24 Nisan 2013 Çarşamba

Düşünen İnsanlar İçin


1. Bölüm: "Kuran'da Dikkat Çekilen Dört Hayvan" / Sivrisinek

Kitabın giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, Kuran'da Allah insanları, doğayı incelemeye ve burada yaratılmış olan "ayetleri" görmeye çağırır. Çünkü evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar, "yapılmış" olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini Yaratanın güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. İnsan, aklını kullanarak bu işaretleri görmek ve Allah'ı tanımakla sorumludur. Kuran'da ayrıca Allah'ın özel olarak dikkat çektiği bazı canlılar da vardır. Sivrisinek, bunlardan biridir. Bakara Suresi'nin 26. ayetinde sivrisinekten Allah şöyle bahseder:
Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, 'Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?' derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26)
Değersiz ve sıradan bir canlı gibi görülen sivrisinek bile aslında Allah'ın ayetlerini taşıması bakımından dikkat edilmesi, incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir hayvandır. İşte bu nedenle de Allah "sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez."
"Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, 'Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?' derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz."(Bakara Suresi, 26)

Sivrisinek

SİVRİSİNEĞİN OLAĞANÜSTÜ MACERASI

SivrisinekSivrisineklerle ilgili olarak genelde bilinen, onların kan emici yaratıklar oldukları ve kanla beslendikleridir. Oysa bu tam olarak doğru bir bilgi değildir. Çünkü sivrisineklerin tamamı değil sadece dişileri kan emer. Ayrıca dişilerin kan emme sebepleri beslenme ihtiyaçları değildir. Hem dişilerin hem de erkeklerin besinleri çiçek özleridir. Dişilerin, erkeklerden farklı olarak kan emmelerinin tek nedeni, taşıdıkları yumurtaların olgunlaşmak için kanda bulunan proteinlere ihtiyaç duymalarıdır. Başka bir deyişle dişi sivrisinek sadece türünün devamını sağlamak için kan emer.
Buradaki önemli nokta ise, Allah'ın ayette "dişi sivrisineklere" dikkat çekiyor olmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi kan emen ve erkeğe göre daha üstün özelliklere sahip olanlar, sadece dişi sivrisineklerdir. Kuran'ın indirildiği dönemde bu önemli ayrıntının bilinmiyor olmasına rağmen, Allah'ın ayette özellikle "dişi" sivrisineğe dikkat çekmesi elbette oldukça anlamlıdır.
Sivrisineğin en olağanüstü ve hayranlık uyandırıcı özelliklerinden biri de gelişim sürecidir. Bir canlının küçük bir kurttan, çok farklı değişiklikler geçirerek sivrisineğe dönüşümünün kısa öyküsü şöyledir:
Kanla beslenen ve olgunlaşan sivrisinek yumurtaları, yaz ya da sonbahar aylarında, nemli yaprakların üzerine veya kurumuş gölcüklere dişi sivrisinek tarafından bırakılırlar. Anne sivrisinek ilk önce karnının altındaki hassas alıcılar yardımıyla, zeminde yumurtalar için uygun koşullar arar. Gereken özelliklere sahip bir yer bulduğunda yumurtlamaya başlar. Uzunlukları 1 milimetreyi dahi bulmayan yumurtalar tek tek ya da gruplar halinde olmak üzere sırayla dizilirler. Bazı türler ise yumurtalarını bir sal oluştururcasına birbirine yapışmış şekilde bırakırlar. Bu yumurta gruplarının bazılarında 300 kadar yumurta bulunur.
Anne sivrisineğin özenle yerleştirdiği beyaz renkli yumurtalar hemen koyulaşmaya başlar ve bir-iki saat içinde de tamamen simsiyah hale gelirler. Bu koyu renk, böceklerin ve kuşların kendilerini fark etmelerini engellediğinden yumurtalar için önemli bir koruma sağlar. Yumurtalardan başka bazı larvalar da bulundukları mekana göre renk değişimine uğrarlar ve bu sayede korunurlar.
SivrisinekSivrisinek
Çiftleşme olgunluğuna gelen erkek sivrisinek dişisini bulmak için işitme organı olan duyargalarını kullanır. Erkeğin duyargaları dişininkinden farklı bir görev üstlenmiştir. Duyargaların ucundaki ince tüyler, dişi sivrisineğin çıkardığı sese karşı son derece hassas bir algılama yeteneğine sahiptir. Erkek sivrisineklerin cinsel organlarının yanında havadaki çiftleşme sırasında dişilerini tutmaya yarayan uzantılar vardır. Erkek sivrisinekler bir bulut oluştururcasına grup halinde uçarlar. Bu grubun arasına bir dişi girince onu yakalama şansına sahip olan erkek, uçuş esnasında çiftleşmeyi de gerçekleştirir. Çiftleşme kısa sürer ve erkek sivrisinek grubuna geri döner. Dişi sivrisinek, işte bu andan itibaren yumurtalarının gelişmesi için kana ihtiyaç duyar.
Çeşitli etkenlerden faydalanarak renk değiştirmek oldukça karmaşık kimyasal işlemlerin sonucunda gerçekleşir. Elbette ki sivrisineklerin değişik evrelerindeki renk değişimlerinden ne yumurtaların, ne larvaların, ne de anne sivrisineğin haberi yoktur. Bu canlıların böyle bir sistemi kendilerinin oluşturması ya da bu sistemin tesadüfen ortaya çıkmış olması da söz konusu değildir. Sivrisinekler ilk ortaya çıktıkları andan itibaren bu sistemlerle birlikte yaratılmışlardır.
Pupa dönemindeki sivrisinekPupa dönemindeki sivrisinek
Pupa dönemindeki sivrisinek (üstte sağda)

