken su yüzeyinin üzerinde kalan göz bebekleri havayı taramakta, bu arada suyun altında kalan alt göz bebekleri de sualtındaki dünyayı incelemektedir. Bu şekilde balık hem uçan hem de yüzen canlılarla beslenebilmekte veya onlardan kaçabilmektedir.
Gözün içerisinde yer alan iki ayrı odak (bifocals) balığın iki ayrı görüntü almasına imkan tanır.
Pigment içeren benekli bir doku bandı ve bunun hemen üzerinde bulunan gözle görülebilir irisler her bir gözü su çizgisinde ortadan ikiye böler ve birisi suyun üzerinde diğeri suyun altında olan iki adet göz bebeği oluşturur. Yukarıdan bakıldığında irisler dışarı fırlayan gözlerin içerisinde havada duran parmaklara benzemektedirler.34
Dört gözlü balık, uçan böcekleri yakalayabilmek için havaya zıplayabilir veya yüzen yaratıkları avlamak için suyun dibine dalabilir. Ancak daha çok kıyıya yakın sığ sularda gezinerek kabukluları, algleri veya suyun üstündeki ince yüzeye takılan böcekleri yakalar.
Bilim adamları Anablepslerin suya oranla havayı daha çok kullandıklarını tespit etmişlerdir, çünkü havada, sudaki görüş sistemine göre daha uzaktaki ve daha küçük nesneleri görebilmektedirler. Ancak balık, beslenmek veya diğer canlılara yem olmamak için sık sık dalmaktadır.
Bu balıklar birarada bulunduklarında çok ilgi çekici bir görüntü oluşur. Örneğin Surinam nehrinin ağzına yakın bölgede gelgiti bekleyen yüzlerce Anableps aynı anda periskop gibi suyun dışını gözetler. Sular çekildiğinde balıklar kendilerini kıyıya atıp besin dolu çamurlardan yutacaklardır. Bir tehlike anında örneğin alçaktan uçan kuşlar veya büyük balıkçıllar geldiğinde de hemen derin sulara geri döneceklerdir.

Bu Sistem Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

Şüphesiz hiçbir balığın kendi kendine suyun ve havanın fiziksel özelliklerine göre iki farklı optik sistem tasarlaması, daha sonra da bu iki sistemi, tek bir gözde uyumlu çalışacak biçimde monte etmesi mümkün değildir.
Peki bu gözler evrim teorisinin öne sürdüğü gibi tesadüfi gelişimlerle ortaya çıkmış olabilir mi? Yani benzeri olmayan bu optik tasarım tesadüfen bir balığın gözlerinde var olabilir mi? Daha sonra yine aynı tesadüflerle nesilden nesile aktarılarak oluşabilir mi?
Elbette ki böyle bir tasarımın tesadüfen olması mümkün değildir. Göz gibi kompleks organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın birarada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü eksiksiz olarak tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece göz hiçbir işe yaramaz. Bu da gözün zaman içinde aşama aşama oluşamayacağının bir kanıtıdır.
Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır"35 diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini en temelinden yıkmaktadır.
Darwin, "gözün evrimi" konusunda bir açmazla karşı karşıya olduğunun farkındadır. Nitekim bunu kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde itiraf etmektedir. Darwin'in kitabını okuyan Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin'in bu "zorlukları" hakkında şu yorumu yapar:
"Türlerin Kökeni'ni ilk okuduğumda Darwin'in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. 'Teorinin Zorlukları' başlıklı bölüm, örneğin, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm."36
Evrim teorisi henüz tek bir gözün ortaya çıkışını açıklayamazken, evrimcilerin "dört gözlü balığın" kökenine dair hiçbir açıklama getiremeyecekleri aşikardır. Dört gözlü balık, suyun dışını bir insan kadar, suyun içini de bir balık kadar iyi görebilmektedir. Dört gözlü balığın kökenine ilişkin söylenebilecek tek şey vardır, o da "her şeye gücü yeten ve bütün canlıları yaratan" Allah'ın harikulade bir sistemle, hiçbir örneği olmadan, kusursuzca yaratmış olduğudur.
Evrimcilerin bu kadar açık olmasına rağmen gerçekleri görememeleri ve hala ısrarla bir safsataya inanmaları son derece önemli bir konudur. Her insan bu durumun üzerinde düşünmeli ve bundan ibret alarak, böyle bir duruma düşmekten şiddetle sakınmalıdır..
Bu derin kavrayış eksikliği, Allah'ın varlığını kabul etmemeleri dolayısıyla dünyada onlara verilmiş bir karşılıktır. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr Suresi, 19)
Suyun ve gözün yüzeyinin (korneanın) kırılma indisi neredeyse aynı olduğu için suyun altındaki nesnelerden yansıyan ışık korneadan direkt olarak geçer ve daha yüksek kırılma indisine sahip olan mercekteki retina üzerinde kırılarak odaklanır. Diğer yandan havanın korneaya göre daha düşük bir kırılma indisi vardır, bu nedenle ışık ikinci defa bükülür. Anableps benzersiz olan yumurta şeklindeki merceklerini kullanarak her iki görüntüyü de net olarak görür. Merceğin alt gözbebeği ile aynı sırada olan kısmı tipik bir balık gözü merceği gibi yuvarlanmıştır. Bu sayede yüzmekte olan bir böcek larvası retina üzerinde odaklanabilmektedir. Daha az yuvarlak olan üst kısım ise insan gözüne daha fazla benzemektedir ve havadaki cisimlere bakıldığı zaman ortaya çıkan iki defa kırılmayı telafi eder. Bu sayede balık bir sivrisineği bile net olarak görebilir. Bu mükemmel tasarım Allah'ın benzeri olmayan yaratma sanatının sayısız örneklerinden yalnızca biridir.
1.Üst Göz Bebeği
2. Göz Bebeği
3. Alt Göz Bebeği
4. Optik Sinir
5. Alt Retina
6. Üst Retina
7. Üst Göz Bebeği
8. Kornea
9. İris Kapağı
10. Pigment Dokusu
11. Su Yüzeyi
12. Alt Göz Bebeği
13. İris
Lens. Mercek
Yukarıdaki resimde dört gözlü balığın su ve hava gibi ışığın farklı kırılma özelliklerine sahip ortamlarda nasıl gördüğü görülmektedir.

Karıncanın Gözlerindeki Pusula

Yön bulabilmek için pusulaya, bir de haritaya ihtiyaç vardır. Harita insana nerede olduğunu, pusulaysa nereye gideceğini gösterir. Tunus'un Akdeniz kıyısındaki Mahore's yakınlarında yaşayan siyah çöl karıncası ise, bunların hiçbirini kullanmamasına karşın yönünü hatasız olarak belirleyebilmektedir.
Karınca, sabah güneşinin yükselmesiyle birlikte 70 °C kadar yükselen çöl kumunun sıcağında, besin aramak için yuvasından çıkar.
Çöl karıncası yuvasından, 200 metre uzağa kadar varabilen bir alanda sık sık durarak ve olduğu yerde dönerek dolambaçlı bir yol izler. Ama bu zikzakların bütün karmaşıklığına rağmen, yiyeceğini bulduğunda, hemen yuvasına doğru düz bir çizgi şeklinde bir rota izleyerek yola koyulur. Karıncanın bu yolculuğu, boyu ile kıyaslandığında, bir insanın çölde 35-40 km. dolaştıktan sonra, pusula vs. kullanmadan başladığı noktaya doğrudan dönmesine denk bir yolculuktur.37
Çöl gibi bir arazide yön belirlemeye yarayan işaretlerin azlığı düşünüldüğünde, -ki karıncanın yolda gördüğü işaretleri hafızasında tutup, yolunu onlara bakarak bulması da başka bir mucize olurdu- karıncanın başardığı işin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Karıncanın ne bir pusulası ne de haritası vardır. Ancak gözlerine Allah'ın yerleştirdiği yön tayin sistemi bütün bu aletlerden üstündür. Karıncanın gözleri insanların sahip olmadığı bir özelliğe sahiptir: Çöl karıncası  da önceki sayfalarda örnek verdiğimiz yer örümcekleri gibi ışığı polarize edebilir. Bu işlem sırasında bizim göremediğimiz bazı ışınları görür ve bunları kullanarak çevresine baktığı her an kuzey-güney şeklinde kesin bir yön tayini yapabilir. Böylece her an yuvasının hangi tarafta olduğunu tahmin eder ve geri dönerken hiçbir zorluk çekmez. Bir karıncanın insanların bile yeni haberdar olduğu ışığın polarizasyon özelliğini bilmesi nasıl açıklanabilir? Üstelik karınca bundan bir pusula gibi faydalanmaktadır. Bütün bunları karıncanın kendisinin biliyor olması elbette ki mümkün değildir.
Şüphesiz karıncanın sahip olduğu bu kompleks göz yapısını rastgele oluşan tesadüflerle açıklamak imkansızdır. Tüm çöl karıncaları dünyadaki ilk günlerinden beri bu özellikte gözlere sahiptir. Bu gözler onların, diğer tüm canlıların ve bizim Yaratıcımız olan Allah'ın eseridir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadette kararlı ol. Hiç O'nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)
1. Yuva
2. Gidiş Yolu
3. Dönüş Yolu

Doğadaki Mekanik Uzmanları

Canlıların vücutlarında birçok mekanik tasarım mevcuttur. Bu bölümde gözle görülmeyecek kadar küçük olan hücreleri hareket ettiren tüycüklerin detaylı yapısı, narin canlılar olmalarına rağmen güvelerin öldürücü soğuklarda yaşamalarını sağlayan özel sistemler, Gecko kertenkelesinin ayaklarındaki düz duvara tırmanmasını sağlayan kuvvet gibi canlılardaki mekaniğin konusuna giren bazı özellikler incelenecektir.
Mikro boyuttaki bir tüycüğün ancak birbirine bağlandığında çalışan içiçe geçmiş parçalarının ya da kış güvelerindeki çok aşamalı tasarımın incelenmesindeki amaç tesadüflerin böyle kusursuz yapılar ortaya çıkarmasının mümkün olamayacağını bir kere daha gözler önüne sermektir.
Canlıların yaşadıkları ortama uyumlu yapıları ve sergiledikleri akılcı davranışlar, Allah'ın ihtişamlı sanatını bize gösterir. Allah her türlü yaratmayı bilendir.

Kiş Güvelerindeki Isıtma Sistemi

Orta Asya, Sibirya, Kuzey Avrupa gibi bölgelerde kış koşulları oldukça ağırdır. Yiyecek kıtlığı ve soğuk hava birçok canlının ölmesine neden olur. Ancak bazı canlılar bölgedeki çetin hava koşullarına rağmen yaşamlarını sürdürmeyi başarırlar. Bu canlılar içinde en şaşırtıcı olanı kuşkusuz ki güvelerdir.
Son derece narin canlılar olan güveler bu zor işi nasıl başarırlar? Sorunun cevabı bizi bu canlıların bedenlerindeki mükemmel ısıtma sistemini incelemeye yöneltecektir.

Dayanıklı Kış Güveleri

Güve türlerinin pek çoğu kışın ölür. Buna karşın sert kış aylarında bile yaşamını sürdüren bazı türler vardır.
Örneğin kukumav güveleri (Noctuidae) ailesinin Cuculiinae alt grubu içinde yer alan 50 kadar güve türü, kış şartlarında yaşayabilen türlerdir. Bu nedenle Cuculiinae güveleri "kış güveleri" olarak da adlandırılırlar.
Kış güveleri hemcinslerinin tam tersi bir yaşamsal döngüye sahiptir. Bu canlıların tırtılları ilkbahar başlarında ağaçların tomurcuklarını yiyerek beslenir, yaz boyunca da hareketsiz kalırlar. Sonbaharın sonunda ya da kış aylarında yetişkin hale gelirler. Soğuk kış günlerinde beslenir, çiftleşir, doğacak yeni nesil için yumurtalarını bırakırlar.
Kış güvelerinin bu ilginç yaşam döngülerini inceleyen bilim adamları hem şaşırtıcı hem de düşündürücü sonuçlarla karşılaşmışlardır.
Öncelikle bu canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için uçmaları gerekmektedir. Ancak uçabilmeleri için kanatlarının bulunduğu göğüs bölgelerindeki sıcaklığın 30oC olması gerekmektedir. Oysa güvelerin yaşadıkları yerde ısı genellikle 0oC hatta bunun da altındadır.
Bilim adamları bunun üzerine "kış güvelerinin soğuğa rağmen yaşamlarını nasıl sürdürebildikleri" sorusunun cevabını aramaya başlamışlardır. Bu canlılar hareketsiz kaldıklarında nasıl olup da donmuyorlar? Soğuğa rağmen uçabilmeyi, beslenmeyi, üremeyi nasıl başarıyorlar?
İşte bütün bunları araştıran bilim adamları kış güvelerinin mühendislik harikası bir ısınma sistemine sahip olduklarını keşfetmişlerdir. Son derece hassas bir planlama ve üstün bir tasarım ürünü olan bu sistem, birbirini tamamlayan kompleks aşamaların biraraya gelmesiyle oluşmaktadır.

1. Aşama: Titreşen Kanatlarla Isınma

Kış güvelerinin vücutlarındaki ana kaslar kanatlarına bağlıdır. Uçuş öncesinde güveler bu kaslarını hiç durmadan kasarak kanatlarını titretirler. Bu işlem böceğin göğüs bölgesinin ısısının yükselmeye başlamasını sağlar. Güvenin göğüs bölgesinin sıcaklığı bu titretme tekniği ile 0°C'den 30°C'ye hatta daha yüksek seviyelere kadar çıkabilmektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: Kas titretme hareketi sinir sistemine bağlı olarak gerçekleşir. Bu da güvelerin sinir sisteminin oldukça düşük sıcaklıklarda dahi harekete geçebilecek kadar üstün özelliklere sahip olması demektir. Güvelerin başardıkları işin önemini daha iyi anlamak için karlı ve soğuk günlerde araba motorlarını çalıştırmakta nasıl güçlük çekildiğini düşünmek yeterli olacaktır.
Kış güveleri hava sıcaklığının 0°C'ye yaklaştığını saptadıkları anda titremeye başlar. Bazı durumlarda -2°C gibi daha düşük bir sıcaklıkta titremeyi başlattıkları da olur. Yarım saatten fazla süren bir kanat hareketi sonunda uçuş için gerekli ısıya ulaşılır.38
Bilim adamları ilk anda güvelerin bu başarısının metabolizmalarından kaynaklandığını düşünmüşler ve bu konuda araştırmalar yapmışlardır. Bu amaçla kış güvesinin dinlenme, titreme ve uçuş sırasındaki metabolizma hızlarını ölçmüşlerdir. Ancak elde edilen veriler benzer ağırlığa sahip birçok güve türünde ölçülenlerle aşağı yukarı aynı çıkmıştır. Böylece güvelerin ısınmalarının metabolizma hızlarıyla ilgili olmadığı anlaşılmıştır. Bu durum önemli bir konuyu ortaya çıkarmıştır: Kış güvelerinde sadece bu türe özgü bir ısınma sistemi bulunmaktadır.