YUMURTADAN ÇIKIŞ

Sivrisinek
SOLUNUM SİSTEMİ: Sivrisineğe dönüşecek olan kurdun solunum için kullandığı sistemin esası, içi boş bir borunun su üstüne çıkarılarak havanın solunmasına dayanmaktadır. Bu sırada kurtçuklar su içinde ters asılmış halde durmaktadırlar. Vücutlarının salgıladığı yapışkan bir salgı suyun, hava aldıkları deliklerden içeri kaçmasını da engeller.
Kuluçka dönemi tamamlandığında kurtçuklar hemen hemen aynı zamanda yumurtadan çıkmaya başlarlar. Aralıksız bir şekilde beslenen kurtçuklar süratle büyürler. Kısa bir zamanda derileri daha fazla büyümelerini engelleyecek kadar gerginleşir. Bu ilk deri değişimi zamanının geldiğinin bir göstergesidir. Bu evrede, oldukça sert ve gevrek olan deri kolayca kırılır. Sivrisinek kurtçuğu, gelişimini tamamlayıncaya kadar iki kez daha deri değiştirecektir.
Kurtçukların beslenmesi için tasarlanmış olan yöntem oldukça ilginçtir. Kurtçuklar, tüylerden oluşan yelpaze biçimindeki iki uzantıyla su içinde küçük girdaplar oluşturarak, bakteri ve diğer mikroorganizmaların ağızlarına doğru akmalarını sağlarlar. Su içinde başaşağı duran kurtçukların solunumu ise dalgıçların kullandığı "şnorkel" benzeri bir hava hortumuyla sağlanır. Vücutlarında salgılanan yapışkan bir salgı da suyun hava aldıkları deliklerden içeri kaçmasını engeller. Görüldüğü gibi bu canlı, birçok hassas dengenin birarada işlemesi sayesinde yaşamını sürdürmektedir. Hava hortumu olmasa sivrisinek kurtçuğu yaşayamayacak, yapışkan salgı olmasa hortum suyla dolacaktır. Bu iki sistemin birbirinden farklı zamanlarda oluşması sivrisineğin bu evrede ölmesi demektir. Bu da sivrisineğin bütün sistemleriyle eksiksiz ortaya çıktığını yani yaratıldığını kanıtlar.
Kurtçuklar bir kez daha deri değiştirmişlerdir. Son deri değiştirme diğerlerinden oldukça farklıdır. Bu evrede kurtçuklar gerçek bir sivrisinek olmak için son aşama olan "pupa" dönemine girmişlerdir. İçinde bulundukları kılıf iyice gerginleşmiştir. Bu da pupanın artık bu kılıftan kurtulma zamanının geldiğini gösterir. Kılıfın içinden öylesine farklı bir canlı çıkar ki, bunların aynı canlının farklı gelişim evreleri olduğuna inanmak gerçekten zordur. Görüldüğü gibi bu değişim, ne kurtçuğun, ne dişi sivrisineğin tasarlayamayacağı kadar karmaşık ve hassas bir işlemdir...
Bu son değişim sırasında bir boru aracılığıyla suyun üstüne uzanmış olan solunum delikleri kapanacağından, hayvan havasız kalma tehlikesiyle yüz yüze gelir. Ama yeni çıkan canlının solunumu artık bu kanaldan değil, baş tarafında beliren iki boru aracılığıyla yapılacaktır. Bu yüzden kılıf değiştirmeye başlamadan önce bunlar su yüzüne çıkar. Pupa kozasının içindeki sivrisinek artık iyice gelişmiştir. Bir anten biçimindeki duyargaları, hortumları, ayakları, göğsü, kanatları, karnı ve başının büyük bölümünü kaplayan gözleri ile sivrisinek artık uçmaya hazırdır. Pupanın kozası baş taraftan yırtılır. Bu aşamada en büyük tehlike kozanın içine su girmesidir. Ancak yırtılan kozanın baş tarafı, sineğin kafasının su ile temasını engelleyecek yapıda özel bir yapışkan sıvıyla kaplanmıştır. Bu an çok önemlidir; en ufak bir rüzgar bile suya düşüp ölmesine yol açacağı için sivrisinek suya sadece ayakları değerek çıkmak zorundadır. Bunu başarır.
Acaba ilk sivrisinek böyle bir dönüşümü geçirecek "yeteneğe" nasıl ulaşmıştır? Bir kurtçuk, kendi kendine, üç kez deri değiştirip bir sivrisineğe dönüşmeye "karar" mı vermiştir?
Elbette hayır, açıktır ki, Allah örnek verdiği bu canlıyı özel olarak bu şekilde yaratmıştır.
Sivrisinek
Sivrisinek kabuğundan çıkarken kafasının su ile hiç temas etmemesi gerekir. Çünkü bir an bile havasız kalması ölümüne sebep olacaktır. Bu yüzden esecek en küçük bir rüzgar veya sudaki küçük bir akıntı bile sivrisinek için son derece tehlikelidir. Sivrisinek bunu bilirmişçesine hareket eder ve sudan büyük bir beceriyle çıkar. Sivrisinek suyun içinde aşama aşama dış dünyadaki yaşamı için hazırlanmıştır. Sivrisineklere sahip oldukları bütün özellikleri veren herşeyin hakimi olan Allah'tır.

Sivrisinek
ÇEVRESİNDEKİ CANLILARI BÖYLE ALGILIYOR

Sivrisinekler, son derece hassas ısı algılayıcılarına sahiptirler. Etraflarındaki varlıkları, yandaki resimdeki gibi sıcaklıklarına göre renk renk algılayabilirler.
Bu algılama ışığa bağımlı olmadığı için, karanlık bir odada bile kan damarlarını rahatlıkla bulurlar.
Sivrisineğin ısı algılayıcıları, 1/1000 derecelik sıcaklık değişmelerini bile fark edecek hassasiyettedir.

Sivrisinek
Sivrisineğin sayısı 100'e varan gözü vardır. Bunlar başın üzerinde petek şeklinde yerleşmiştir.
Üstteki resimde bu göz kümesi içinden üç tanesinin kesiti alınmıştır. Sağda, bu gözler üzerinde bir objenin görüntüsünün beyne nasıl iletildiği gösterilmiştir.

AKILALMAZ KAN EMME TEKNİĞİ


Sivrisinek
Sivrisineğin "kan emme" tekniği ise akıllara durgunluk verecek kadar detaylı yapıların birlikte işlemesiyle oluşan kompleks bir sisteme bağlıdır.
Hedef üzerine konan sivrisinek, hortumundaki dudakçıklar aracılığıyla önce bir nokta seçer. Sivrisineğin bir şırıngaya benzeyen iğnesi özel bir kılıfla korunmuştur. Kan emme işlemi sırasında işte bu kılıf iğneden sıyrılır.
Deri, sanıldığı gibi iğnenin basınçla deriye batırılması yöntemiyle delinmez. Buradaki asıl görev, bıçak keskinliğindeki üst çene ve üzerinde geriye doğru eğimli dişlerin bulunduğu alt çeneye düşmektedir. Alt çene testere gibi ileri-geri hareket eder ve deri üst çenenin yardımıyla adeta kesilir. Açılan yarıktan içeri sokulan iğne kan damarına ulaşınca delme işlemine son verilir. Sivrisinek artık kan emmeye başlayacaktır.
Ancak bilindiği gibi insan vücudu, damarlardaki en ufak bir zedelenme karşısında kanı anında pıhtılaştırarak, o bölgedeki kan akışını durduran bir enzime sahiptir. Aslında bu enzimin sivrisinek için büyük bir problem oluşturması gerekmektedir. Çünkü sineğin açtığı deliğe de vücut anında tepki gösterecek, o noktadaki kan hemen pıhtılaşmaya başlayacak ve yara onarılacaktır. Tabii ki bu da sivrisineğin hiç kan emememesi demektir.
Sivrisinek
1. iğne
2. kılıf
Sivrisinek
Bu fotoğraf, sivrisineklerin üzerinde parazit olarak yaşayan küçük bir hayvana ait. Sivrisineğin sahip olduğu ve sadece bir bölümünü incelediğimiz beslenme, üreme, solunum, kan dolaşımı gibi sistemlerin yanında, sivrisineğin üstünde yaşayan bu küçük bitin de karmaşık sistemleri ve yaşamsal fonksiyonları bulunduğu düşünüldüğünde Allah'ın ayetlerinin sınırsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır.
Ama sivrisinek için bu sorun tamamen ortadan kaldırılmıştır. Sivrisinek kan emmeye başlamadan önce, vücudunda salgıladığı özel bir sıvıyı soktuğu canlının damarında açtığı deliğin içine bırakmaktadır. Bu sıvı, kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz hale getirir. Böylece, pıhtılaşma sorunu olmadan, sivrisinek besinine ulaşabilir. Sivrisineğin soktuğu yerde oluşan kaşıntı ve şişmeye neden olan da işte bu pıhtılaşmayı engelleyici sıvıdır.
Bu, kuşkusuz olağanüstü bir işlemdir ve karşımıza şu soruları çıkarır:
1)Sivrisinek, insan vücudunda bu tür bir pıhtılaştırıcı enzim olduğunu nereden bilmektedir?
2) Bu enzime karşı kendi vücudunda bir salgı geliştirmesi için, enzimin içeriğini (kimyasını) bilmek zorundadır. Bu nasıl olabilir?
3) Böyle bir bilgiye ulaşsa(!) bile, nasıl olup da kendi vücudunda böyle bir salgı üretip, bunu iğnesine aktaracak "teknik donanım"ı oluşturabilir?
Aslında bütün bu soruların cevabı basittir: Sivrisinek bunların hiçbirini başaramaz. Ne bunun için gerekli akla, ne kimya bilgisine, ne de salgıyı üretecek "laboratuvar" donanımına sahiptir. Bahsettiğimiz varlık, bir kaç milimetre büyüklüğünde akılsız ve bilinçsiz bir sinektir, o kadar!...
Onu böyle inanılmaz, olağanüstü ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, insanı da sivrisineği de yaratan, "göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbi olan" Allah'tır.
Manzara
Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, herşeye güç yetirendir. (Hadid Suresi, 1-2)


1. Bölüm: Kuran'da Dikkat Çekilen Dört Hayvan / Balarısı

Arıların ürettiği bal dediğimiz maddenin insan vücudu için ne denli önemli bir besin maddesi olduğunu artık hemen herkes bilmektedir. Fakat bu değerli besin maddesini üreten arının olağanüstü özellikleri çok az kişi tarafından bilinir.
Arıların besin kaynağı bilindiği gibi çiçek özleridir. Ancak kış aylarında çiçek özü bulmaları mümkün değildir. Bu sebeple, topladıkları çiçek özlerini vücutlarındaki özel salgılarla birleştirerek, yeni bir besin maddesini yani balı üretir ve bunu kış için depolarlar.
"Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl Suresi, 68-69)

 Balarısı
Burada dikkat çeken nokta, arıların, ihtiyaçlarının çok üzerinde bal depolamalarıdır. Tabii akla gelen ilk soru, arı için gereksiz zaman ve enerji kaybı gibi gözüken bu "aşırı üretim"den niçin vazgeçilmediğidir. Sorunun cevabı ise Allah'ın Kuran'da bildirdiği "vahiy"de gizlidir.
Arılar yaratılışları gereği sadece kendilerine değil insanlara da bal yapmaktadırlar. Yani arılar da yeryüzündeki birçok canlı gibi insanların hizmetine sunulmuşlardır. Tıpkı her gün kendisine pek faydası olmamasına rağmen en az bir yumurta veren tavuk veya yavrusunun ihtiyacının çok üstünde süt üreten inek gibi...

KOVAN İÇİNDEKİ MÜKEMMEL ORGANİZASYON

Arıların kovan içi yaşantıları ve bal üretimleri de son derece ilginç bilgiler içerir. Biz, fazla ayrıntıya girmeden, arıların "sosyal yaşam"larını temel özellikleriyle tanıyalım. Arıların yapmaları gereken çok sayıda "iş" vardır ve mükemmel bir organizasyonla bu işlerin üstesinden gelirler:
Nemin ayarlanması ve havalandırma: Bala önemli derecede koruyucu özellik kazandıran kovan içi nem daima belli bir sınırda olmalıdır. Kovanın içindeki nemin normalin altında veya üstünde olması durumunda bal, hem besleyici hem de koruyucu özelliğini kaybedecek, yani bozulacaktır. Aynı şekilde kovanın ısısı da on ay müddetince tam 320 C olmak zorundadır. Kovandaki ısı ve nemin devamlı olarak gerekli sınırlarda tutulması için özel bir 'vantilatör grubu' görevlendirilmiştir.
Sıcak bir günde arıların kovanlarını havalandırdıkları kolayca görülebilir. Kovan girişi arılarla dolar, zemin tahtasına adeta kenetlenir ve kanatlarıyla kovanı yelpazelerler. Standart bir kovanda hava, bir taraftan girip öteki taraftan çıkması için zorlanır. Kovanın içindeki ekstra yelpazeciler de havayı dört bir tarafa sürerler.
Kovan içi havalandırma sisteminin bir diğer yararı da, kovanı dumandan ve havadaki kirlilikten korumaktır.
"Biz onlara (hayvanlara) kendileri için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir, bir kısmını(n da etini) yiyorlar. Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine de
şükretmeyecekler mi?" (Yasin Suresi, 72-73)

 Balarısı
Sağlık sistemi: Arıların balın niteliğinin bozulmaması için gösterdikleri çaba sadece ısı ve nem ayarı ile sınırlı değildir. Kovanda, bakteri üremesine neden olan bütün olayları kontrol altında tutmak için mükemmel bir sağlık sistemi çalıştırılır. Bu sistem ilk olarak bakteri üretmesi ihtimali olan maddelerin ortadan kaldırılmasını hedefler. Sağlık sisteminin ana prensibi yabancı maddelerin kovana girmesini engellemektir. Bu nedenle kovanın girişinde daima iki nöbetçi bulundurulur. Bu tedbire rağmen içeri yabancı bir böcek ya da cisim girmişse, bunun en kısa zamanda kovandan uzaklaştırılması için arılar seferber olurlar ve bunu hemen dışarı atarlar.
Kovan dışına atılamayacak büyüklükteki yabancı cisimler için ise başka bir korunma mekanizması devreye girer: Arılar bu yabancı cisimleri "mumyalar"lar. Arılar böyle durumlar için "propolis (arı reçinesi)" adı verilen bir madde üretir ve bununla mumyalama işlemini gerçekleştirirler. Çam, kavak, akasya gibi ağaçlardan topladıkları reçinelere bazı özel salgılar ekleyerek üretilen arı reçinesi kovan içindeki çatlakların yamanmasında da kullanılır. Arılar tarafından çatlak üzerine sürülen reçine hava ile temasa geçtiğinde kuruyarak sert bir yüzey oluşturur, böylece her türlü dış etkiyi engeller. Arılar pek çok işlerinde bu maddeyi kullanırlar.
Bu noktada akla pek çok soru gelecektir. Propolisin özelliği, içinde bakteri barınamamasıdır. Bu da propolisi mumyalama işi için ideal bir madde haline getirir. Arılar bu maddenin mumyalama için ideal bir madde olduğunu nereden bilmektedirler? Belli seviyede bir kimya bilgisi ile, laboratuvarlarda ve teknoloji kullanılarak üretilebilecek bir maddeyi awrılar nasıl üretmektedirler? Bir böcek öldüğünde bakteri üreyeceğini ve bunun mumyalama işlemi ile önleneceğini nasıl bilmektedirler?
Arının bu konu hakkında ne bir bilgisinin, ne de vücudunda bir laboratuvarın bulunmadığı açıktır. Arı sadece 1-2 cm.lik bir böcektir ve sadece kendisine Allah'ın ilham ettiği şekilde davranmaktadır.