2. Aşama: Koruyucu Bir Sığınak Bulunuyor

Kış güveleri üzerinde yapılan araştırmaların çıkış noktasını güvenin bulunduğu ortamdaki nem ve ısı oluşturmuştur. Çünkü kış güvelerinde donma süreci vücutta oluşan buz kristalleri ile başlar. Kuru ortamlarda ise güvelerin donma ısısı oldukça aşağılara iner. Dolayısıyla güvelerin kendilerini buzdan ve ani sıcaklık düşüşlerinden koruyacak bir sığınağa ihtiyaçları vardır. Güveler bu sığınağı nasıl bulurlar?
Dışarıda hava sıcaklığı -30°C civarındayken yeri örten yaprak tabakasının altındaki sıcaklık -2°C'nin altına düşmez. Kış güveleri de ısı -2°C'nin altına inmeye başladığında, hava sıcaklığı yaşamalarına imkan tanıyacak dereceye ulaşana kadar yorgan görevi yapan yaprakların altına gizlenirler. Bundan sonra güvelerin yaşaması için vücutlarındaki diğer sistemler devreye girecektir.
Kış güveleri soğuk havalarda kanatlarını titreştirerek ısınırlar. Bunun için kanat kaslarını aynı anda kasarlar. Sağdaki resimler,  uçuşa geçmeden önce kanatlarını titreştirmeye başlayan  bir güvenin üzerindeki ısı dağılımını gösteriyor. 1 ve 2 üstten, 3 ve 4 de yandan çekilmiş kızılaltı fotoğrafları temsil ediyor.

3. Aşama: Kış Güvelerindeki Doğal Antifriz Mekanizması

Çoğumuz arabalarda suyun donmaması için kullandığımız antifrizleri biliriz. Ancak pek az kimse bazı canlıların vücutlarında da antifriz benzeri kimyasalların bulunduğundan haberdardır.
Bazı canlılar vücutlarındaki alkol kökenli doğal antifrizler sayesinde dondurucu kış soğuğundan korunurlar. Ne var ki doğal antifrizin bazı olumsuz yan etkileri vardır. Bu maddelerin en önemli özelliği zehirleyici olmaları ve uyuşukluk vermeleridir.
Bu nedenle doğal antifrizler canlıların bedenlerinde gerçekleşen bir dizi biyokimyasal işlem sonunda daha az zehirleyici kimyasallara çevrilerek kullanılırlar. Ancak bu çok yavaş ilerleyen bir süreçtir. Özellikle hayvanın vücut sıcaklığı düşükse antifrizin yol açtığı uyuşukluğun atlatılması daha da uzun zaman alır.
Kış güveleri de antifriz mekanizmasına sahip canlılardandır, ancak diğer canlılara oranla daha az miktarda antifriz kullanmaktadırlar.

Özel Ayarlanmış Antifriz Miktarı

Güvelerdeki hassas antifriz dengesinin nedeni şudur: Hava uçuş için gerekli ısıya ulaşır ulaşmaz kış güvesinin hemen harekete geçmesi gerekmektedir. Halbuki antifrize bulanmış bir canlının tümüyle etkin hale gelebilmesi için oldukça uzun bir süre beklemesi gereklidir. İşte bu nedenle güvelerdeki antifriz miktarı diğer canlılara oranla daha azdır.
Bu miktar öyle bir oranda ayarlanmıştır ki ısı tehlikeli bir düzeye düştüğünde güveye daha sıcak bir yer bulacak kadar zaman kazandırır. Notre Dame Üniversitesi'nden John G. Duman, yaptığı denemelerde, buzsuz bir ortamda çok yavaş soğutulan güvelerde, donma sınırının -22°C 'ye kadar düştüğünü tespit etmiştir.39
Güvelerdeki bu mükemmel sistem nasıl ortaya çıkmıştır? Antifrizin formülünü belirleyen kimdir? Antifrizin miktarı nasıl ayarlanmaktadır? Nasıl olup da istisnasız bütün kış güvelerinde diğer canlılardan daha az miktarda antifriz bulunmaktadır?
Güvenin kompleks bir kimyasal olan doğal antifrizin formülünü bilmesi ve onu tam gerektiği miktarda kendi bedeninde üretmesi mümkün olamaz. Kimyasalı elde etmek, antifrizin zehir etkisini ortadan kaldırmak ve daha birçok aşama için ayrı ayrı mühendislik bilgilerine ihtiyaç vardır.
Kış güvesi bir kimya mühendisi değildir, ancak bütün bunları rahatlıkla yapar. Üstelik her seferinde, her soğuk havada bu mekanizmaları devreye sokar. Bunu yaparken herhangi bir yardım almaz. Herhangi bir kitap okumaz, deney yapmaz. Güve, sadece bunları bilir ve uygular. Peki güve bu bilgilere nasıl sahip olmuştur?
Güvenin mühendislik bilgilerine kendiliğinden sahip olduğu gibi bir iddia elbette ki akıl dışı olacaktır. Bir insan kendiliğinden, durup dururken kimya mühendisi olamaz. Bir güve için ise bu kesin olarak mümkün değildir.
Böyle kompleks bir sistemin evrimcilerin ileri sürdükleri gibi aşama aşama, tesadüflerin etkisiyle ortaya çıkmış olması da imkansızdır. Bunun pek çok nedeni vardır. Tek bir tanesi üzerinde düşünmek bile bu iddianın ne derece mantıksız olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Öncelikle doğal antifrizin formülünde yapılacak bir hata güve için ölüm demektir. Güvelerin kullandıkları antifrizlerin belli bir formülü, ayrıca, vücutta bulunması gereken belli bir miktarı vardır. Dolayısıyla anti frizin üretiminde de özel bir kontrol gerekmektedir. Güvelerin vücudunda diğer canlılardaki kadar bu maddeden bulunsa, bu miktar güveler için öldürücü olacaktır. Şuursuz tesadüflerin ise, değil özel bir işleve sahip bir molekülün formülünü bilip bunu üretmeleri, bu formülü gerçekleştiren moleküllerden tek bir tanesini dahi oluşturmaları mümkün değildir. Dahası bu kör tesadüflerin, mevcut bir molekülün canlının tam ihtiyacı oranında, ne eksik ne fazla üretilmesini ayarlamaları ihtimal dışıdır.
Güvenin ilk soğuk hava ile karşılaştığında bu maddenin tesadüfen oluşmasını bekleme durumu yoktur. -200 °C'ye varan soğuklar bu narin canlıların çok kısa bir sürede ölmesine ve bu türün yok olmasına neden olacaktır.
Dolayısıyla, ilk ortaya çıkan güvede de bugün yaşayan güvelerdeki özelliklerin tam olarak var olması zorunludur. Bütün bunlar güvelerdeki tasarımı şuursuz tesadüflerin değil, kusursuz bir yaratılış ile Allah'ın var ettiğini açıkça göstermektedir. Allah Kuran'da şöyle buyurur:
Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 3)

4. Aşama: Enerji Kullanımının Dengelenmesi

Soğukta zorlanan kış güvelerinin bulundukları ortamda mümkün olan en sıcak yere sığındıkları düşünülebilir. Fakat bu yanlış bir varsayım olacaktır. Çünkü güveler saklanacakları yerleri seçerken de son derece bilinçli bir şekilde hareket ederler. Nitekim yapılan araştırmalarda bu canlıların fazlasıyla kuytu ve sıcak saklanma yerlerinden kaçındıkları görülmüştür. Bunun nedeni enerji kullanımlarını dengeleyebilmektir.
Kış güvesinin dinlenme anında kullandığı enerji miktarı vücut sıcaklığı ile doğrudan bağlantılıdır. Vücut ısısı ne denli düşükse, güvenin kullandığı enerji miktarı da o denli az olur. Bu nedenle güveler en az enerji harcayacak kadar soğuk, ama aynı zamanda yaşamalarını sağlayacak kadar da sıcak ortamları tercih ederler. Böylelikle vücutlarındaki enerji kaynaklarını en dengeli biçimde kullanmış olurlar.
Dinlenme halindeki kış güvelerinde yapılan enerji metabolizması ölçümleri güvelerdeki bu enerji dengesini açıkça ortaya koymaktadır:
Örneğin 6 gram bitki özsuyu şekeri ile doyurulan bir kış güvesi, -3°C'lik hava sıcaklığında 193 gün boyunca dinlenme halinde kalabilmiştir. Sıcaklık üç derece yükseltildiğinde, yani 0°C olduğunda bu yakıt yalnızca 24 gün dayanmaktadır. 10°C'de ise enerji rezervleri yalnızca 11 gün yeterli olmaktadır.40
Görüldüğü gibi güvelerin yaptıkları tercih yine son derece isabetli ve akılcıdır. Bu, akılda tutulması gereken önemli bir noktadır.

5. Aşama: Kış Güvelerine Özel Isı Yalıtım Sistemi

Bilindiği gibi sıcak olan ortamdan soğuk olana doğru sürekli bir ısı transferi söz konusudur. Bu nedenle kış güvesinin vücut ısısını yükseltmesi, uçuş için tek başına yeterli değildir. Çünkü böceğin yüksek vücut sıcaklığıyla, dışarıdaki düşük hava sıcaklığı arasındaki fark, ısı kaybının hızlanmasına yol açacaktır. Dolayısıyla kış güvesinin uçabilmesi, dahası yaşayabilmesi için ürettiği ısıyı koruyabileceği bir yönteme de ihtiyacı vardır. Güvenin bu ihtiyacı da yine vücudundaki mükemmel tasarım ile çözülmüştür.

Kış Güvesi Isıyı Yalıtabilir mi?

Soğumaya karşı en etkin metod yalıtımdır. Özellikle soğuk iklimlerde binalardaki ısı yalıtımı büyük önem taşır. Binalar dış cephelerinde, camlarında ve çatılarında ısı kaybını en az düzeye indirecek teknolojiler kullanılarak inşa edilir. Benzer şekilde, kış güvelerinde de ısı kaybını azaltan bir yalıtım tertibatı vardır. Bu mükemmel sistem güvelerin gövdelerini kaplayan yoğun  pulumsu bir tabakadır.
Vermont Üniversitesi'nden zooloji profesörü Bernd Heinrich yaptığı deneyler sonucunda, pulumsu örtüsü olmayan güvelerin, olanlara oranla daha hızlı soğuduğunu tespit etmiştir. Prof. Heinrich, bu örtünün ısıyı ne derece tutabildiğini saptamak için de bir deney yapmıştır. Deneyde koruyucu örtü ile kaplı olan ve bu örtüsü dökülmüş olan güveleri, bir rüzgar tünelinde çeşitli rüzgar hızlarına tabi tutmuştur. Bu şekilde güvelerin vücutlarının soğuma hızlarını ölçmüştür. Sonuçta saniyede 7 metrelik bir hava hızında –ki bu kabaca güvenin uçuş sırasındaki hızına eşittir- koruyucu tabakası olmayan güvelerin diğerlerinden 2 kat hızlı bir şekilde soğuduklarını görmüştür.41
Sonuç olarak bu tabaka güveler için önemli bir donanımdır; fakat yine de gereksinimlerini karşılamak için tam olarak yeterli değildir. Zira kış güveleri nem bulunan ortamlarda ancak -2°C'ye kadar yaşayabilmektedirler. Bu, onların standart donma noktasıdır. Ancak daha önce de belirtildiği gibi yaşadıkları bölgede ısı -20°C ve daha altına da düşebilmektedir. Böylesine bir soğukta pulumsu tabakanın koruyucu fonksiyonu elbette yeterli olmamaktadır. Bu durumda güvenin yeni bir sisteme daha ihtiyacı vardır.
Bu bilgilerden yola çıkan bilim adamları kış güvelerinin ısınma sistemlerini daha da detaylı olarak araştırmaya başlamışlardır.
Prof. Bernd Heinrich
Kış güvesinin işitme organı, hava odacıklarının içindedir. Bu odacıklar mükemmel ısı yalıtıcıları olarak işlev görürler. Bu özellikleri nedeniyle odacıkları çift camlı bir pencereye benzetmek mümkündür.
(Yukarda)  Dış ortamla iç ortam arasındaki ısı akışını bu odacıklar engeller; böylece sıcak olan göğüs kısmı ile soğuk olan kuyruk kısmı arasında bir nevi set oluştururlar.

Isı Sistemindeki Kusursuz Tasarıma Bir Delil Daha

Uçuş sırasında hava sıcaklığının sıfırın altında olduğu düşünülürse, kış güvesinin aşması gereken bir problem daha bulunmaktadır. Güve, göğüs bölgesinin sıcaklığını korumak için kanatlarını titreştirecektir. Ancak açığa çıkan ısı bir yandan kaybolacağı için güve bir türlü gereken sıcaklığa ulaşamayacaktır. Bu durumda güve titreşme için bütün enerjisini tüketecek, sonunda da ölecektir. Ancak olması muhtemel bu durumun aksine kış güvesi yaşamını sürdürür; çünkü vücudundaki sistemler her problemin üstesinden gelecek mükemmellikte bir tasarıma sahiptir.
Isının göğüs dışındaki daha soğuk vücut bölgelerine yayılmasını önleyen bu sistem, güvenin göğüs sıcaklığını korumada, ideal bir yalıtım aracı gibi görev yapmaktadır.
Massachusetts, ABD Silahlı Kuvvetleri Çevresel Tıp Araştırmaları Enstitüsü'nde görevli George R. Silver konuyla ilgili bir dizi çalışma yapmıştır.
Silver, kızılaltı kameralarla bu böceklerin çeşitli fotoğraflarını çekmiş ve yaydıkları ısı miktarlarını gözlemlemiştir. Resimler ısınma, uçuş ve uçuş-sonrası soğuma sırasında kış güvelerinin bacaklarının, kanatlarının ve karın bölgelerinin çok az ısındığını ya da hiç ısınmadığını göstermiştir.
George Silver'ın araştırmaları kış güvelerindeki bir başka yaratılış mucizesini gün ışığına çıkarmıştır: Güvelerdeki bu mekanizma, baş ve karın bölgesine ısı akışını geciktiren, aynı zamanda bacaklarla kanatlar gibi uç bölgelere ısı transferini tümüyle engelleyen bir yalıtım sistemidir. Isının göğüs dışındaki daha soğuk vücut bölgelerine yayılmasını önleyen bu tasarım sayesinde güve, kendisi için hayati önemi olan göğüs sıcaklığını muhafaza etmektedir.
Ancak burada önemli bir soru akla gelecektir. Titreşme sonucunda uçuşa geçen bir kış güvesinin karın sıcaklığı ortalama 2°C'lik bir artış gösterir; aynı zamanda göğüs sıcaklığındaki artış ise 35°C'yi bulur.
Peki bu yalıtım sistemi, birbirinden bir ya da iki milimetre uzaklıktaki karın ve göğüs bölgeleri arasındaki 30°C'yi aşan bu sıcaklık farkını nasıl koruyabilmektedir?
Bu sorunun yanıtı da güvenin dolaşım sistemindeki hayranlık uyandıran başka bir tasarımda gizlidir.