EN AZ MALZEME İLE EN FAZLA DEPOLAMA

Bal arıları küçük balmumu parçalarına şekil vererek, 30.000 arının yaşayabileceği ve birlikte çalışabileceği bir kovan inşa ederler.
Kovan, her bir yüzünde yüzlerce küçük hücre bulunan balmumu duvarlı peteklerden oluşur. Bütün petek hücreleri tamı tamına aynı büyüklüktedir. Bu mühendislik harikası, binlerce arının birlikte çalışmasıyla yapılır. Arılar, bu hücreleri, besin depolamak ve genç arıların bakımı için kullanırlar.
Bal arıları, petek hücrelerini milyonlarca yıldır (100 milyon yıl öncesine ait arı fosili bulunmuştur) altıgen şeklinde inşa ederler. Acaba neden sekizgen, veya beşgen gibi geometrik şekiller değil de özellikle altıgen seçilmiştir? Bu sorunun cevabını matematikçiler veriyor: "Birim alanın maksimum kullanımı için en uygun geometrik şekil altıgendir." Petekler altıgen yerine başka bir biçimde inşa edilseydi kullanılmayan bölgeler ortaya çıkacak, böylece daha az bal depolanabilecek ve kovandan daha az sayıda arı yararlanabilecekti.
Derinlikleri aynı olduğu sürece üçgen ve dörtgen hücrelerde de altıgen hücrelerdeki kadar bal depo edilebilirdi. Ancak bu şekillerden çevresi en kısa olan altıgendir. Aynı hacime sahip olmasına rağmen, altıgen hücreler için kullanılan malzeme üçgen veya dörtgen için kullanılandan daha azdır.
Bu durumda şu sonuca varılır: Altıgen hücre, en çok miktarda bal depolarken, inşası için en az balmumu gerektiren şekildir. Karmaşık geometri işlemleri ile ortaya çıkan bu sonuç, elbette arılar tarafından hesaplanmış değildir. Bu küçük hayvanlar, altıgeni, yaratılışlarının bir gereği olarak, yalnızca kendilerine öğretildiği, bir başka deyişle "vahyedildiği" için kullanmaktadırlar.
Arıların altı köşeli hücreleri her yönden kullanışlı bir tasarımdır. Hücreler birbirine uygun ve duvarları ortaktır. Bu, yine en az balmumuyla en fazla depolamayı sağlar. Hücre duvarları oldukça ince olmalarına rağmen kendi ağırlıklıklarının birkaç katını taşıyabilecek güçtedirler.
Arılar hücrelerin yan yüzeylerinin yanında, dip taraflarını da yaparken en çok tasarruf ilkesini göz önünde bulundururlar.
Petekler, sırt sırta vermiş iki sıralı bir dilim şeklinde yapılır. Bu durumda iki hücrenin birleşim noktaları problemi doğacaktır. Bu sorun, hücre        tabanlarının, üç eşkenar dörtgeni birleştirerek inşa edilmesiyle çözülmüştür. Peteğin bir yüzünde üç hücre yapılması, tabanın öteki yüzdeki bir hücre tabanının kendiliğinden yapılmış olması demektir.
Taban eşkenar dörtgen şeklindeki balmumu plakalarından oluştuğundan, bu yöntemle yapılan hücrelerin dibinde aşağı doğru bir derinleşme görülür. Bu hücrenin hacminin, dolayısıyla da depolanacak balın miktarının artması demektir.

PETEK HÜCRELERİNİN DİĞER ÖZELLİKLERİ

 BalarısıBal arılarının petek inşası sırasında dikkat ettikleri bir başka özellik, hücrelerin eğimidir. Hücreler her iki yana doğru 13'er derece yükseltilerek yere tam paralel olmaları engellenir. Böylece bal, ağız kısmından akıp gitmez.
İşçi bal arıları çalışırken birbirlerine halkalar şeklinde asılarak salkım biçiminde toplanırlar. Bundaki amaç, balmumu üretimi için gerekli olan ısının sağlanabilmesidir. Karınlarındaki torbacıklar saydam bir sıvı üretirler. Bu sıvı, dışarı sızar ve beyaz ince balmumu tabakalarını sertleştirir. Arılar, balmumunu ayaklarındaki küçük kancalarla toplarlar. Bu balmumunu ağızlarına koyarlar ve yumuşayıncaya kadar ağızlarında işlerler ve peteklerde onu şekillendirirler. Birçok arı birlikte hareket ederek, balmumunun yumuşak ve işlenebilir halde kalması için çalışma yerinin tam istenilen ısıda olmasını sağlarlar.
Peteğin inşasında çok ilginç bir nokta daha vardır: Peteğin yapılmasına kovanın üst kısmından başlanır ve aynı anda iki-üç dizi aşağı doğru örülür. Bir petek dilimi her iki yana doğru genişlerken, önce içerdiği iki sıranın tabanları birleşir. Bu iş gayet uyumlu ve düzenli bir şekilde gerçekleşir. Öyle ki peteğin farklı iki ya da üç parçadan meydana getirildiğini fark etmek mümkün değildir. Aynı anlarda değişik uçlardan yapılan petek dilimleri o kadar düzgündür ki, yüzlerce açı barındırmasına rağmen tek parça bir yapı izlenimi verir.
Bunun oluşabilmesi için, arıların başlangıç ve birleşme noktaları arasındaki uzaklıkları önceden hesaplayıp, hücrelerin boyutlarını ona göre planlamaları gerekir. Binlerce arının bu kadar hassas bir hesabı tutturabilmesi bilim adamlarını hayretler içinde bırakmıştır.
İnsanların bile altından kalkamayacağı bu işi arıların düzenleyebileceklerini düşünmenin akılcı olmadığı ortadadır. O kadar ince bir hesap ve ayrıntılı bir organizasyon vardır ki, bunu kendi kendilerine başarmaları mümkün değildir. Öyleyse arılar bunu nasıl başarmaktadırlar? Evrim taraftarlarının bu konuda söyleyecekleri tek şey, olayın "içgüdü" sayesinde başarıldığıdır. Ama bu içgüdü denilen, nasıl bir şeydir ki, aynı anda binlerce arıya hitap etmekte ve onların kollektif bir iş yapmalarını sağlamaktadır? Çünkü arıların her birinin kendi "içgüdüleri" ile böyle bir işe yönlendirilmeleri yetmez; yaptıkları işin birbiriyle uyumlu olması da gerekmektedir. Bu sebeple aynı merkezden gelen bir "içgüdü" ile yönlendirilmelidirler. Farklı noktalardan kovanı inşa etmeye başlayan, en sonunda da hiçbir açıklık kalmadan ve tüm altıgenler eşit olacak biçimde inşa ettiklerini birleştiren arılar, hiç şüphesiz ki aynı merkezden "içgüdü"sel mesajlar alıyor olmalıdırlar!...
"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır."
(Casiye Suresi, 4)

 Balarısı
Yaptığımız açıklamada kullandığımız "içgüdü" kelimesi aslında Allah'ın Yusuf Suresi'nin 40. ayetinde "Sizin Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir." hükmüyle haber verdiği isimlerden başka bir şey değildir. Böylesine apaçık gerçekleri örtbas edebilmek endişesiyle "kuru isimler" üzerinde ısrar etmenin bir faydası yoktur. Arılar, topluca tek bir yerden yönlendirilmekte ve böylece asla kendi başlarına yapamayacakları işleri başarmaktadırlar. Onları buna yönelten de ismi konulmuş fakat hiçbir tanımı olmayan içgüdüler değil, Nahl Suresi'nde Allah'ın bildirdiği üzere, "vahiy"dir. Bu küçük hayvanlar, kendilerini belirli bir görev için yaratmış olan Allah'ın, kendilerine verdiği "program"ı uygulamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.

YÖNLERİNİ NASIL TAYİN EDİYORLAR?

Arılar çoğu zaman yiyecek bulmak için uzaklara giderek geniş alanları taramak zorunda kalırlar. Kovanlarının 800 m. ötesine kadar uzanan bir alan içerisinde, kır çiçeklerinden bal özü ve çiçek tozu toplarlar. Çiçekleri bulan arı, bunların yerini haber vermek üzere kovanına döner. Ancak bu arı, kovandaki arkadaşlarına çiçeklerin yerini nasıl anlatacaktır?
 BalarısıDans yoluyla!... Kovana dönen arı bir çeşit dans yapmaya başlar. Bu dans, diğer arıların, çiçeklerin yerini bulabilmeleri için kullanılan bir anlatım yoludur. Arının yaptığı tekrarlı dans, diğer arılara hedefe ulaşmak için gereken doğrultu, yön, uzaklık gibi bütün bilgileri eksiksiz olarak verir.
Dans, arının devamlı olarak çizdiği "8" şeklinden ibarettir (üstte). Arı, sekizin ortasını, kuyruk kısmını titreterek zig-zaglar halinde çizer. Zig-zaglı yolun Güneş-kovan arasındaki doğrultuyla yaptığı açı, çiçek kaynağının tam yönünü verir. (Solda)
Kaynağın yönünü bilmek de tek başına bir işe yaramaz. İşçi arılar bal özü toplayabilmek için, ne kadar uzağa gitmeleri gerektiğini de "bilmeli"dir. Kovana dönen arı, diğer arılara, yine belirli vücut hareketleriyle çiçek polenlerinin bulunduğu uzaklığı "anlatır". Bunu gövdesinin alt kısmını sallayıp ani hava akımları oluşturarak belirtir. Diğer arılar da antenleri ile bu akımları algılayarak gidecekleri besin kaynağının uzaklığını tesbit ederler. Örneğin; 250 metre uzaklıktaki yeri "tarif etmek" için yarım dakikalık bir süre içinde vücudunun alt kısmını 5 kez sallar. Böylece belirtilen açı ve uzaklıkla hedefin yeri kesin olarak belirtilmiş olur.
 Balarısı
 BalarısıAma kaynağa gidiş-geliş süresi uzun süren uçuşlarda, arıyı yeni bir sorun bekler: Besin kaynağını sadece Güneş'e göre tarif etme yeteneğine sahip olan arı, kovana dönene kadar, Güneş her 4 dakikada bir 1 derece yer değiştirir. Buna göre arı, yolda geçirdiği her 4 dakika için arkadaşlarına verdiği yönde bir derece hata yapacaktır.
Elbette arının böyle bir problemi de yoktur. Çünkü gözü yüzlerce minik altıgen mercekten oluşur. Her mercek tıpkı bir teleskopta olduğu gibi çok dar bir alanı görür. Günün belirli bir anında Güneş'e doğru bakan bir arı, uçarken sürekli olarak yerini bulabilir. Ayrıca arının bu hesabı, zamana göre Güneş'in verdiği aydınlığın değişmesinden faydalanarak yaptığı tahmin edilmektedir. Sonuçta arı, Güneş ilerledikçe kovanda vereceği yönde düzeltme yaparak hedefin yönünü hatasız olarak belirler.

ÇİÇEK İŞARETLEME YÖNTEMİ

Bal arıları, bir çiçeğin nektarının daha önce başka arılarca tüketildiğini konar konmaz anlar ve hemen çiçeği terk ederler. Bu sayede hem vakit hem de enerji kaybından kurtulurlar. Peki arı çiçek üzerinde inceleme yapmadan nektarın tükendiğini nereden anlamaktadır?
Çünkü çiçekten faydalanan ve nektarı tüketen "arkadaşları" o çiçeği, özel kokulu bir damla bırakarak işaretlerler. Onlardan sonra gelen herhangi bir arı çiçeğe konar konmaz önceden bırakılan kokuyu alır ve çiçeğin işe yaramaz olduğunu anlayarak hemen başka bir çiçeğe yönelir. Böylece birden fazla arının aynı çiçekle zaman kaybetmeleri engellenmiş olur.

BAL MUCİZESİ

Allah'ın küçücük bir hayvan kanalıyla insanlara sunduğu balın ne denli büyük bir besin kaynağı olduğunu biliyor musunuz?
Bal, fruktoz ve glukoz gibi şekerlerin yanı sıra magnezyum, potasyum, kalsiyum, sodyum klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi minerallere sahiptir. Nektar ve polen kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle birlikte, balda B1, B2, C, B6, B5 ve B3 vitaminleri bulunmaktadır. Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko da az miktarlarda bulunur. Balın içeriğinde bunların dışında bazı hormonlar da vardır.
Bal, Kuran ayetinde vurgulandığı gibi, "insanlara şifa" olma özelliği taşımaktadır. 20-26 Eylül 1993'te Çin'de yapılan Dünya Arıcılık Kongresi'nde bilim adamlarının bal hakkındaki yorumları da bunu doğrulamaktadır: "Kongre'de, arı ürünleri ile tedavi konusu ağırlık kazandı. Özellikle ABD'li bilim adamları bal, arı sütü, polen ve arı reçinasının (propolis) birçok hastalığı tedavi ettiğini bildirdiler. Romanyalı bir doktor balı katarakt hastaları üzerinde denediğini ve 2094 hastadan 2002'sinin (%95) bal sayesinde tam olarak iyileştiğini açıkladı. Polonyalı doktorlar ise arı reçinasının hemoroid, deri hastalıkları, kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa iyi geldiğini tespit ettiklerini bildirdiler." (Hürriyet Gazetesi, 19 Ekim 1993)
 Balarısı

O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

 Balarısı
Bilimde en ön sıraları alan ülkelerde arıcılık ve arı ürünleri artık başlıbaşına bir araştırma dalı durumundadır. Balın diğer yararları ise şöyle sıralanabilir:
Kolayca sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun glukoza) dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit içermesine rağmen en hassas mideler tarafından bile kolaylıkla sindirilir. Aynı zamanda bağırsakların ve böbreklerin daha iyi çalışmasına yardımcı olur.
Süratle kana karışır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde kana karışır. İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması kolaylaşır.
Kan yapımına destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim duyduğu enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın temizlenmesine de yardımcı olur. Kan dolaşımını hem düzenleyici, hem de kolaylaştırıcı yönde etkisi vardır. Damar sertliğine karşı önemli bir koruyucudur.
İçinde bakteri barınamaz: Balın bakteri barınmasına olanak tanımayan özelliği "inhibine etki" olarak adlandırılır. Yapılan deneyler sulandırılmış balın bakteri öldürücü özelliğinin saf bala göre iki kat arttığını göstermiştir. İlginç olan ise, arı kolonisine yeni dahil olacak kurtçukların, kendilerine bakmakla görevli arılarca -sulandırılmış balın bu özelliğini bilirmişcesine- sulandırılmış balla beslenmeleridir.
Arı Sütü: Arı sütü, kovandaki işçi arıların ürettiği bir maddedir. Çok besleyici olan arı sütünde şeker, protein, yağ ve birçok vitamin bulunur. Vücudun kuvvetsiz düştüğü durumlarda ve doku yaşlanmalarından ileri gelen bozukluklarda kullanılır.
Arıların ihtiyaçlarından çok fazla ürettikleri balı, insanlar için ve insanlara uygun olarak yaptıkları açıktır. Bu inanılmaz görevi "kendi başlarına" yapamayacakları da...

1. Bölüm: Kuran'da Dikkat Çekilen Dört Hayvan / Deve

"Bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı?"

"Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi? Artık sen, öğüt verip -hatırlat. Sen, yalnızca öğüt verici bir hatırlatıcısın."
(Gaşiye Suresi, 17-21)

Deve
Tüm varlıkların sahip oldukları özelliklerle kendilerini Yaratan Rabbimiz'in sonsuz gücünü ve ilmini gösterdiklerine hiçbir kuşku yoktur. Allah, Kuran'daki birçok ayette bu gerçeği bildirmekte, Allah'ın her yarattığının bir ayet, yani 'bir delil ve ibret' olduğuna sürekli dikkat çekmektedir.

Gaşiye Suresi'nin 17. ayetinde de üzerinde dikkatle düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir hayvandan, "deve"den bahsedilmektedir.

Bu bölümde, Allah'ın Kuran'da "bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı" ifadesiyle dikkat çektiği bu canlıyı inceleyeceğiz.

Deveyi "özel bir canlı" yapan, en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapısıdır. Bu öyle bir vücuttur ki açlık ve susuzluğa günlerce dayanır, günler boyu, sırtında yüzlerce kilo ağırlıkla yol katedebilir.