Kış Güvelerinin Farklı Vücut Yapıları

Kan, tüm güvelerde tek bir damarda, karından göğüse, buradan da başa doğru akar ve bu sırada ısınır. Dönüşte ise doku içinden süzülür. Bununla birlikte kış güvesinin anatomileri diğerlerinden, örneğin yaz güvelerinden farklıdır. Kış güvesinin soğuk havalarda yaşamasını sağlayan da işte bu tasarım farklılığıdır.
Kış güvesinin kuyruğu boyunca ilerleyen damar, dolaşım sisteminin kalp ve aort kısmını oluşturur. Kuyruğun üst tarafında uzanan bu bölüm, karın bölgesine yaklaşınca 90 derece bükülerek aşağı doğru yönelir. Daha sonra göğüs ile karnın birleştiği yerin altından bu bölgeye giriş yapar. Dolaşım sisteminin buraya kadar olan bölümünde akan kan soğuktur.
Damar karın bölgesine girdiğinde, buradaki kasların kasılmaları kanın ısınmasını sağlar. Artık karından gelen ve göğüse doğru uzanan damarın içindeki kan ısınmıştır. Karın ile göğsün birleştiği tarafta damar yaklaşık olarak V biçimindedir. Bu V'nin sol kolundaki kan soğuk, sağ kolundaki kan ise sıcaktır.
Normal şartlar altında, yukarı çıkan sağ koldaki sıcak kanın ısısının soğuk kanın dolaştığı kuyruk kısmına geçmesi gerekir. Ancak kış güvesi, işitme organı sayesinde ölümüne neden olacak böyle bir durumu asla yaşamaz.
Güvenin işitme organı, damarın V biçimini aldığı kıvrımın tam ortasında yer alır. Bu organ ısı sistemindeki üstün tasarım örneklerinden biridir.
Hayvanın işitme organı, hava odacıklarının içindedir. Bu odacıklar mükemmel ısı yalıtıcıları olarak işlev görürler. Bu özellikleri nedeniyle odacıkları çift camlı bir pencereye benzetmek mümkündür. Dış ortamla iç ortam arasındaki ısı akışını bu odacıklar engeller; böylece sıcak olan göğüs kısmı ile soğuk olan kuyruk kısmı arasında bir nevi set oluştururlar.
Sonuçta kuyruk kısmı, karın bölgesinin ısısını alamaz. Ayrıca kulaktaki hava odacıklarının yanında, sistem ek yalıtım sağlayan hava kesecikleriyle de desteklenmiştir.
Buraya kadar anlattıklarımız güvelerdeki ısıtma sisteminin sadece bir bölümüdür. Ancak bu özellikler bile evrim teorisinin "tesadüf" açıklamalarına çok açık bir darbe indirmektedir. Kusursuz bir mühendislik ile çok detaylı olarak tasarlanmış olan bu sistem son derece komplekstir. Aşama aşama işleyen bu sistemin oluşumu rastgele mutasyonlarla, kendiliğinden oluşum gibi hayali iddialarla açıklanamaz. Bu sistemin çalışması için eksiksiz olarak bütün detaylarıyla birlikte var olması gerekmektedir.
Güvenin işitme organının tam yerinde olması ve bir set oluşturması gerekmektedir ki güvelerdeki ısı yalıtımı tam olarak sağlansın ve gerekli bölgeler ısınsın. Antifriz tam gereken miktarda ve özelliklerde olmalıdır ki güve harekete geçecek vakti kazansın. Güvelerin sinir sistemleri ve kasları aynı anda hareket etmelidir ki güveler titreşen kanatlarıyla ısınabilsinler.
Bütün bunlar rastlantılarla açıklanması kesinlikle mümkün olmayan sistemlerdir. Güvelerdeki bu tasarımlar, Allah'ın canlıları ne denli kusursuz bir yaratılışla yarattığını gösteren sayısız delilden yalnızca bir tanesidir.
Bu delilleri gören insan düşünmeli ve Allah'tan başka İlah olmadığına bir kere daha kanaat getirerek yaşamını Allah'ı hoşnut edecek şekilde sürdürmelidir. Allah'ın gücünün sınırsızlığı ve şanının yüceliği ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur; bu O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Rum Suresi, 26-27)

Güvedeki "Karşıt Akışlı Isı Değiştiricileri"

Kış güvelerindeki dolaşım sistemini incelemeye devam ettiğimizde daha başka şaşırtıcı yapılar karşımıza çıkar. Bu böceklerde kuyruk ucundan başlayan ve hava keseciğinin hemen altına kadar uzanan damar bölümünde akan kan soğuktur. Damarın hava keseciğinin hemen altında bulunan kısmı V'nin alt ucunu oluşturur. Damar burada özel bir dokunun içinden geçer. Bu dokuda da damardaki gibi bir kan akışı mevcuttur. Ancak damardaki kan soğuk iken, dokudaki kan göğüs kısmından gelen sıcak kandır.
Bu durumda teorik olarak sıcak kandan, soğuk kana doğru ikinci bir ısı transferinin olması beklenebilir. Böyle bir ısı transferinde ise göğüsteki ısı, dolaşım sistemi yoluyla kuyruk kısmına yayılacak ve güve ne kadar titreşirse titreşsin asla uçuş için gerekli ısıya ulaşamayacaktır. Ayrıca hava keseciklerinin ısı yalıtma özelliği de hiçbir işe yaramayacaktır.
Ancak bütün bu olumsuzlukların hiçbiri gerçekleşmez. Çünkü kış güvelerinin yaşamı için gerekli ısı ihtiyaçlarının tümü biyolojik bir mühendislik harikası ile düzenlenmiştir. İşte bu düzenlemeyi sağlayan sisteme "karşıt akışlı ısı değiştiricisi" adı verilir.
Karşıt-akışlı bir ısı değiştiricisinde, birbirine bitişik olan farklı kanallardaki iki sıvı (veya gaz) birbirlerine karşıt yönlerde akarlar. Bir kanaldaki akışkan diğer kanaldakinden daha sıcaksa, ısı, sıcak akışkandan soğuk olana geçer.
Güvede de iki tane ısı değiştiricisi bulunur. Bunlardan ilki "karınsal ısı değiştiricisi"dir. Bu ısı değiştiricisi adından da anlaşılacağı üzere karında, hava keseciğinin hemen altında yer alır. Karınsal ısı değiştiricisinde, damardaki soğuk kan ile dokudaki sıcak kan birbirlerine zıt yönlerde akar.
Soğuk kan karından göğüse doğru akarken, aynı ortamda sıcak kan göğüsten karın bölgesine doğru akar. Bu akış yönü, ısının dokudan damara, oradan da göğüse geçmesine neden olur. Böylece göğüsten salınan ısı, göğüse giren soğuk kana yüklenir. Bu sayede göğüsteki ısının karna geçmesi kesin bir şekilde engellenmiş olur.
Karından çıkan kan damarı ise göğüs bölümüne girer. Burada "göğüs ısı değiştiricisi" adını alan ikinci bir ısı değiştiricisi bulunur. Damar, karnın altından göğüse girer. Hemen sonra göğsün üst tarafına yani sırta doğru tırmanır. Burada keskin bir U dönüşü yaparak yeniden göğsün altına doğru döner. Damarın buradaki şekli, kolları birbirine bitişik "n" harfine benzetilebilir. Damardaki bu kıvrımın olduğu kısım göğüs ısı değiştiricisini oluşturur. Damarın kıvrımını oluşturan kolları birbirine çok yakın olduğundan, iki kol arasındaki ısı farkı minimuma indirilmiştir. Böylelikle kış güvesinin göğüs kısmındaki ısı mükemmel bir biçimde sabitlenmiş olur.
A. Cuculiinid KIş Güvesi
B. Sfenks Güvesi
C. Karin
D. Göğüs
1. Kalp
2. Kulak
3. Göğüs isi Değiştirici (Aort)
4. Hava Kesecikleri
5. Karinsal Isı Değiştirici
6. Aort
7. Soğutma Halkasi
Bir kış güvesi (üstteki resim) ile yaz güvesi (alttaki resim) birbirinden farklıdır. Kış güvesinin yaratılışındaki farklılıklar çok soğuk havalarda bile yaşamasına imkan tanır. Kış güvesinin hava kesecikleri göğüs bölgesini yalıtır ve ısıyı bu bölgede muhafaza eder. Ayrıca böceğin dolaşım sistemi de göğüs ısısını koruyacak bir tasarıma sahiptir. Resimlerdeki siyah oklar kan dolaşımının yönünü göstermektedir. Bütün güvelerde kan, tek bir damar ile karından göğüse oradan da baş kısmına akar. Dönüşte ise, kan doku içinden süzülür. Kış güvesinin dolaşım sistemi karşıt-akışlı bir karın ve bir göğüs ısı değiştiricisi içerir. Karınsal ısı değiştiricisinde kalp ve aort arasında akan kan soğuktur (soğuk kan mavi ile gösterilmiştir). Bitişik dokuda ters yönde akan kan ise daha sıcaktır (sıcak kan kırmızı ile gösterilmiştir). Böylece ısı dokudan damara, oradan da göğüse geçer (kırmızı oklar). Göğüsteki ısı değiştiricisi aorttur.  

Kış Güvelerindeki Damar Sistemi

Göğüs ısı değiştiricisinin önemini anlamak için, kış güvesindeki damar sistemini, sıcak ortamlarda yaşayan sfenks güvelerindeki ile kıyaslamak yerinde olacaktır.
Sfenks güveleri kış güvelerine nazaran oldukça büyük gövdelidir ve özellikle tropikal bölgelerde yaşarlar. Bu böceklerde göğüs ısı değiştiricisi yerine "soğutma halkası" adı verilen bir sistem vardır. Sfenks güvesinde, n'ye benzeyen damar kıvrımı yerine R'ye benzeyen bir kıvrım bulunur. Yan sayfadaki şekilden de anlaşılacağı gibi sfenks güvesindeki damar kıvrımının sol tarafı kış güvesininkinden daha uzundur. Bu durum kıvrımın sol kolu ile sağ kolu arasında bir ısı farkının oluşmasına neden olur. Zaten bu nedenle sfenks güvesinin dolaşım sisteminin bu kısmına "soğutma halkası" adı verilmiştir.
Sfenks güveleri ile dev ipek güveleri kış güvelerinden 60 kat daha büyük bir kütleye sahiptir. Bu nedenle çok daha kolay ısındıkları düşünülebilir. Ancak beklenenin aksine bu güveler fazla ısıyı önce kafaya ve karın bölgesine sonra da bu bölgelerden havaya verirler. Diğer bir deyişle, kış güvelerindeki ısıtıcı mekanizmaya karşılık sfenks güvelerinde soğutucu bir sistem vardır. Eğer kış güveleri sfenks güvelerindeki gibi bir dolaşım sistemine sahip olsalar asla yaşayamazlardı. Bu iki güve türü arasındaki bedensel farklılık, Arabistan ve Sibirya koşulları için üretilen klimalardaki mühendislik ve tasarım farklılığına benzetilebilir.
Kış güvelerindekine benzer bir anatomiye sahip diğer bir tür de çadırlı tırtıl güveleridir. Bunların göğüs bölümlerindeki damar kıvrımı da kış güvesinde olduğu gibi "n" biçimindedir; ancak aşağı inen kol yukarı çıkan kola bitişik değildir. Bu ufak fark çadırlı tırtıl güvesinin ısı tutabilme yeteneğini etkiler ve sadece sıcak havalarda uçabilmesine imkan tanır.
Görüldüğü gibi her iki canlının bedeninde de aynı sistem olmasına rağmen küçük bir fark önemli değişikliklere neden olmaktadır. Her iki canlı da yaşadıkları bölgeye en uygun vücut yapılarına sahiptirler. Bu durum evrimcilerin "tesadüfen oluşum iddialarını" çok açık bir şekilde yalanlamaktadır.
Evrimcilere göre tesadüfen oluşan gelişimler ile canlılar bu özelliklerini kazanmışlar ve bir canlı başka bir canlıya dönüşmüştür. Buraya kadar verilen güvelere ait özelliklerden tek bir tanesi bile bu iddianın ne derece akıl ve mantık dışı olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
Hiçbir tesadüf bir güvenin damar kıvrımlarının nasıl bir şekle sahip olacağını belirleyemez. Üstelik bu tesadüf şimdiye kadar var olan bütün kış güvelerinde aynı şekilde var olmalıdır. Bu da konunun evrimcilerin iddialarının geçersizliğini ortaya koyan başka bir yönüdür.
Karşılaştığı problemleri analiz eden, bunlara çözümler üreten, geliştirdiği sistemlere göre kendi anatomisini düzenleyen, güvenin kendisi de olamaz. Üstelik buraya kadar verilen bilgilerde de görüldüğü gibi, güvelerdeki tasarımda muhtemel bütün olasılıklar düşünülerek bir sistem oluşturulmuştur.
Hiç kuşkusuz, tüm canlıları olduğu gibi güveyi de yaratan ve ihtiyacı olan sistemleri ona veren, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Allah bir böceğin bedeninde yarattığı benzersiz tasarımlarla sanatının sınırsızlığını bize tanıtmaktadır. Allah, Kaf Suresi'ndeki ayetlerde yarattıkları üzerinde düşünülmesini şöyle emretmektedir:
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiç bir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. (Kaf Suresi, 6-8)
Unutmayın ki düşünmek, her insanın kendisine fayda getirir. Bu gibi örnekler üzerinde düşünen insan Allah'ın yüceliğini ve sınırsız gücünü daha iyi kavrar.

Doğadaki Mikromotorlar

Vücudumuzdaki bazı hücreler, tüycüğü42 andıran yapılara sahiptirler. Tüycüklerin tek görevi hücreyi hareket ettirmektir. Örneğin erkek üreme hücreleri olan spermler bir tüycük olan kamçılarını yüzmek için kullanırlar. Tüycükler bazen de solunum hücrelerinde olduğu gibi başka bir şeyi hareket ettirmeye yararlar. Örneğin solunum hücrelerinin her biri yüzden fazla tüycüğe sahiptir. Bu tüycüklerin sürekli hareket ettirilmesiyle birlikte solunum yollarında biriken mukus sıvısı yukarı doğru itilmiş olur. Böylece solunum yollarından içeri kaçan küçük parçacıkların, mukus yoluyla dışarı atılması sağlanır.
Tüycükler mikroskobiktir, ancak oldukça kompleks bir yapıları vardır.
Bir tüycük diklemesine kesildiğinde ve elektron mikroskobu altında incelendiğinde çubuk şeklindeki dokuz ayrı yapıdan oluştuğu görülecektir. "Mikrotüp" olarak adlandırılan bu çubuklar iç içe geçmiş iki ayrı halkadan oluşurlar. Halkalardan birincisi 13 ayrı telden oluşur. İkinci halkayı oluşturan tellerin sayısı ise 10'dur. Mikrotüpleri oluşturan ana madde "tübilin" denen proteinlerdir. Ayrıca mikrotübün "dinein" isimli bir proteine sahip dış kol ve iç kol denen iki uzantısı da vardır. Dinein proteininin görevi ise hücreler arasında motor görevi yapmak ve mekanik bir güç oluşturmaktır.
Tüycüklerin tek hedefi hücreleri ya da maddeleri hareket ettirmektir. Bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için çok detaylı bir tasarım oluşturulmuştur. Burada kısaca anlatılan bu mükemmel yapının "hiçlik" olarak nitelendirebileceğimiz kadar küçük bir hücrenin içinde tasarlanmış olması elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Buraya kadar anlatılanlar mikroskobik tüycüklerden tek bir tanesini oluşturan parçalardaki tasarımın çok kısa ve basit bir özetidir. Bu durumda akla hemen bu tasarımın nasıl ortaya çıktığı sorusu gelecektir. Tüycüklerin yapısındaki akıl ve kusursuz planlama bize çok açık bir yaratılış mucizesi ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Gözle görülemeyecek kadar küçük bir cisimdeki bu detaylı sanat sonsuz ilim sahibi olan Allah'ın yaratmasıdır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
İlerleyen sayfalarda tüycüklerdeki yapı daha da detaylandırılarak ele alınacaktır. Amaç, Allah'ın kusursuz yaratışının delillerini gözler önüne sermek ve Rabbimizin şanının yüceliğinin, O'ndan başka İlah olmadığının bir kere daha anlaşılmasına vesile olmaktır.
1. Stoplazma
2. iç Gövde
3. Hücre Zarı
4. Peptidoglisan Tabaka
5. Dış Zar
6. Flament
7. Kanca
1. Tüycük
2. Hücre Zarı
3. Hücre Duvarı
4. Tüycüğün Dönel Hareketi
Birçok bakteri, içlerinde son derece kompleks bir hareket sistemi bulunan tüycüklere sahiptir. Yukarıdaki resimde bu sistem şematik olarak gösterilmektedir.

Tübilin Moleküllerindeki Tasarım

Tüycükleri oluşturan dokuz ayrı çubuğun (mikrotüplerin) yapısı son derece sistemlidir. Daha önce mikrotüplerin tübilin proteinlerinden oluştuğunu belirtmiştik. İşte tübilin proteinini oluşturan moleküller, silindirik tuğlalar şeklindedirler ve üst üste dizilerek bir araya gelmişlerdir. Ancak herkes bilir ki, silindir şeklindeki cisimler eğer birbirlerine bağlanmazlarsa, üstüste yığıldıklarında en ufak bir etki ile bile yıkılabilirler.
Eğer tübilin molekülünün bir tarafı ikinci bir tübilin molekülünün arka tarafını tamamlayacak bir yüzeye sahip olmasaydı, böyle bir yıkıma maruz kalabilirlerdi. Ancak böyle bir durum hiçbir zaman gerçekleşmez, çünkü tübilin molekülleri konserve kutularına benzeyen bir yapıya sahiptirler.
Bilindiği gibi konserve kutusunun alt kısmı içeriye doğru hafifçe girintilidir. Kutunun öteki tarafı ise buraya oturabilecek bir formdadır. Bu nedenle kutular rahatlıkla üst üste durabilir. Dahası, kutulardan birine hafifçe çarpsanız bile diğerleri yıkılmazlar.
Ne var ki, kutuların doğru bir tasarıma sahip olmaları da tek başına yeterli değildir. Eğer kutular aynı yüzleri üst üste gelecek şekilde dizilmişlerse, yine karşılaşacakları küçük bir darbe ile dağılacaklardır. Görüldüğü gibi kutuların doğru olarak dizilmesi de ayrı bir planlamayı gerektirmektedir.
Tübilin moleküllerinin birbirine tutunması konserve kutularının üst üste oturmasından çok daha kompleks bir olaydır. Tutunma olayının gerçekleşebilmesi için bir protein molekülünün bir başka protein molekülüne bağlanması gereklidir. Ancak hücrede birbirinden farklı binlerce protein vardır ve tübilin moleküllerinin doğru moleküllerle bağlantı halinde olması şarttır. Eğer tübilin molekülleri sırf kendilerine daha yakın olduğu için herhangi bir proteinle bağ kurmuş olsalardı, bugün tüycük adını verdiğimiz yapılar asla var olmazlardı.
Tübilin moleküllerinin tasarımını incelemeye devam ettikçe, giderek daha da kompleks hale gelen bir yapı ile karşılaşırız.
Bu molekülde 10 tane kısa, iğneye benzer çıkıntı bulunmaktadır. Alt tarafta bu çıkıntıların içine tam olarak oturan 10 girinti mevcuttur. Çünkü tüm çıkıntılardan sadece birindeki farklılık tübilinin gerekli bağlantıyı kurmasını engelleyecektir. Bu durum çok kesin ve net bir şekilde her bir tübilin molekülünün, biri diğerine uygun olacak şekilde yaratıldığını kanıtlamaktadır.
1. Neksin
2. Dinein
3. Neksin
1. Dia Dinein Kolu
2. Protoflaman
3. Halka Başı
4. İç Dinein Kolu
5. Neksin
6. Alt Fiber B
7. Alt Fiber A
8. Bağlantı Köprücüğü Olan Mikrotübüller
9. Hücre Zarı
10. Radyal Halka
Mikrotübün hareketi, mikrotübü oluşturan moleküller arasındaki bağlayıcı proteinlerle sağlanır. Hareketi sağlayan ana unsur, esnek neksin proteinidir. Dinein proteini moleküller üzerinde kayınca bu, bükülme hareketine dönüşecektir.
Tüycüklerin kesitine bakıldığında iç içe geçmiş halkalardan oluşan kompleks bir yapının hakim olduğunu görürüz. İçte tek halkadan oluşan merkezi mikrotüp bulunur. Dış kısımda ise proteinler ve tüycüğün hareketini sağlayan dinein motoru yer alır.

Tüycüğün Hareketini Sağlayan Bağlantılar

Hücre incelendiğinde, tıpkı tübilin molekülleri gibi birbirlerine tutunan mikrotüplere de rastlanacaktır. Ancak mikrotüpler arasındaki bağlantı tübilinlerinki gibi birbirlerine tutunma şeklinde değildir. Mikrotüpler ancak başka proteinlerin yardımı sayesinde birbirlerine tutunabilirler. Bu durumun son derece önemli bir nedeni vardır.
Mikrotüplerin hücrede çok fazla görevi vardır ve bu görevlerin pek çoğu da ancak mikrotüpler tek başlarına olduğunda yerine getirilebilmektedir. Ne var ki tüycüklerin hareketi gibi diğer bazı işler için de birbirine bağlantılı mikrotüpler lazımdır. İşte bu nedenle mikrotüplerin her an değil de gerekli durumlarda, belirli proteinlerle birbirlerine bağlanıyor olmaları son derece önemli bir ayrıntıdır.
Eğer mikrotüplerin de tübilinler gibi kendi kendilerine bağlanma özelliği olsaydı, mikrotüpler sürekli olarak biraraya gelecek ve hücrede üstlendikleri birçok görevi yapamayacaklardı. İşte bu nedenle mikrotüpler arasında özel bağlayıcılar yaratılmıştır. Bu bağlayıcılardan birisi neksin adlı bir proteindir. Neksin, birbirine yapışık iki halkadan oluşan bir mikrotübü bitişiğindeki başka bir mikrotübe bağlar.
Ayrıca her mikrotüpte, dinein proteininden oluşan iki ayrı uzantı bulunur. Bunların birisine "dış kol", diğerine de "iç kol" denir. Dinein proteinleri neksinden farklıdır. Bunların görevi bir tür motor görevi yaparak hücrede mekanik bir güç oluşturmaktır. Bu nedenle neksin ve dinein mikrotüpler arasında bağlantı oluşturmalarına karşın farklı görevler üstlenmişlerdir. (Tüycükte neksin ve dineinden başka bağlayıcılar da vardır.) Eğer neksin ve dinein proteinleri birbirini tamamlayıcı bu özelliklerinden yoksun olsalardı tüycükler bu hareketi yapamazlardı.
Soldaki (1) resimde mikrotüplerin tamamı görülüyor. Orta ve Sağdaki resimlerde ise (2) dinein ve (3) neksin proteinlerinin hareketinin mikrotüplerde nasıl bükülme hareketine dönüştüğü gösterilmektedir. Bu bükülme hareketinde dinein ve neksin proteinleri farklı görevler üstlenirler. Dinein, motor görevi yaparken, neksin, yapıyı ayakta tutan destekleyici bir etki yapar. Eğer neksin ve dinein birbirini tamamlayıcı bu özelliklerinden yoksun olsalardı tüycükler hareket edemez hale gelirdi.

Mikroskobik Boyutlarda Bir Motor

Bu birbirine bağlı yapıyı daha da detaylandıran ve kompleksleştiren bir detay daha vardır. Tüycüklerin hareketini sağlayan ve bir motoru andıran yapı, ait oldukları hücrenin içinde değil de tüycüklerin kendi içlerinde yer alır. Bu motor yapıdaki unsurlardan birinin -örneğin dinein proteininin- eksikliği halinde tüycük hiçbir şekilde hareket edemez.
Bilim adamları tüycükteki motor yapıyı daha anlaşılır hale getirebilmek için bir model oluşturmuşlardır. Bu modeli başlangıçta yaptığımız konserve kutuları örneklemesinin devamı olarak şöyle tarif edebiliriz:
Üst üste sıralanmış iki konserve sütunu, gevşek tellerle birbirine bağlıdır. Bir konserve kutusuna küçük bir motor ve yandaki konserve sütununa da bir motor kolu bağlanmıştır. Motor çalıştığında, motor kolu aşağı kayarak bağlı olduğu sütunu aşağı iter. Sütunlar birbirlerinin içinden geçerler. Bu arada gevşek teller gerilmeye başlar. Motor kolu karşı sütunu ittikçe, telin meydana getirdiği gerginlik her iki sütunun da belli bir yere kadar eğilmesine neden olmaktadır. Ayrılma hareketi eğilme hareketine dönüşmüştür.
Şimdi de bu benzetmeyi basitçe biyokimyasal olaylarla ifade edelim:
Karşı sütunu harekete geçiren, iki mikrotüp arasındaki dinein proteininin kollarıdır. Bu hareket için ATP olarak adlandırılan biyolojik enerji kullanılır. Bu gerçekleştiğinde iki mikrotüp beraberce hareketlenmeye başlarlar. Eğer "aradaki gevşek tel" olarak modellenen neksin olmasaydı her iki sütun harekete devam ederlerdi ve birbirlerinden ayrılırlardı. Ancak, neksin proteininin karşılıklı bağları komşu mikrotübün, diğerinden kısa bir mesafeden fazla uzaklaşmasını engeller. Esnek neksin bağlayıcıları son sınıra dek uzandıklarında, dinein proteininin daha fazla hareketi neksin bağlayıcılarının mikrotüpden çekilmelerine neden olur. Dinein hareketine devam ettikçe gerilim artar. Mikrotüpler esnek oldukları için dinein proteininin karşı sütunda neden olduğu kayma hareketi zamanla bükülme hareketine dönüşmüş olur.
1. Dış Zar
2. Kanca (Kardan Kavraması)
3. Filament (ilerletici)
4. L Halkası
5. P Halkası
6. Rakor
7. Hareket Mili
8. Lokmalar
9. C Halkası
10. Stator
11. S Halkası
12. M Halkası
13. Rotor
14. İç Zar
1.Kanca
2.Kamçı Lifi
3. Dış Zar
4. Destek Halkası
5. Peptidoglisan Tabakası
6. İç Zar
7. Rotor
8. Stator