Devenin, ayrıntısını ilerleyen sayfalarda göreceğiniz özellikleri, onun, kurak ortamlar için özel bir yaratılışla var edildiğini ve insanın hizmetine verildiğini göstermektedir. Ve bu da düşünen insanlar için açık bir yaratılış delilidir.
"Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır." (Yunus Suresi, 6)

AÇLIK VE SUSUZLUĞA OLAĞANÜSTÜ DAYANMA YETENEĞİ:

Deve, 50°C sıcaklıkta 8 gün aç-susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının %22'sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41°C'ye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sayede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minimum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30°C'ye kadar düşürebilmektedir.

MÜKEMMEL SU KULLANIM ÜNİTESİ:

Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanı sıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sayesinde, havadaki nemin %66'sını tutabilmektedir.
Deve
1. Besin deposu hörgüç

Bir yağ yığıntısı şeklindeki hörgüç, Hecin devesinin kıtlık anında periyodik olarak beslenmesini sağlar. Hayvan bu sayede 3 hafta su içmeden yaşayabilir. Bu sırada vücut ağırlığının %33'-ünü kaybeder. Aynı koşullar altında insan, vücut ağırlığının %8'ini kaybeder ve 36 saat içinde vücut suyunu tamamen yitirerek ölür.
2. Isıya karşı yalıtkan kürk 

Bu kürk, hayvanın vücudunu sıcağa ve soğuğa karşı koruyan, su kaybını azaltan kalın ve keçeleşmiş tüylerden oluşmuştur. Hecin devesi gündüzleri iç sıcaklığını 41 dereceye kadar çıkararak terlemeyi geciktirir. Böylece su kaybını engellemiş olur.
Kalın kürkü sayesinde, Asya'nın, yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir.
3. Kumdan korunan baş 

Kirpikleri birbiri içine geçebilen bir sisteme sahiptir. Herhangi bir tehlike anında otomatik olarak kapanırlar. İç içe geçen kirpikler hayvanın gözüne en ufak bir toz tanesinin bile girmesine izin vermezler.
Burun ve kulaklar, kum ve tozdan korunması için uzun kıllarla kaplıdır.
Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkan tanır.
4. Her türlü araziye uygun ayaklar

Ayaklar, esnek bir yastıkla birleşmiş iki parmakla donanmıştır. Hayvanın toprağı daha iyi kavramasını sağlayan bu yapı, yağımsı dört toptan oluşmuştur. Her türlü arazi şartına uygundur.
Tırnaklar ayağı herhangi bir çarpışmadan dolayı oluşacak zararlardan korur.
Dizler bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

BESİNLERDEN VE SUDAN MAKSİMUM İSTİFADE: Hayvanların çoğu böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölürler. Oysa deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerinden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifade edebilmektedir.
Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir.
Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek bir yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya olanak vermeyecek biçimdedir. Ayrıca kanında, susuzluğa dayanıklılığı artıran albümin enzimi, diğer canlılardan daha fazla miktarda bulunmaktadır. , Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, vücudun -yağa bağlı olarak- her yerinde yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu minimum oranda kullanmasına sebep olur.
Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan herşeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifade etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.
Deve
Hecin develeri, Orta Asya'nın yüksek yaylalarında -52 derecelik soğuğa  karşı dayanabilmektedir.

HORTUMLARA VE FIRTINALARA KARŞI ÖNLEM:

Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi içiçe geçerek, gözü şiddetli kum fırtınalarına karşı tam bir korumaya alırlar. Develer ayrıca burun deliklerini de kum girmesini engellemek için kapatabilirler.

KAVURUCU SICAĞA VE DONDURUCU SOĞUĞA KARŞI ÖNLEM:

Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olurlar. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlarlar. Çöl develeri 70°C'lik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer sıfırın altında 52 derecelik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler.

KIZGIN KUMLAR İÇİN ÖNLEM:

Bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak "dizayn" edilmiş, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir.
Tüm bu bilgilerin ışığında düşünelim: Deve, kendi vücudunu çöl ortamına göre kendisi mi ayarlamıştır? Burun mukozasını kendisi oluşturup, tepesindeki hörgücü o mu meydana getirmiştir? Ya da hortum ve fırtınalara karşı göz ve burun yapısını kendisi mi tasarlamıştır? Kan ve hücre yapısını, devenin kendisi mi 'su harcamama esası' üzerine düzenlemiştir? Vücudundaki tüylerin dokusunu o mu seçmiştir? O mu kendisini "çöl gemisi"ne dönüştürmüştür?
Deve -canlıların tümünde olduğu gibi- elbette ki bunları yapamaz. "Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?" ayeti, gerçekten de bu olağanüstü hayvanın varoluşunu en iyi biçimde açıklamaktadır. Deve de, diğer bütün varlıklar gibi yaratılmış, özelliklerle bezenmiş ve  Allah'ın yaratmadaki üstünlüğünün bir işareti olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir.
Deve, bu tür üstün fiziksel özelliklerle yaratılırken, insana hizmetle görevlendirilmiştir. İnsan ise, tüm varlık aleminin içindeki buna benzer yaratılış mucizelerini görmek ve tüm varlıkların yaratıcısı olan Allah'ı bilip-tanımakla...

1. Bölüm: Kuran'da Dikkat Çekilen Dört Hayvan / Sinek

"Bir sinek bile yaratamazlar..."

Ey insanlar, (size) bir örnek verildi
şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız
-hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar... Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.
(Hac Suresi, 73-74)

Sinek

Deve

Binlerce mercekten panoramik bakış

Sineğin gözlerini oluşturan merceklerin altıgen yapısı sıradan bir mercekten çok daha geniş bir görüş alanı sağlar. Bu merceklerin sayısı bazı sineklerde 5000'e kadar çıkmaktadır. Ayrıca gözlerin küresel yapısı sineğe arkasını görme imkanı da vermekte, tabi bu düşmanlarından kaçışta büyük avantajlar sağlamaktadır.
Deve

Sineğin emici pompası: Hortum

Sineklerin bir diğer ilginç özelliği besinlerini diğer birçok canlı gibi ağızlarında değil dışarıda öğütmeleridir. Sinekler besin maddesi üzerine hortumları vasıtasıyla özel bir sıvı boşaltırlar. Bu sıvı besinleri sineğin emebileceği kıvama getirir. Sinek daha sonra boğazındaki emici pompalarla besini içine doğru çeker.


2. Bölüm: "İnsan" / Rahimlerdeki Yaratılış

"İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim onu yaratmış bulunduğumuzu düşünmüyor mu?" (Meryem Suresi, 67)

Bebek

Eğer insan, aklını kullanıp "ben nasıl var oldum?" sorusuna samimi bir cevap bulmaya çalışmazsa, genellikle "nasıl oldumsa oldum!..." gibi bir mantığa kapılacaktır. Bu mantığa kapılınca da zaten, ona bu tür konular üzerinde bir daha düşünmeye pek zaman bırakmayacak bir hayat tarzını benimseyecektir.
Oysa akıl sahibi insana düşen, nasıl var olduğu üzerinde düşünmek ve hayatın anlamını buna göre belirlemektir. Bunu yaparken de, kimilerinin yaptığı gibi, varacağı sonucun "ben yaratılmışım" şeklinde çıkmasından korkmamalıdır. Çünkü sözünü ettiğimiz insanlar, kendilerini bir Yaratıcıya karşı sorumlu hissetmek istemezler. Yaratılmış olduklarını kabul ettiklerinde, hayat tarzlarını, kurulu düzenlerini veya bağlı oldukları ideolojilerini terk etmek zorunda kalmaktan çekinirler. Ya da kendilerini Yaratana boyun eğmekten kaçarlar. Bu psikolojiyi taşıyanlar, Kuran'da Allah'ın bildirdiği gibi "vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla" (Neml Suresi, 14) Allah'ı inkar edenlerdir.
Varlığını "zulüm ve büyüklenme"ye kapılmadan, akıl ve vicdan ölçüsünde değerlendiren insan ise, kendinde Allah'ın yaratışından başka birşey görmeyecektir. Varlığının, kendisinin yaratmadığı ve kontrol edemediği binlerce karmaşık sistemin uyumuna bağlanmış olduğunu fark edecektir. "Yaratılmış" olduğunu kavrayacak ve Yaratıcımız olan Allah'ı tanıyıp O'nun kendisini hangi amaca yönelik olarak yarattığını anlamaya yönelecektir.
O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11)