Tüycüklerdeki Mekanik Sistem Tesadüfen Oluşamaz

Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi tüycüklerde tamamen birbirine bağlı işleyen mekanik bir sistem tasarlanmıştır. Mekanik sistemleri tasarlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü kurulacak sistemdeki tüm elemanların sayısı tam gerektiği kadar olmalı, hepsinin bütün özellikleri tam olmalıdır. En ufak bir eksiklik, sonucu olumsuz yönde etkileyebilir.
Bunu görmek için kardeşinizin ya da çocuğunuzun hareket eden oyuncaklarından en basitini alın ve şöyle bir göz atın. Hareket etmelerini sağlayan parçalardan tek bir tanesi olmasa elinizdeki oyuncak çalışmayacaktır. Ya da kapı kollarını düşünün. Bağlantı elemanlarından bir tanesi eksik olsa kapı kolu hiçbir işe yaramayan metal parçaları haline gelecektir.
Şimdi de tüycükteki hareketi sağlamak için lazım olan parçaları hatırlayalım:
  1. Mikrotüpler: Tüycüklerin ana yapısını oluşturan unsurlardır. Varlıkları, bir inşaatın bina olarak kabul edilmesi için gerekli olan duvarların varlığı kadar şarttır. Eğer mikrotüpler olmasaydı motor kolunun üzerinde kayabileceği hiçbir parça olmayacaktı.
  2. Motor: Tüycüklerin, dolayısıyla mikrotüplerin hareket edebilmeleri için mutlaka olmalıdır.
  3. Bağlayıcılar: Komşu sütunları hareketlendirebilmek için bağlayıcılara ihtiyaç vardır. Ayrışma hareketini bükülme hareketine dönüştürür ve yapının yıkılıp dağılmasını engellerler.
Hareket sisteminin başarılı olarak çalışması için elemanların yapısal özellikleri de son derece önemlidir. Bu özelliklerdeki bir fazlalık veya eksiklik sistemi başarısız kılabilir. Sözgelimi iki sütunu bağlayan tel, üzerindeki gerilimi kaldıramayacak kadar zayıf olsaydı, motorun ilk hareketinde kopar, bu da her iki sütunun dağılıp gitmesine neden olurdu. Ancak böyle olmaz, tel tam gereken özelliklerdedir, proteinler de ve diğer bütün parçalar da…
Bütün bunlar tüycüklerin yapısındaki mükemmelliği ve kompleksliği göstermek için yeterlidir. Ancak bunun daha iyi kavranması için bu konudan haberdar olan her insanın kendi kendine sorması gereken sorular vardır:
Mikroskobik bir alana yerleştirilmiş olan bu mekanizmalar nasıl oluşmuştur? Tüycükleri oluşturan moleküller bu özellikleri nasıl kazanmışlardır? Tüycük, içindeki bağımsız motor sistemi nasıl ortaya çıkmıştır? Tüycükler evrimcilerin iddia ettikleri gibi, bazı rastlantılar sonucu aşama aşama meydana gelebilir mi?
Hücrelerdeki tüycüklerin tesadüfen bu yapıyı oluşturamayacakları akıl sahibi her insanın takdir edebileceği bir gerçektir. Bu durumu şöyle maddelemek de mümkündür:
  1. Mikrotüplere bağlanan proteinlerin mutlaka o tür proteinler olması şarttır. Herhangi bir protein hücrenin şeklini etkileyecektir. Bu durum gelişigüzel yerleştirilmiş kabloların, binayı destekleyen kirişlerin konumlarını tamamen bozmasına benzetilebilir. Tüycüğün hareketli olabilmesi için mutlaka belli proteinler kullanılmalıdır. Tesadüfen oluşum gibi bir ihtimal sadece bu madde ile bile ortadan kalkmaktadır.
  2. Tüycük mutlaka hücrenin yüzeyinde oluşmalıdır. Hücrenin içinde oluşması durumunda hareketli olduğu için hücreye zarar verecek hatta yok edecektir. Bu da yine planlı bir tasarımı gerektirir ve tesadüf iddiasını saf dışı bırakır.
  3. Tüycükleri oluşturan proteinleri yani tübilin, dinein, neksin ve diğer bağlantılı proteinleri bir hücreye monte ettiğinizde, bunlar birdenbire hareket eden tüycüklere dönüşmezler. Bir hücrenin tüycüklere sahip olabilmesi için çok daha fazlası gerekmektedir. Detaylı bir biyokimyasal analiz yapıldığında, hücredeki bir tüycükte 200'den daha fazla protein bulunduğu görülecektir.
Bunlar tüycüğün çalışmasını sağlayan kompleks sistemdeki detaylardan sadece birkaç tanesidir. Sistemdeki herhangi bir eksiklik veya hata durumunda, tüycük hücre içerisinde başka bir yapıya bağlanabilir veya tüycüğün esnekliği farklılaşabilir ya da kuyruğun hareket süresi değişebilir veya tüycüğe ait zarın niteliği değişime uğrayabilir. Tüm bunlar hücre için hayati özelliklerdir. Dolayısıyla sistemde en ufak bir hataya yer yoktur.
200'den fazla proteinin birleşerek bu özellikleri tam olarak sağlayabilmesi için tam olmaları gereken yerde ve tam olmaları gereken sırada ortaya çıkmış olması şarttır. Bu durum, "zaman içinde oluşum" gibi evrimci senaryoların anlamsızlığını açıkça ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, tüycükleri oluşturan yapının bir anda yaratıldığını da göstermektedir.
İçinde pek çok elektrik ve mekanik aksamın bulunduğu bir hırdavatçı düşünün. Raftaki dişlilerin yuvarlanarak mile takılması, kenardaki bobin tellerinin motorun içinde sarım haline gelmesi, elektrik anahtarı ve kablolarının kendiliğinden motorun güç kaynağını oluşturması mümkün olabilir mi? Şüphesiz böyle bir senaryonun saçma olduğunu anlamak için elektrik veya makine mühendisi olmak şart değildir. Tıpkı, tüycükteki hareket sisteminin tesadüfen oluşamayacağını anlamak için biyokimyacı olmanın şart olmadığı gibi.
Hücreleri hareket ettiren bu tüycüklerdeki tasarım evrimcilerin iddialarının mantıksızlığını açıkça ortaya koyan örneklerden biridir.
Mikrotüpler, tüycükten ayrı olarak hücrenin bünyesinde de bulunurlar. Hücrenin içindeki ana işlevleri, hücrenin şeklini belirlemek için yapısal olarak destek vermektir. Ayrıca tüycükteki motor proteinleri olarak adlandırdığımız proteinler hücre içinde başka fonksiyonlara da sahiptir. Örneğin motor proteinleri, bir hücrenin içinde çeşitli parçacıkların taşınması için mikrotüpler boyunca seyahat ederler. Hücre içinde bir noktadan diğerine gitmek için mikrotüpleri otoyollar şeklinde kullanırlar.
Tüycükteki özel yapının her detayı ayrı bir mühendislik ürünüdür ve tüycükleri tasarlayanın varlığını kanıtlar, aklını ve ilmini bize tanıtır. Tüycüklerde tecelli eden bu üstün ve benzersiz akıl Yüce Allah'a aittir. Allah her varlığı mükemmel ve benzersiz bir tasarımla yaratmıştır. Bunlar üzerinde düşünmek insanın Allah'ın yüceliğini kavramasında önemli bir vesile olacaktır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
De ki: "O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka bir Rab mi arayayım? Hiç bir nefis, kendisinden başkasının aleyhine (günah) kazanmaz. Günahkar olan bir başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir."  (Enam Suresi, 164)
Bakteri Kamçısı Evrimcileri Yalanlıyor!
1. Veri İletişim Ağı
2. Veri İletişim Ağı
3. Kavrama Yeri
4. Kimyasal Algılayıcı
5. Eğime Hasas Mekanizma
6. Protein Yakıtlı Motor
7. Hareketli Spinal Pervaneler
Bakteriler; tek hücreli mikroorganizmalardır ve evrimciler tarafından "en ilkel canlı"lardan sayılırlar. Oysa bakterilerin, hareket etmelerini sağlayan bir iç motorları ve bu motora bağlı olarak hareket eden kamçıyı andırır bir uzantıları bulunmaktadır. Evrimcilerin ilkel canlı olarak nitelendirdikleri bir bakterinin hareketini sağlayan bu mekanizma bile 240 ayrı çeşit proteinden meydana gelmektedir. Bu proteinlerin her birinin tıpkı otomobildeki alternatör, regülatör ya da akü gibi birer işlevi vardır. Kimi kamçıyı harekete geçiren motorun açılıp kapanmasını sağlayan sinyaller yollar, kimi kamçıya hareket imkanı sağlayan mafsalları oluşturur, kimi de kırbaç üzerindeki zara esneklik özelliği verir.
Peki, kamçıyı oluşturan proteinlerden bir teki eksik olsaydı ne olurdu?
Şüphesiz, kamçıyı oluşturan proteinlerden bir tanesi bile oluşmasa ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz dolayısıyla bakteriye de hiçbir faydası olmazdı. O halde bakteri kamçısının, var olduğu ilk andan itibaren eksiksiz olarak işlemesi şarttır. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin "kademe kademe gelişim" iddiasının geçersizliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Bakteriler yeryüzündeki canlı ve cansız varlıkların içinde çok çok küçük sayılabilecek detaylardan yalnızca biridir. Ancak sahip oldukları detaylı tasarımla çok açık bir şekilde yaratılışı kanıtlamaktadırlar. Allah yarattığı büyük küçük bütün varlıklarda bize benzersiz sanatını tanıtmaktadır.

Ağaç Taşıdığınız Vinçle Yerden Bezelye Toplayabilir misiniz?

Fillerin hortumu çok fazla işleve sahiptir. Fil, bir yandan hortumu ile söktüğü büyük bir ağacın gövdesini taşıyabilirken, öte yandan bir bezelye tanesini yerden alıp ağzına atabilir. Ayrıca yıkanmak ya da su içmek için 4 litre suyu hortumunda taşıyabilir ve suyu bir fıskiye gibi havaya püskürtebilir. Yerine göre bir haberleşme aracı gibi kullanarak sürüsünü toplayabilir veya onları kaçmaları için uyarabilir. 50 bin adet kasla çevrili bu organ mükemmel tasarımı sayesinde çok fazla incelik ve hassasiyet gerektiren işlemleri yapabilme kabiliyetine de sahiptir.
Bilgisayar ve elektronik teknolojisi günümüzde büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Buna karşın; bir filin hortumunda olduğu gibi hem bir vinç kadar güçlü hem de bezelyeyi tutabilecek kadar hassas işleri aynı anda yapabilen makineler ya da robotlar henüz üretilememiştir.
Görüldüğü gibi filin hortumu özel bir tasarıma sahip bir organdır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir.
Fillerin hortumu  vinç kadar güçlüdür.  Bir ağacı yerinden söküp taşıyabilir. Öte yandan yerden bir bezelye tanesini almak ya da bir tutam ot koparmak gibi hassasiyet gerektiren işleri de yapabilir. Hortumu oluşturan kasların sayısı 50.000 adet değil de daha az olsaydı, böyle kullanışlı olamazdı. Filin kaslarının sayısını, yerlerini, güçlerini belirleyen Alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır.

Dünyanın En İnce Beslenme Borusu

Alyuvarlar
Bir sivrisineğin çok çabuk kan emebilmesi hayati bir öneme sahiptir. Bunun için de sivrisineğin kan emme sistemi, kanın yapısı ile % 100 uyumlu olmalıdır.
Kanın akışkanlığı, çoğu sıvıdan farklı olarak içinde aktığı tüpün çapına bağlı olarak değişir. Büyük çaplı tüplerde alyuvarlar kan sıvısı içinde rastgele dağılarak rahatça hareket edebilirler. Ama milimetrenin onda birinden küçük çaptaki tüplerde kanın akışkanlığı düşmeye başlar. Çünkü bu çaptaki borularda kan hücreleri yassılaşarak tüpün merkezinde yoğunlaşırlar. Milimetrenin "yüzde birinden küçük" çaplı borularda ise kanın akışkanlığı en az miktarda gerçekleşir. Çünkü kan hücresinin çapı borununkine yaklaşmıştır ve kan emmek, bir kamışla bezelyeleri emmek kadar zorlaşmıştır.
İşte bu noktada kan emerek beslenen canlıları incelediğimizde şaşırtıcı bir uyumla karşılaşırız. Sivrisineklerin ve diğer kanla beslenen canlıların emme borularının çapı milimetrenin yüzde birinin altına düşmez.43 Bu sayede bu canlılar kan emerken hiçbir zorluk çekmezler.
Bu konuda istisna olmaması ve aynı mükemmelliğin kan ile beslenen bütün canlılarda olması dikkat çekicidir. Tüm böcekler kan hücrelerinin çapını ölçmüş ve ona göre bir boru dizayn etmiş olabilirler mi? Yoksa çeşitli denemelerde bulunmuş ve bu denemeler sonucunda kan hücrelerinin geçebileceği kadar geniş ama aynı zamanda da hücrelerin hareket kabiliyetlerini kısıtlamayacak kadar küçük bir boru tespit etmiş olabilirler mi? Eğer böyle ise ilk başta hata yapmış olanlar, soylarını yok olmaktan kurtaracak bu tecrübeyi sonraki nesillere aktarmayı nasıl başarmış olabilirler?
Elbette bunlar gerçekleşmesi kesinlikle mümkün olmayan ihtimallerdir. Öncelikle bir böceğin başka bir canlının vücut yapısından, bu canlının damarlarında kanın dolaştığından, bu kanın içinde çeşitli hücrelerin bulunduğundan, bu hücrelerin kanın akışkanlığını etkilediklerinden haberdar olması gibi bir durum söz konusu değildir.
Bir kitapta ya da dergide sivrisineklerin vücut yapılarının tam kan emmeye uygun niteliklerde olduğuna dair bir haber okuduğunda normal akla sahip bir insanın aklına asla böyle ihtimaller gelmeyecektir. Bunu böceğin bir gün kendi kendine keşfettiğini de düşünmeyecektir. Çünkü bu uyumun tesadüfen oluşamayacağı akıl sahibi her insanın takdir edebileceği kadar açıktır.
Kaldı ki sivrisineğin kan emebilmesi için, kan hücrelerinin geçebileceği büyüklükte bir borusunun olması da tek başına yeterli değildir. Her şeyden önce kanı boru içinde hareket ettirecek bir kuvvete, dolayısıyla bu kuvveti ortaya çıkaracak bir sisteme de ihtiyaç vardır. Sivrisineklerin kafalarının içinde kaslar ve bu kaslar kasıldığında genişleyen boşluklar vardır. Kaslar kasılır ve genişleme ile birlikte basınçta düşme gerçekleşir. Bunun sonucu olarak kan beslenme borusunun içinde yukarı doğru akar.
Sivrisineklerdeki bu mükemmel mekanizmaların nasıl ortaya çıktığı sorusunun tek bir açıklaması vardır: Bu canlıları yaratan Allah'tır. Kan hücresi de, içinden geçeceği boru da kendilerine sahip oldukları özellikleri veren bir güç tarafından yaratılmıştır. O güç her şeyi bilen ve kusursuzca yaratan Allah'tır.