Bebek
İnsan "yaratılmış" olduğunu izlerken, ona rehberlik eden bir kaynak vardır: Kuran. Bu kitabı, Yaratıcımız olan Allah ona ve diğer insanlara indirmiştir. Kuran tüm insanlar için bir "yol göstericidir". Yaratılış olayının aynen Kuran'da tarif edildiği gibi gerçekleşmiş olması da, akıl sahibi insanlara önemli mesajlar vermektedir. İleriki sayfalarda, akıl ve vicdan sahiplerine nasıl "yaratıldıklarını" ve bu yaratılışın içindeki muhteşemliği gösteren bilgilere yer verilmiştir.
İnsanın yaratılışının öyküsü, birbirinden çok uzak iki ayrı yerde başlar. İnsan, kadın ve erkek bedeninde birbirinden tümüyle bağımsız olarak oluşan, ama birbiriyle tümüyle uyumlu olan iki ayrı özün birleşmesiyle hayata adım atar. Erkek bedeninde oluşan spermin erkeğin isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı ortadadır, aynı kadın bedeninde oluşan yumurtanın kadının isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı gibi. Onların bu olaylardan haberi bile yoktur.
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)
Aslında, çok açıktır ki, erkekten gelen öz de, kadından gelen öz de, birbirlerine uyumlu olarak yaratılmışlardır. Bu iki özün yaratılışı da, birleşmeleri de, gelişip insan haline dönüşmeleri de gerçekte büyük birer mucizedir.

TESTİS VE SPERMLER

Yeni bir insan yaratılmasının ilk basamağı olacak spermler erkek vücudunun "dışında" üretilir. Bunun sebebi üretimin ancak vücut ısısının yaklaşık 2 0C altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için bir de testis üstüne yerleştirilmiş özel deri çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta ise genleşip terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır. Acaba bu hassas dengeyi erkeğin kendisi mi "ayarlayıp" düzenlemektedir? Elbette ki hayır. Erkeğin bundan haberi bile yoktur. Yaratılışı reddetmekte direnenler, bunun ancak "insan vücudunun keşfedilmemiş bir fonksiyonu" olduğunu söyleyebilirler. Bu "keşfedilmemiş fonksiyon" sözü ise "kuru bir isimlendirme"den başka bir şey değildir.
Testislerin iç görüntüsü ve spermler
Testislerin iç görüntüsü ve spermler
Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler erkekten kadının yumurtalarına doğru yapacağı yolculuk için sanki oradaki ortamı "biliyormuşcasına" özel bir dizayna sahiptirler. Sperm, baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu, spermin bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlayacaktır.
Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıracak olan baş kısmı ise özel bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde fark edilir: Buradaki ortam son derece asidiktir. Spermin, bu asidin varlığını bilen "birisi" tarafından koruyucu zırhla kaplandığı ise son derece açıktır. (Bu asidik ortamın da nedeni annenin mikroplardan korunmasıdır.)
Erkekten rahme atılan sadece milyonlarca sperm değildir. Meni birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Allah Kuran'da, bu gerçeği şöyle vurgular:
"Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan bir süre gelip-geçti. Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık..." (İnsan Suresi, 1-2)
Meni içindeki bu sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri de vardır. Burada da yine iki ayrı ve bağımsız varlığın birbiriyle kusursuz bir uyum içinde yaratıldığını görüyoruz.
Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Kendilerini ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.

YUMURTA

Yumurta
Sperm yumurtaya uygun olarak düzenlenirken, çok ayrı ve farklı bir ortamda da yumurta hayata tohum olmaya hazır hale getirilmektedir... Kadının haberi bile yokken, yumurtalıklarda oluşan bir yumurta önce karın boşluğuna bırakılır ve hemen sonra ana rahminin fallop tüpü denen uzantılarının ucunda yer alan kollar sayesinde yakalanır. Ardından yumurta fallop tüpünün iç yüzeyindeki tüylerin hareketiyle ilerlemeye başlar. Büyüklüğü ise bir tuz tanesinin ancak yarısı kadardır. (sağda)
Yumurta-sperm buluşmasının yeri fallop tüpüdür. Burada yumurta özel bir sıvı salgılamaya başlar. İşte bu sıvı sayesinde spermler yumurtanın yerini bulurlar. Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan ya da şuurlu bir varlıktan söz etmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının, "kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", daha da ötesi spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim "hazırlayıp" salgılaması tesadüfle açıklanamaz. Ortada açık bir tasarım vardır.
Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.

SPERM VE YUMURTA BULUŞMASI

Yumurtanın etrafını saran spermler.
Yumurtanın etrafını saran spermler.
Yumurtayı dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında, yine yumurtanın salgılamaya "karar verdiği" (!) ve sperm için özel olarak hazırlanmış bir sıvı, spermin koruyucu zırhını eritir. Bunun sonucunda da bu kez spermin ucunda olan ve yine özel olarak yumurta için hazırlanmış bulunan eritici enzim kesecikleri açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler yumurtanın zarını delerek spermin içeri girmesini sağlarlar. Yumurtanın etrafını kuşatan spermler içeri girmek için büyük bir yarışa başlarlar. Ancak yumurtayı genelde tek bir sperm döller.
Uzun ve zorlu bir yolculuk geçiren spermlerden biri yumurtayı döllemek için içeri giriyor
VE BİRLEŞME ANI...
Uzun ve zorlu bir yolculuk geçiren spermlerden biri yumurtayı döllemek için içeri giriyor...
Allah'ın Kuran'da bu aşama ile ilgili olarak verdiği bilgiler son derece dikkat çekicidir. Allah Kuran'da, insanın sıvının yani meninin özünden meydana getirildiğini şöyle bildirmektedir:
"(Allah) sonra insanın neslini bir özden, değersiz bir sıvının özünden meydana getirdi." (Secde Suresi, 8)
Allah'ın ayette bildirdiği gibi, yumurtayı spermleri taşıyan sıvının kendisi değil, içinde taşıdığı tek bir sperm, hatta onun da "özü" olan kromozomlar döllemektedir. Tek bir spermi içeri alan yumurtaya artık bir başka spermin girmesi mümkün değildir. Bunun sebebi yumurtanın etrafında bir elektriksel alan bulunmasıdır. Yumurta çevresi (-) elektrik yüklüdür ve ilk sperm yumurtaya girer girmez bu potansiyel (+) olur. Böylece dışarıdaki spermlerle aynı elektrik yükünü taşıyan yumurta, bu kez onları itmeye başlar.
Yani birbirinden ayrı ve bağımsız olarak oluşan iki özün elektriksel yükleri de birbirleriyle uyum içindedir.
Sonunda spermdeki erkeğin DNA'sıyla kadının DNA'sı birleşir. Artık annenin karnında yabancı, yeni bir hücre (zigot), yeni bir insanın ilk tohumu vardır.
Yumurtayı dölleyecek sperm
Yumurtayı dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında, yumurta birdenbire özel bir sıvı salgılar ve bu sıvı spermin koruyucu zırhını eritir. Böylece spermin ucunda özel olarak hazırlanmış bulunan eritici enzim kesecikleri açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler yumurtanın zarını delerek spermin içeri girmesini sağlar.
Ana rahmi
Tek bir hücreyle başlayan gelişim, hücrelerin sürekli bölünmesiyle devam eder.
Hücre topluluğunun  ana rahmine asılmış hali. (sağda)

RAHİME YAPIŞAN ALAK...