Basınca Dayanıklı Dokulara Sahip Canlılardan Örnekler

Rhodinius prolikxius
Bilimsel adı Rhodinius prolikxius olan "katil böcek" isimli bir başka kan emicinin, çok mükemmel bir pompalama mekanizması vardır. Bu böceğin başının içi hemen hemen tümüyle boşluklar ve kaslarla kaplı olacak şekilde dizayn edilmiştir. Bu tasarım sayesinde böcek, emme borusunun iki ucu arasında basınç farkı yaratabilir. Kan da bu basınç farkı nedeniyle böceğin borusu içinde saniyede 5 metrelik bir hızla yükselmeye başlar.
Bu oldukça hızlı bir yükselmedir ve normal şartlar altında geçtiği yerlerde tahribat yaratması gerekir. Ne var ki bu yüksek akış hızına rağmen böceğin ne borusunda ne de başka herhangi bir dokusunda tahribat ya da çatlama olmaz. Çünkü kanın geçiş yaptığı tüm dokular kanın bu hız ve basıncına dayanabilecek yapıdadır. Böcek bu sistem sayesinde 15 dakikada 300 mikrolitre kanı emebilir. Bu, bir insanın aynı süre içinde 200 kilo su içmesine denk bir miktardır. 44
Katil böceklerdekine benzer bir sistem sivrisineklerde de mevcuttur. Sivrisineklerin vücutları kan emerken çok fazla genişleyebilir. Örneğin 4 mikrolitre kan içen bir sivrisinek vücut hacminin çok üstünde bir kan emmiştir. Peki sivrisineğin aşırı kan emmesi sonucu patlayarak ölmesini engelleyen nedir?
Diğer kan emicilerde olduğu gibi sivrisineklerin sindirim sistemleri de özel bir tasarıma sahiptir. Sivrisineklerin ne zaman kan emip ne zaman duracaklarını söyleyen gerginlik algılayıcıları vardır. Bunlar sinir sistemine bağlı olarak çalışır.
Su seviyesi kontrolü yapan bir alıcının elektronik devresinin şeması. Şema, çok sayıdaki elektronik parçanın nerelerde kullanılacakları ve birbirlerine nasıl bağlanacakları hakkında bilgileri içeriyor. Alıcı, bu şemaya ancak % 100 uyularak imal edildiğinde çalışabilir. Eğer tek bir parçayı çıkarır veya bağlantısını değiştirirseniz cihazı çalıştıramazsınız. İşte sivrisineğin gerginlik algılayıcıları ile emme sistemindeki en ufak bir eksiklik de sistemi tamamen işe yaramaz hale getirebilir. Bu, sivrisineklerin birbirini takip eden aşamalı gelişimlerle bugünkü hallerine gelmiş olamayacaklarını ortaya koyar.   Allah gerek sivrisinekleri gerekse diğer tüm canlıları bir kerede bugünkü özellikleriyle birlikte mükemmel olarak yaratmıştır.
Sivrisinek ve katil böcekteki bu sistemlerin benzerlerini insanlar da su depolama tesislerinde kullanırlar. Pompalarla emilen sular depolara aktarılır. Depolarda su seviye kontrolü yapan özel algılayıcılar bulunur. Depodaki su en üst seviyeye geldiğinde pompa otomatik olarak durur.
Şimdi her iki sistemi de kabaca bir kıyaslayalım: Su motorlarının ağırlığı çoğu zaman onlarca kilo veya daha fazladır. Üstelik son derece gürültülü çalışır ve fazlasıyla da enerjiye ihtiyaç duyarlar. Zaman içerisinde boru ile olan bağlantıları, contaları aşınır ve su kaçırmaya başlarlar. Paslanma gibi nedenlerle bakıma ihtiyaç duyarlar.
Sivrisineğin kafasının içindeki emme sistemi ise 1mm3'ten daha küçüktür. Çalışırken hiç ses çıkarmaz ve sivrisinek yaşamı boyunca pompasına bir kere bile bakım yapmak zorunda kalmaz. Zamanla borusundan ya da pompasından herhangi bir sızma olması da söz konusu değildir.
Kuşkusuz ki ne sivrisinekler de ne de diğer böcekler sahip oldukları bu mükemmel sistemleri kendi kendilerine yapamazlar. Bütün bunlar özel bir tasarımın ürünüdür. İnsanların ürettikleri sistemlerden çok daha üstün özelliklere sahip olan bu sistemlerin tesadüfen oluşması da kesinlikle imkansızdır. Çünkü gerek sivrisineğin gerekse katil böceğin emme ve depolama sistemleri en ince detaylarına kadar teknik bir bütündür. Sistemdeki tek bir hata ya da parçalardaki tek bir eksiklik bu canlıların hayatına mal olabilir. İşte bu nedenlerden dolayı bu canlıların evrim teorisinin iddia ettiği gibi bir dizi tesadüf sonucu bu özellikleri kazanmış olması imkansızdır.
Yeryüzündeki canlı cansız bütün varlıkları, herşeyin sahibi olan, herşeye gücü yeten ve bütün canlıların ihtiyaçlarını gideren Allah yaratmıştır. Allah üstün kudret sahibi olandır, O'ndan başka bir Yaratıcı yoktur. Rabbimiz bir ayette şöyle buyurmaktadır:
Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkça bir sapıklık içindedirler. (Lokman Suresi, 11)
 

Gecko Kertenkelesi ve Moleküler Çekim Kuvveti

Gecko tropik bölgelerde yaşayan küçük ve zararsız bir tür kertenkeledir. Gecko kertenkeleleri kendilerini diğer sürüngenlerden ayrıcalıklı kılan bir özelliğe sahiptirler. Duvarda, hatta tavanda düz bir yolda yürüyormuşçasına rahat hareket edebilir; tek ayakları üzerinde tepetaklak durumda asılı durabilirler. Cilalı dikey bir düzlemde bile başaşağı konumda koşturabilirler.45 
Peki Geckonun ayaklarının zemini bu derece sıkı kavramasına imkan sağlayan ve bu sürüngenin şaşırtıcı hareketlerine olanak veren sistem nedir?
İlk akla gelen, Geckonun yapışkan bir madde salgılayarak tavana tutunması ihtimalidir. Ancak bu mümkün değildir, çünkü hayvanın herhangi bir yapıştırıcı üretecek salgı bezi yoktur. Ayrıca böyle bir sistem belki Geckoyu tavana yapıştıracaktır ama hareket etmesine imkan tanımayacaktır.
Hayvandaki üstün kavrama yeteneğinin vantuz benzeri bir yapıdan kaynaklandığı da düşünülebilir. Fakat böyle bir akıl yürütme de doğru olmayacaktır. Zira Geckonun ayakları havası alınmış bir ortamda da kusursuz iş görür. Zaten havasız ortamda bir pompa zemine de yapışamaz.
Elektrostatik çekim de söz konusu değildir. Yapılan deneylerde, elektron iyonu yüklenmiş havada bile ayakların işlevini yerine getirdiği gözlenmiştir. Eğer elektrostatik çekim kullanılsaydı, havaya yüklenen iyonların çekim kuvvetini etkileyip Geckonun tutunmasını engellemesi gerekirdi.
Araştırmalar Geckonun ayaklarındaki mekanizmanın üstün bir mühendislik örneği olduğunu ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de bu sürüngenin ayak yapısı tırmanmak için tasarlanmıştır.
Portland'taki Lewis & Clark Lisesi'nden çevre fizyoloğu Kellar Autumn ve California Berkeley Üniversitesi'nden bio-mühendis Robert Full tarafından kurulan ve Massatchusetts IS Robotics tarafından desteklenen bir ekip Geckonun nasıl tırmandığını mikroskobik açılardan incelemişlerdir.46
Elde edilen sonuç bizlere bilimin gelişmesi sayesinde açığa çıkan bir yaratılış harikası ile karşı karşıya olduğumuzu göstermiştir. Geckonun ayaklarında, belki de sadece nükleer fizikçilerin haberdar olabilecekleri bir kuvvet mevcuttur.

Binlerce Mikro Tüyden Oluşan Özel Ayaklar

Geckonun parmak uçları, tıpkı bir kitaptaki sayfalar gibi ince doku yaprakları ile kaplıdır. Her bir yaprak da, "setae" adı verilen özel bir doku ile kaplıdır. Bu dokuda tüy benzeri uzantılar yer alır ve bu uzantıların uçları da yüzlerce mikroskobik uca ayrılmaktadır.
İğne başı kadar bir alanda ortalama 5000 mikro tüy vardır. Bu da hayvanın her ayağında yaklaşık yarım milyon tüyün bulunması anlamına gelmektedir. Araştırma derinleştirildikçe karşılaşılan mükemmellikler de artmaktadır.
Her bir tüy kendi içinde sayıları 400 ile 1000 arasında değişen tüyümsü uzantılardan oluşmaktadır. Bundan başka dikkat çeken bir unsur da tüylerin hayvanın topuklarına bakacak biçimde yerleştirilmiş olmasıdır. Her bir ucun kalınlığı milimetrenin beş binde biri kadardır. Geckonun ayağındaki milyonlarca mikroskobik uç, değdikleri yüzeydeki atomların çekim kuvvetini kullanarak o yüzeye bir tutkal gibi yapışır.
Gecko adım atarken ayak tabanını yüzeye bastırır ve hafifçe geriye çeker. Böylece tüylerin zemine maksimum düzeyde temas etmesini sağlar. Diğer bir ifadeyle, tüyler yüzeydeki çıplak gözle görünmeyen mikroskobik girinti ve çıkıntılara sıkıca tutunurlar. Böylece, ayak ile yüzey arasında moleküler düzeyde zayıf bir çekim kuvveti oluşur. Bu çekim kuvveti kuantum fiziğinde "Van Der Waals kuvveti" olarak adlandırılmaktadır.47
Van der Waals kuvveti sizin eliniz ve duvar arasında da vardır ama çok zayıftır. Atomik seviyede bakacak olursak elinizin yüzeyi dağlarla kaplı gibidir ve sadece en tepedeki atomlar duvarla temas ederler. Ancak Geckonun ayağındaki binlerce spatula ucu tıpkı bir tutkal gibi duvara yapışır.
Eğer Geckonun parmakları gerçek yapışkanla kaplı olsaydı (veya bir zamanlar bilim adamlarının sandığı gibi vantuzlarla) Geckonun her ayağını kaldırdığında bu yapışkanlığı kırmak için çok fazla enerji harcaması gerekirdi. Ancak araştırmaları yürüten ekibin bulgularına göre, Geckonun duvara değdiği açıyı değiştirmesi ayağını çekmesi için yeterli olmaktadır.48
Ayaktaki tüycüklerin konumu ve sıklıkları Van der Waals kuvvetini ortaya çıkarır. İşte bu kuvvet, yerçekiminin Gecko üstündeki gücüne baskın çıkar. Hayvan, ayağını kaldırmak istediğinde de ayak tabanını ileri doğru büker ve moleküler çekim kuvvetinin üstünde bir güç harcayarak tabanını kaldırır.49
Hayvanın ayak tabanlarındaki tüylerin sayısının ve açısının ne kadar hassas mühendislik hesaplarına dayandığı ortadadır. Tüylerin yoğunluğu daha fazla olsaydı hayvan duvara yapışıp kalacak, daha az olsaydı duvara tutunamayarak düşecekti. Aynı durum tüylerin farklı açılarda yerleşmiş olması durumunda da geçerli olacaktı.
Ancak böyle bir şey olmaz. Van der Vaals çekim kuvvetinin doğmasına neden olan tüycüklerin sıklık miktarı tam gerektiği kadardır.
Milimetrekareye 2 milyon değil de 2 bin tüy düşen bir Gecko düşünün. Bu hayvanın ayağında yeterli oranda Van der Waals çekim kuvveti oluşmayacak ve hayvan tavanda yürümeye çalışırken baş aşağı düşecektir. Bu durumda tüycüklü yapının varlığı hiçbir işe yaramayacaktır.

Geckonun Ayaklarındaki Koordinasyon

Bütün bunların yanısıra Gecko kertenkelesinin dört ayağının mükemmel bir koordinasyon içinde olması da gerekir. Ancak bu sayede kertenkele her yüzeyde ilerleyebilir, rahatlıkla duvarlara tırmanabilir, düşmeden tavanlarda gezebilir.
Geckonun ayaklarının işleyiş biçimi, üzerinde düşünüldüğünde insanı hayrete düşüren bir konudur. Örnek olarak tavanda hızla yürümesini ele alalım. Hayvan bu esnada dört ayağıyla birbirinden farklı hareketleri eş zamanlı ve hatasız olarak yapmakta; böylece ayakları birbirine dolaşmadan yol alabilmektedir.
Ellerimizden biriyle bir ayağımızın senkronize olarak zıt hareketler yapmasının ne kadar güç olduğunu göz önünde bulundurursak, Geckonun dört ayağıyla yaptığı hareketin zorluğu da daha iyi anlaşılacaktır.
Yapılan araştırmaların açığa çıkardığı bu gerçekler her yönden oldukça şaşırtıcıdır. Öncelikle Geckonun Van der Waals adlı bu kuvvetten ve ne işe yaradığından haberdar olması gerekmektedir. Ancak bu kuvvetten pek çok üniversite mezunu kişi bile haberdar değildir. İnsanların bile bilmediği bu bilgilere Gecko nasıl sahip olmuştur?
Öncelikle Geckonun tüylü bir yapının tam ihtiyacı olan kuvveti oluşturacağını tahmin etmesi gerekmektedir. Bir kertenkelenin tüycükleri keşfetmesi, bunların sayısını ve açılarını hem ağırlığını taşıyacak hem de hızlı hareket etmesini engellemeyecek kadar hassas bir şekilde hesaplaması mümkün müdür? Elbette ki ideal sayıdaki tüycükleri oluşturması, ideal bir açı ve düzende ayak tabanına yerleştirmesi Geckonun yeteneği ile ortaya çıkmış olamaz.
Bunların yanısıra Geckonun dört ayağını mükemmel koordine edecek iskelet, sinir ve kas sistemlerine de ihtiyacı vardır. Bir kertenkelenin tüm bunların tasarımını yapması ve bedeninde bunları kendiliğinden var etmesi elbette mümkün değildir.
İnsanlar atomun yapısını ve özelliklerini çok yakın bir zamanda -son yüzyılda- keşfetmişlerdir. Gecko ise bir sürüngen türüdür. Elbette ki atomu ve onun çekim gücünü bilmesi düşünülemez.  
Akıl ve sağduyu sahibi her insan bunların kendiliğinden olamayacağını ve hepsinin özel bir tasarımın eseri olduğunu bilir. Üstelik şimdiye kadar yaşamış olan bütün Geckolar bu özelliklere sahiptirler. Bütün bunlar Geckoları bir anda, tüm bu özellikleriyle birlikte Allah'ın yarattığını bize gösterir.
Bütün canlıları çeşitli özelliklerle yaratan Allah'tır. Hem bedenleri hem de davranışları, bu canlıları Allah'ın var ettiğini açıkça ortaya koyar. Düşünen insanlar için, Gecko kertenkelesindeki tasarım, Allah'ın sonsuz ilminin ve kusursuz yaratışının delillerinden biridir. Bir ayette tüm canlıları yaratanın Allah olduğu şöyle bildirilmektedir:
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
Geckonun parmakları mikroskobik tüylerle kaplıdır (1). "Setae" adı verilen bu tüyler (2) o kadar küçüktür ki iğne başı kadar bir alanda sayıları 5000'i bulabilir. Her setaenin ucunda küçük tüysü yapılar bulunur (3). Her bir setaenin ucundaki tüycüklerin sayısı 1000'i bulur (4). Tüycüklerin bu yapısı hayvanın yüzeylere kolaylıkla tutunmasını sağlar. Tüyler tutucu özelliğini belli bir açıya (α) kadar korur. Açı değiştiğinde hayvanın ayağı yüzeyden hemen ayrılır (5).

Deniz Altındaki Mühendisler

Günümüzde modern denizaltı gemilerinin yapımı için ileri teknolojiler kullanılmakta, çok sayıda uzman mühendis ve bilim adamı çalışmaktadır. Amaç su altında daha fazla kalabilen, daha az enerjiyle, daha fazla hareket kabiliyeti olan makineler üretmektir. Ne var ki bütün çalışmalara ve seferber edilen imkanlara rağmen bu gemilerde başarılabilen sadece geminin su altında ilerleyebilmesi, gerektiğinde yükselip alçalması ile sınırlıdır.
Bütün bunların yanı sıra denizaltıların derinlerdeki basınçtan etkilenmemeleri için çok sağlam metallerden imal edilmesi gerekir. Ayrıca deniz dibinde bu araçlarda yaşamın sürdürülebilmesi için geminin oldukça fazla bir bölümünün ihtiyaç malzemeleri ile doldurulması da gerekmektedir. Dolayısıyla denizaltıların, su altındaki hareket kabiliyetleri sınırlıdır. Bu konudaki çalışmalar sürdürülmekte, problemler çözülmeye, bu gemilerde kullanılan teknoloji geliştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak burada dikkatten kaçmaması gereken çok önemli bir nokta vardır.
Denizin altında yaşayan çok sayıda ve çeşitte canlı vardır. Bu canlılar da basınca maruz kalmakta, beslenme, korunma gibi ihtiyaçlarını deniz altında karşılamaktadırlar. Ancak yukarıda denizaltılar için saydığımız konulardan hiçbiri deniz canlıları için problem oluşturmaz.
En küçük balıktan en büyük balinaya kadar tüm deniz canlıları üstün bir manevra kabiliyeti ile rahatça hareket eder, vücut ağırlıklarını ustaca kullanarak en yüksek verimle yüzer, rahatça beslenirler. Bunun nedeni her cins balığın yüzme sistemlerinin mükemmel şekilde tasarlanmış olmasıdır. Yüzgeçlerinin yeri özel seçilmiştir, kuyruk şekli, solungaç büyüklükleri, derilerindeki girinti ve çıkıntıları ihtiyaçlarını en kusursuz biçimde sağlayacak niteliklerdedir.
İlerleyen sayfalarda verilecek örneklerde de görüleceği gibi canlılardaki tasarım eksiksizdir. Basınç, beslenme, solunum, korunma gibi ihtiyaçlarının tümünü rahatlıkla karşılayacakları sistemler vücutlarında ilk ortaya çıktıkları andan beri vardır. Aksi bir durum söz konusu değildir, çünkü bu canlıların eksik sistemlerle deniz altında yaşamaları mümkün değildir.
Bu ise deniz altı canlılarının bir anda eksiksiz olarak ortaya çıktıklarını yani tümünü Allah'ın yarattığını bize kanıtlar.
Allah balıkları suyun içinde zorlanmadan hareket etmelerini sağlayacak bir vücut  şekli ile yaratmıştır. Balıkların, ön tarafı oval, arka tarafı sivri bir mekiğe benzer vücut yapısı suyun sürtünme etkisini en aza indirir. Bazı balıklar örneğin Vatoslar böyle bir forma sahip değildir. Ancak bu balıklar da, su içinde, zorlanmadan hareket edecek başka ideal formlara sahiptir.

Balıkların Yüksek Verimli Yüzme Teknikleri

Bu çizimde yüzme anında bir balığa etki eden kuvvetler gösterilmektedir.  Balığın kuyruğunun soldan sağa doğru kıvrılması, biri balıkla aynı yönde (A),diğeri yana doğru olmak üzere (B)iki kuvvet ortaya çıkarır. A kuvveti balığı ileriye doğru iter. B kuvveti ise balığın yana dönmesini etkiler. Bu iki kuvvetin bileşkesi sonucu ortaya çıkan H ise balığın hareket yönünü ve hızını belirleyen asıl kuvvettir. Balık su içinde hareketsiz durmak istediğinde su tarafından yanlarına uygulanan kuvvetleri (S), dengeleyebilecek kadar bir K kuvveti uygular.
Hemen hemen tüm makineler sabit bir eksen etrafında, sabit bir dönme hızında hareket eden ve şaft denen parçalar aracılığı ile güç üretirler. Hayvanlar da güç üretirler, ancak onların çalışma sistemi makinelerden çok farklıdır. Hayvanların bütün vücutları kan damarları ve sinirlerle sarılmıştır. Bu nedenle makinelerden çok daha mükemmel bir tasarıma sahip olan ve ileri-geri hareket eden manivelaya benzeyen yapılar sayesinde hareket ederler. Canlıların güç üreten motorları, büzülüp esneme özelliğine sahip olan kaslarıdır.
Bu motorların bir örneğine su canlılarında rastlamak mümkündür. Su altı canlılarındaki her bir manivela birbirine öyle bir biçimde bağlanmıştır ki, hareket tek bir düzlemde gerçekleşir. Bu hareketi balıkların sudaki yüzüşünü düşünerek gözünüzde canlandırabilirsiniz. Balığın omurgası, yerde kıvrılıp giden bir yılan gibi devamlı olarak sağa sola kıvrılır.
Bir balığın yüzebilmesi için kuyruğunu sallaması yeterlidir. Normal şartlar altında kuyruk bir yöne büküldüğünde, balığın ön tarafının arka tarafın tam tersi yönde ve aynı şiddette savrulması gereklidir. Ancak böyle olmaz. Çünkü balıkların vücutlarının ön tarafı bu etkiyi ortadan kaldıracak biçimde yaratılmıştır.
Aynı zamanda su, hareket esnasında baş tarafa dikey bir kuvvetle etki eder. Tüm bunlar baş kısmın su içindeki salınımının, kuyruk kısmındakinden daha küçük olmasına neden olur. İki taraf arasındaki bu farklılık balığın su içindeki hareketini sağlar.
Balığın ileri doğru hareket hızı, yüzgecin balığın omurgasından geçen eksenin sağına ve soluna gidiş geliş hızı ile doğrudan bağlantılıdır. Yüzgeç eksene yaklaştığında hız artar, uzaklaştığında da azalır.
Balıklar basit ve sade bir vücut yapısına sahipmiş gibi görünür. Oysa suyun içinde hareket etmek için kullandıkları sistem ve mekanizmalar, son model bir arabadaki kadar hassas bir planlamanın ürünüdür.
A. Hava Kesesi

Maksimum Verimli Bir Sistem

Acaba bu sistem ne kadar verimlidir? Dalgalanan bir kuyruk, bir deniz altının motorları ile kıyaslansaydı nasıl bir sonuç alınırdı?
Cambridge Üniversitesi'nden Prof. Richard Bainbridge ve arkadaşları bir su altı kamerasıyla yaptıkları gözlemlerle bu sorulara yanıt aramışlardır.
Gözlemler, su altında sakin duran bir balığın korkutulduğunda müthiş bir hızla harekete geçebildiğini ortaya koymuştur:
Küçük bir tatlı su balığı, 1 saniyede durgun halden 10 vücut boyu kadar ileri fırlayabilir. 20 cm. boyundaki bir balığın ulaşabildiği hız ise saatte 8 kilometre kadardır. Balık büyüdükçe hızı da artar. Prof. Bainbridge, 32 cm. boyundaki bir balığın uzunca bir süre 13 km/saat hızla hareket ettiğini görmüştür.50 Bu hız balığın kuyruk sallama sıklığı ile doğrudan orantılıdır. Bir balık kısa sürede ne kadar çok kuyruk sallarsa hızı da o kadar artar.
Balıklar, yüzerken büyük miktarlarda güç harcarlar. Ancak ani hızlanmanın balıklar için hayati bir anlamı vardır; çünkü hem avlanmak hem de avcılardan kaçabilmek için ani hıza ihtiyaçları vardır.
Bazı küçük balıklar, durma noktasından maksimum hızlarına saniyenin 20'de biri kadar kısa bir sürede çıkabilirler. Bu sırada ürettikleri itme kuvveti kendi ağırlıklarının 4 katı kadar olmaktadır.
Bu verilerin ne anlam ifade ettiğini tam olarak anlamak için şöyle bir karşılaştırma yapalım: Spor arabalar sıfır km.den 100 km. hıza 4 ila 6 saniye arasında çıkarlar. Maksimum hızlarına ulaşabilmeleri için daha da fazla zamana ihtiyaçları vardır.
Bütün bunların yanı sıra gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Balıklar bu üstün performanslarını suyun içinde gerçekleştirmekte hem de kimi türlerde akıntıya karşı koymaktadırlar. Suyun direncinin havadan daha fazla olduğu düşünüldüğünde, balığın son derece üstün bir performansa sahip olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır.
Bu konudaki en güzel örnek hiç kuşkusuz ki somon balıklarıdır.
Denize açılan somon balıkları, ancak doğdukları nehre varabilirlerse, burada yumurtlayarak nesillerini devam ettirebilirler. Bu nedenle somonların yumurtlama yerlerine varabilmeleri için, devamlı olarak nehrin yukarısına doğru, yani akıntıya karşı yüzmeleri gereklidir. Bu arada karşılarına çıkan şelaleleri de aşmalıdırlar. Bunun için ise somon balığı bulunduğu noktadan yaklaşık 4 metre ileriye, su seviyesinden de 2 metre yukarıya sıçramak zorundadır. Böyle bir sıçrayış sırasında somonların sudan çıkış hızları saatte 24 kilometreyi bulur. Bu atlayışın sonundaki düşme pek çok canlı için ölüm demektir. Fakat somon hiçbir zarar görmeden düştüğü yerden yoluna devam eder. Somon balıkları eğer böyle atlayışları yapabilecekleri bir kas ve iskelet yapısına sahip olmasalardı elbette yaşamaları mümkün olmazdı. (Detaylı bilgi için bkz. Somon Balıklarının Şaşırtıcı Yön Tayin Sistemi bölümü)
Evrimciler suda yaşayan balıkların, on milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde karaya çıkarak kara canlılarına dönüştüklerini iddia ederler. Oysa bu tür bir geçişi imkansız kılan sayısız anatomik ve fizyolojik faktör vardır. Örneğin balıklar suda yaşadıkları için vücut ağırlıklarını taşıyacak güçte bir kas ve iskelet sistemine sahiptirler. Oysa karaya çıktıklarında yaşayabilmeleri için farklı bir yapının var olması şarttır. Kara canlıları, karadaki ani ısı değişimlerine uyum sağlayabilecek bir metabolizmaya sahiptir. Oysa denizlerde böyle ısı değişimleri ve balıklarda da bunun için gerekli özel bir metabolizma yoktur. Karada yaşayan canlıların susama duyguları ve su kaybını en aza indirecek bir deri yapıları vardır. Suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortamlara hiç uygun değildir.
Kara canlıları suyu minimum düzeyde kullanmalarını sağlayan böbrek sistemine sahiptirler. Balıkların yaşadığı ortamda ise su boldur ve böbrekleri de yoktur. Kısacası sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmiş olmaları gereklidir. Ayrıca balıklar suda erimiş olan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşayabilmeleri için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmiş olmaları gerekir. Tüm bunların aynı canlıda tesadüfen ve aşama aşama gerçekleşmesi imkansızdır. Sonuç olarak suda yaşayan bir canlının karaya çıkıp oraya uyum sağlaması yani evrimleşmesi bilimsel ve mantıksal açıdan imkansızdır.

Balıkların Her Yöne Hareketi Nasıl Sağlanır?

Bilindiği gibi balıkların su içindeki tek hareketi ileri geri yönünde değildir. Eğer bir balık su içinde aşağı yukarı hareket edemezse yaşaması mümkün olamaz. Bu problem de balıklarda yaratılan başka bir tasarım ile çözülmüştür.
Balıkların vücutlarında hava keseleri bulunur. Bu keseler sayesinde derinlere inebilir veya su yüzeyine doğru çıkış yapabilirler. Balık derinlere indiğinde, suyun balık üzerindeki fiziksel etkileri de değişir. Çeşitli derinliklerde değişen bu şartlara uyum sağlama, hava kesesindeki gazın azaltılıp, çoğaltılmasıyla sağlanır.
Bunların yanı sıra balıkların ağırlık merkezleri de genellikle hava keselerinden geçecek şekilde tasarlanmıştır. Böylece dengenin bozulması halinde yüzgeçlerinin çok küçük hareketleriyle balık yeniden dengesini sağlayabilir veya istediği pozisyonda durabilir.
Balıklar kendilerine verilmiş olan özel bir duyu sistemi sayesinde, sürekli sağa sola hareket eden bir sürü içinde başka bir balığa çarpmadan hareket edebilirler. Balıklardaki bu duyu o kadar hassastır ki, bu işi zifiri karanlıkta bile ustaca başarabilirler.

Sürtünmeyi Engelleyen Özel Deri

Balıkların pek çoğunun vücutları oldukça dayanıklı bir deri ile kaplanmıştır. Bu deri, alt ve üst olmak üzere iki tabakadan oluşur. Üst deri içerisinde mukus salgılayan bezler bulunmaktadır. Mukus kaygan ya da yapışkan bir yapıda olup, balığın su içerisindeki hareketi sırasında sürtünmeyi en alt düzeye indirmeye yarar. Dolayısıyla balıklara daha hızlı hareket imkanı verir. Ayrıca kayganlık özelliğiyle de balığın düşmanları tarafından yakalanmasını zorlaştırır. Mukusun bir başka özelliği ise hayvanı hastalık yapan organizmalara karşı korumasıdır.51
Bundan başka balıkların üst derisinde keratin52 benzeri bir tabaka da mevcuttur. Bu tabaka suyun vücuda girmesini engelleyerek, balığın vücudundaki iç basınç ile dış ortam basıncının dengelenmesini sağlar. Eğer bu tabaka olmasaydı, içeri su girmesi nedeniyle balığın vücudundaki basınç dengesi bozulacak ve balık ölecekti.
Görüldüğü gibi balıkların sudaki hareketini kolaylaştırıcı birçok sistem biraradadır. Bu sistemlerin tasarımları ve fonksiyonları birbirinden farklıdır. Ancak biri olmadan diğeri bir işe yaramamakta, herhangi bir eksiklikte canlı ölmektedir.
Örneğin mukus sıvısının hem belli miktarda kaygan, hem de yapışkan olması gerekmektedir. Aynı zamanda da mikrop öldürücü niteliğinin olması şarttır. Bütün bu şartların sağlanması ve bunları dev kimyasal tesislerde değil de balığın derisinin altındaki birkaç milimetrelik bir tabakada üretilmesi elbette büyük bir mucizedir. Büyük bir ilim ve kudret gerektiren bu özellikler, balıkları Allah'ın yarattığını bize kanıtlayan delillerdendir. Allah, gücünün sınırsızlığını bir ayette şöyle bildirmektedir:
... Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 116-117)
1. Yanal Sistem
2. Yanal Kanal
3. Su Giriş Çıkış Kapısı
4. Dış Deri
5. Yanal Sinir
6. Sinir Bağlantısı
7. Duyu Tüycükleri
8. Duyu Hücreleri
9. Sinir
Balıklar "yanal çizgi" olarak adlandırılan mükemmel bir duyu sistemine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu sistem, vücudun her iki yanında boyuna uzanan noktalar veya kesik çizgiler halindedir. Sistemin duyu hücreleri, deri altında bir kanal içerisinde yer alır.

Balıklardaki Benzersiz Duyu Sistemi

Yüzlerce kişilik omuz omuza bir kalabalık içinde olduğunuzu düşünün. Herkesin sürekli olarak bir sağa bir sola olmak üzere rastgele hareket etmesi istense, üstelik de karanlıkta... Hiç kimseye çarpmadan hareket etmeniz uymanız mümkün olabilir miydi? Şüphesiz hayır!
Bizim için mümkün olmayan bu hareketler balıklar için çok kolaydır. Çünkü balıklar "yanal çizgi" olarak adlandırılan mükemmel bir duyu sistemine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu sistem, vücudun her iki yanında boyuna uzanan noktalar veya kesik çizgiler halindedir. Sistemin duyu hücreleri, deri altında bir kanal içerisinde yer alır.53
Dış ortamda olabilecek en küçük bir basınç değişimi, su dalgalanması, akıntı şiddeti ve yönü, yanal çizgiler sayesinde hemen saptanır. Kara hayvanlarının duyularının tersine balıklar suyun basınç dalgalarını ve kimyasalları taşımayla, bulundurma özelliğini kullanırlar. Balıklar bu özel duyuları aracılığı ile titreşimleri yarı hissedebilir ve yarı duyabilirler. Bu sayede bir düşmanın veya engelin varlığını nesneyi henüz görmeden fark edebilirler. Avlarının yerini veya düşmanlarının konumunu belirleyebilir, su akıntılarının içerisinde yönlerini bulabilirler. Yanal çizgi özellikle yakındaki düşük frekanslı titreşimlere duyarlıdır. Bu sayede balıklar kıyıdaki adımları veya suyun yüzeyine düşen bir cismi dahi hemen fark eder ve buna göre önlem alırlar.
Kıyıda konuşabilir, şarkı söyleyebilir veya radyo çalabilirsiniz. Çünkü balıklar bunlardan ürkmeyeceklerdir. Ancak suyla bağlantısı olan bir şeyi hareket ettirecek bir şey yapacak olursanız; örneğin iskeleyi sarsarsanız ya da suya taş atarsanız tüm balıklar ortadan kaybolacaklardır.
Yakındaki nesneler kendilerine ulaşan dalgayı geri yansıtırlar. Bu şekilde bir dalganın sahile vurması gibi geriye dönen dalgalar çok ufak aralıklarla balığın vücuduna ulaşırlar. Balıktaki yanal çizgiler bu zaman farklılıklarını analiz eder ve balık elde edilen bilgiden geriye yansıyan dalgalarla etrafındaki görüntüyü anlar. Balık daha hızlı yüzerek ve daha fazla dalga meydana getirerek daha fazla bilgi edinebilir.
Sistem çok detaylı bir tarama yapabilecek kadar mükemmel çalışır. Örneğin Meksika kör mağara balığı yaşadığı mağaranın karanlığında görebilmek için tamamen yanal çizgilerine bağımlıdır. Gözleri olmadığı halde toplu iğne başından daha küçük nesneleri algılayabilir.54
Özellikle düşük görüş kapasitesi olan sularda, birbirine yakın kalabalık gruplar halinde yüzen balıklar da, hızlı manevraları hissetmek için yanal çizgilerinden faydalanırlar.55
Balığın bu duyu organı oldukça kompleks bir yapıdadır. Böyle bir duyu sisteminin rastgele tesadüflerle, zaman içinde aşama aşama oluşması elbette mümkün değildir. Ayrıca sistemin tek bir defada ortaya çıkması da balığın yaşamını sürdürmesi bakımından zorunludur. Bu durum da, balıkların evrimcilerin iddia ettikleri gibi kademeli değişikliklerle evrimleşerek ortaya çıkmadıklarını, Allah'ın onları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaratmış olduğunun bir başka göstergesidir.
Birçok balık gibi gösterişli görünümlü beta kavgacı balığı da (Saimese) etrafını fark etmek için dalga hissini kullanır. Tehlike, kendisini tehdit ettiğinde erkek balık yavrularını uyarmak için yüzgeçlerini titreterek dalga yollar.

Penguenler ve Potansiyel Enerji - Kinetik Enerji Dönüşümü

İmparator penguenlerinin kuluçkaya yattıkları dönem kutup kışına denk gelir. Erkek penguen yumurta üzerinde kuluçkadayken, dişisi doğacak olan yavrusu için besin bulmaya gider. Kuluçka yeri ile en yakın besin kaynağı arasındaki mesafe bazen 100 kilometreyi geçer. Anne penguen, yavru yumurtadan çıkana kadar geçen 4 aylık süre içinde sürekli dolaşarak yavrusu için kursağında besin biriktirir. Anne yumurtadan çıkan yavruyu devraldığında, baba penguen oldukça uzun sürecek olan bir  yürüyüşe çıkar.56
Ancak burada şaşkınlık verici bir durum vardır. Penguenler büyük gövdeli olmalarına karşın, yürüyüşlerini zorlaştıracak kadar küçük bacaklara sahiptirler. Bu ise normal şartlar altında daha fazla enerji harcamalarına neden olacaktır. Sınırlı miktarda bir yedek besinle uzun bir yolculuğa çıkan penguenler için böyle bir durum mutlak bir ölüm demektir.
Peki öyleyse bu dezavantaj gibi görünen duruma rağmen nasıl olup da penguenler kilometrelerce yolu yürüyerek aşmakta ve denize ulaşabilmektedirler?
Bu sorunun cevabı bir yaratılış mucizesini daha gözler önüne sermektedir.
Penguenler sağa sola sallanarak yürürler. Bu sarkaç benzeri ilginç yürüyüşün nedeni son derece önemlidir. Bu yürüyüş sayesinde penguenler önemli derecede enerji tasarrufu yapmaktadırlar. Penguenlerin bacakları aşırı kısadır. Ancak penguenler, yana doğru adımlar atarak bu kısalığın dezavantajlarını ortadan kaldırır ve kaslarının daha az yorulmasını sağlarlar. Hatta her adımın sonunda bir sonraki adım için enerji depolamış olurlar. 57
Yana doğru adımlar atarak değil de düz yürümüş olsalardı penguenlerin kendi boyutlarındaki bir hayvandan iki kat daha fazla enerji harcamaları gerekirdi. Ancak bu özel yürüyüş şekli sayesinde penguen sadece yürümeye başlarken enerji harcar, bir de dururken. Kısıtlı olan besininin denize ulaşmaya çalışan penguene yetmesi için en isabetli yöntem budur.
Enerji tasarrufu sağlayacak bir yürüyüş şekli elbette ki penguenin kendi başına keşfettiği bir kolaylık değildir. Üstelik bunu tek bir penguen değil bütün penguenler böyle yapmaktadırlar.
Ağır kış şartlarında yaşamalarını sağlayacak bu kolaylığı penguenler ilk doğdukları andan itibaren bilir ve uygularlar. Aksi bir davranış ölümlerine neden olacak kadar ciddi sonuçlar doğurabilir. Dondurucu soğukta penguenin en az enerji harcamak için neler yapması gerektiğini denemesi ve en sonunda bu yürüyüşte karar kılması söz konusu değildir.
Penguenlerin bu yürüyüş şekilleri Allah'ın canlılar üzerindeki şefkat ve merhametinin delillerinden biridir. Penguenleri yaratan ve nasıl hareket edeceklerini onlara ilham eden Allah'tır. Allah tüm canlıları benzersiz şekillerde suretlendirmiş ve onları en mükemmel özellikler ile birlikte yaratmıştır.
1. Kinetik enerjiyle sağa yatan penguen durduğu anda elde ettiği potansiyel enerjinin yeniden harekete dönüşmesiyle bu sefer sola yatıyor.  
2. Penguenlerin  yürüyüşü ile   bir sarkacın  salınımı  arasında hiçbir  fark yoktur.      
3. Dolayısıyla bir yürümeye başlarken bir de dururken enerji harcıyor.

Sonuç

Bu kitabı okuduktan sonra pek çok şeye bakış açınız değişecektir. Yolda gördüğünüz bir karınca artık sizin için sıradan bir hayvan değildir. Çünkü artık onun "formik asit" üreten usta bir kimyager olduğunun farkındasınız. Böceklerin veya kelebeklerin birbirlerine özel mesajlar dolu kokular gönderdiklerini, balıkların mükemmel bir algılama sistemiyle kendilerini koruyabildiklerini biliyorsunuz. Tüm bunlar gerçekte Allah'ın, Kendi sonsuz kudret ve sanatını tanıtmak için bu kitap vasıtasıyla, size verdiği özel bir ilimdir. Bu ilim, çevrenizdeki güzellikleri ve mucizeleri daha yakından görmenizi ve tüm bunlar üzerinde düşünmenizi sağlayacaktır.
Peki, bütün bu güzellikler ve mucizeleri fark etmek ve bunlar üzerine düşünmek size ne sağlar?
Kazancınız, tahmin edebileceğinizden daha büyüktür.
Öncelikle günlük hayatınızda size hemen her fırsatta verilmeye çalışılan bir telkin vardır: Canlıların evrimleştikleri telkini! Çevrenizdeki iman hakikatlerini görmek, her yerde gerçekten de hayranlık uyandırıcı sanat eserleriyle karşılaşmak, temeli yalnızca tesadüflere dayanan evrim teorisinin geçersizliğini anlamanıza neden olacaktır.
Peki bunu anlamak size ne kazandırır?
Evrim teorisinin geçersizliğini görmeniz, yaratılışı inkar etmek için gösterilen bütün çabaların -tüm imkanlar seferber edilmiş olmasına rağmen- ne kadar boş ve akıl dışı olduğunu, hiçbir zaman da bir sonuca ulaşamayacağını görmenize vesile olur.
Çevrenizdeki tasarımları keşfederek elde edeceğiniz ikinci kazanç ise size sunulan güzelliklerden zevk almaya başlamanız olacaktır. Günlük işlerinize ayırdığınız monoton hayatınız, etrafınızda var olan şeylerin mükemmelliklerini gördükçe güzelleşecek, anlam kazanacaktır. Her gün görüp geçtiğiniz şeyler, bu bakış açısını kazanmanızla birlikte, "sıradan" olmaktan çıkacak ve sizin için büyük bir heyecan ve coşku kaynağı olacaktır.
Bunlar sizin ilk planda karşılaşacağınız nimet ve güzelliklerdir.
Tüm bunların ötesinde, sahip olduğu tasarımı öğrendiğiniz ve üzerinde düşünüp tefekkür ettiğiniz "tek bir canlının" size getireceği öyle bir kazanç vardır ki, bunu dünyadaki herhangi bir değerle kıyaslamak mümkün değildir. Siz, bir karıncanın olağanüstü bir kimya laboratuvarına sahip olduğunu öğrenince aslında son derece büyük ve önemli bir gerçekle karşılaşırsınız: Bu canlının bedeninde gizli bir "akıl" hakimdir. Her parçasında, insanın zekası, bilgisi ve tecrübesiyle ulaşamayacağı bir "kusursuzluk" ve mükemmellik hakimdir. Her parçası o kadar kompleks yapılara ve sistemlere sahiptir ki, değil benzerlerini yapmak, yalnızca bunların sırlarını çözebilmek dahi insanlık tarihinin binlerce yıllık teknoloji ve bilgi birikimi sonucunda olmuştur. Dahası, canlılıkta henüz günümüz bilim ve teknolojisiyle dahi keşfedilmemiş sayısız mucizeler gizlidir. Sonuçta, siz canlılardaki bu mükemmel yaratılış örneklerini keşfettikçe Allah'ın varlığını, sonsuz ve üstün sıfatlarını daha yakından müşahade edeceksiniz.
Şu çok önemli gerçeği de farkedeceksiniz ki kendi yaratılışınız da boşuna değildir. Yeryüzündeki varlığınızın bir amacı vardır. O halde, eğer yeryüzündeki her şey -siz de dahil- bu kapsamlı yaratılışın bir parçası olduğuna ve size tüm bunları anlayacak bir ruh ve anlayış da verildiğine göre, bunları veren Allah'a karşı sorumlusunuz demektir. Tek bir karınca örneğine bakarak çıkarabileceğiniz bu sonuç işte sizin için en büyük kazançtır. Artık bundan sonra yeryüzünde Allah'ın eserlerini, yaratmasındaki mucizeleri izleyecek, tüm bunlardan zevk alacak, çevrenizdeki insanları değil yalnızca Allah'ı razı etmeye çalışacaksınız. Dolayısıyla dünyaya ait endişe ve zorlukların etkisinde kalmayacaksınız. Kaderi anlayacak, ahirete inanacak ve dünya hayatının sadece bir imtihan için yaratıldığını anlayacaksınız. Dünyaya ait her türlü beklentinin, nefsi övüp yüceltmenin, hırs yapıp öfkelenmenin size hiçbir şey kazandırmayacağını kavrayacaksınız. Asıl yaşanacak yerin sadece ve sadece "ahiret" olduğunu büyük bir heyecanla fark edeceksiniz.
Fark ettiğiniz bu gerçek, bu dünyadaki yaşamınızı sonsuz olan ahiret hayatına yönelik düzenlemenizi sağlayacaktır. Ahirete yöneldiğiniz ve bunun için Allah'a inanıp O'nu razı etmeye çalıştığınız sürece, size eşsiz güzellikler ve bitip tükenmeyen nimetleriyle cennet vaat edilmiştir. Orada 100 sene değil, 1000 sene değil, 1 milyon sene değil, "sonsuza kadar" kalacaksınız. Size, sonsuza kadar güzellikler, nimetler sunulacak, nefsinizin istediği "herşey" sonsuza kadar sizin olacaktır. Herşeyden önemlisi orada sizi bekleyen en büyük karşılık, Rabbimizin rızasıdır.
İşte karşılaştığınız tek bir karınca üzerinde biraz düşünmeniz bile size bu büyük gerçeği kavramanızı ve hayatınızı bu gerçekler doğrultusunda düzenleyip bunun sonsuz mükafatını kazanmanızı sağlayabilir. Dünyadayken bu gerçeğin farkına varmak kişiye sonsuz kazanç getirir. Farkına varamamak ya da bu büyük gerçeği görmezden gelmek ve büyüklenmek ise, hiçbir geri dönüşü olmayan büyük bir pişmanlığın başlangıcı olacaktır.
Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. (Al-i İmran Suresi, 185)
Sen Yücesin,
bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)