Alak
Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta üstte değindiğimiz şekilde birleştiğinde, doğacak bebeğin ilk özü de oluşmuş olur. Biyolojide "zigot" olarak tanımlanan bu tek hücre, hiç zaman yitirmeden bölünerek çoğalacak ve giderek bir "et parçası" haline gelecektir.
Ancak zigot bu büyümesini boşlukta gerçekleştirmez. Rahim duvarına tutunur, sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yerleşen kökler gibi oraya yapışır. Bu bağ sayesinde de, gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan alabilir.
Kuşkusuz böyle bir detay, çok iyi bir tıp bilgisi olmadan bilinemez. Bundan 14 yüzyıl önce insanların böyle bir bilgiye sahip olamayacağı da açıktır. Ama ne ilginçtir ki, Allah Kuran'da anne karnında büyümeye başlayan zigottan söz ederken, onu hep "alak" olarak tanımlamaktadır:
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan (asılıp tutunan şeyden) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. (Alak Suresi, 1-3)
İnsan, "kendi başına ve sorumsuz" bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir "düzen içinde biçim verdi." Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı." (Kıyamet Suresi, 36-39)
Bu "alak" kelimesinin Arapçadaki anlamı ise, "bir yere asılıp tutunan şey"dir. Hatta kelime asıl olarak bir bedene yapışıp oradan kan emen sülükler için kullanılır. Bu kelimenin, rahim duvarına yapışıp oradan yaşamı için gerekli şeyleri emen zigotu tanımlamak için kullanılabilecek en uygun kelime olduğu ise açıktır.
Allah'ın Kuran'da zigot hakkında verdiği bilgiler bununla da bitmez. Döl yatağına tam anlamıyla tutunmuş olan zigot gelişmeye başlar. Anne rahmi ise, zigotu saran ve "amnion sıvısı" denen bir sıvı ile doludur. Bebeğin içinde büyüdüğü amnion sıvısının dikkati çeken en önemli özelliği, dışarıdan gelecek darbelere karşı bebeğin güvenliğini sağlamasıdır. Kuran'da bu gerçeği de Allah şöyle bildirmektedir:
"Sizi basbayağı bir sudan yarattık. Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik." (Mürselat Suresi, 20-21)
İnsanın oluşumu ile ilgili olarak verilen bilgiler, Kuran'ın bu oluşumu en ince ayrıntısına kadar bilen bir kaynaktan geldiğini göstermektedir bize. Bu durum, bizlere Kuran'ın Allah'ın sözleri olduğunu bir kez daha ispatlar.
Ana rahmi

ÜÇ KARANLIK BÖLGE

Çocuğun döllenmeden itibaren gelişimi üç bölge içinde olmaktadır.
Bu üç bölge:
1. Fallop borusundaki bölge; bu bölge spermle yumurtanın birleştiği ve yumurtalığın rahime bağlı olduğu bölümdür.
2. Ceninin tutunarak gelişmeye başladığı rahim duvarının içindeki bölme.
3. Ceninin özel bir sıvı dolu kese içerisinde gelişmeyi sürdürdüğü bölge.
Kuran-ı Kerim'de Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"...Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?" (Zümer Suresi, 6)
Bu arada, zaman geçtikçe, başlangıçta jelatini andıran ceninde büyük bir değişim görülür. İlk baştaki o yumuşak yapının içinde vücudun dik durmasını sağlayacak sert kemikler oluşmaya başlar. Öyle ki başlangıçta aynı yapıya sahip olan hücreler farklılaşarak, kimi ışığa karşı hassas göz hücrelerini, kimi sıcağı, soğuğu ya da acıyı algılayan sinir hücrelerini veya ses titreşimlerini algılayan hücreleri oluşturur. Bu farklılaşmaya hücreler mi karar vermektedir? Kendi kendilerine, insan gözünü ya da kalbini oluşturmaya karar verip, bu akılalmaz işi onlar mı başarmaktadır? Yoksa onlar bu işe uygun olarak mı yaratılmışlardır? Akıl ve vicdan kuşkusuz ikinci seçeneği kabul edecektir.
Bütün bu anlatılan işlemlerin sonunda, bebek annesinin karnındaki gelişimini tamamlamış ve dünyaya gelmiştir. Bu haliyle anne karnındaki halinden 100 milyon kat büyük, 6 milyar kat da ağırdır... Burada anlatılanlar, başka herhangi bir canlının değil, bizim hayata başlangıç hikayemizdir. İnsan için, böylesine karmaşık, olağanüstü bir olayın kaynağını bulmaktan daha önemli ne olabilir?
Gözün oluşumu

GÖZ OLUŞURKEN...

Bütün bu karmaşık işlemlerin "kendi kendine" oluştuğunu düşünmek akıl dışıdır. Hiç kimse kendi kendini ya da başka bir insanı veya herhangi bir maddeyi yaratma gücüne sahip değildir. Anlatılan mükemmel sistemlerin hepsini Allah yaratmaktadır. Hem de her anını, her saniyesini ve her aşamasını...
"O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır." (Fatır Suresi, 11)
"Akıtılan bir meniden" insana dönüşen vücudumuz milyonlarca hassas denge içerir. Biz farkında olmasak da, vücudumuzda yaşamamızı sağlayan son derece karmaşık ve hassas sistemler vardır. Tüm bu sistemleri, insanın, kendisinin "yaratıldığını" anlaması için, herşeyin tek sahibi, Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah var etmektedir.
İnsan Allah'ın yarattığı bir varlıktır. Yaratıldığına göre, "kendi başına ve sorumsuz" bırakılacak değildir.
Yoksa onlar, hiçbir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, kesin bir bilgiyle inanmıyorlar. (Tur Suresi, 35, 36)

Bebek

Bebek
İnsan yüzünün ilk günleri (solda) ve sonrası...
"Sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel kıldı." (Mümin Suresi, 64)

ANNE SÜTÜ...

Ana rahmi
EMME REFLEKSİ
Bebekler anne karnından emme refleksini kazanmış olarak doğarlar. Anne karnında parmak emme ile başlayan emme talimleri doğum sonrası bebeğin beslenmesi için büyük önem taşımaktadır. Çünkü bebeğin, tek besin kaynağı olan sütü başka bir şekilde almasına olanak yoktur.
Spermden bebeğe dönüşen yeni insanın beslenmesi de başlıbaşına bir mucizedir. Bebek için özel olarak hazırlanan ve ne annenin ne de başkasının yapımına katkıda bulunmadığı anne sütü, olabilecek en iyi besindir.
Anne sütü bileşimindeki maddeler sayesinde hem yeni doğan yavru için mükemmel bir besin kaynağı, hem de bebeğin ve annenin hastalıklara karşı direncini artıran bir maddedir. Doktorlar suni olarak üretilen mamaların ancak sütün yetersiz gelmesi halinde kullanılması, çocuğun özellikle ilk aylarda kesinlikle anne sütüyle beslenmesi gerektiği konusunda birleşmektedirler. Anne sütünü biraz tanıyalım:
Anne sütünün en ilginç özelliği, bebeğin gelişme dönemlerine göre karışımının değişmesidir. Sütün kalori miktarı ve besin dengesi, bebeğin erken veya zamanında doğmuş olmasına göre de değişiklikler gösterir. Bebek erken doğumla dünyaya gelmişse, anne sütünün içerdiği yağ ve protein miktarı normal olgunluktaki bebeğinkine göre daha fazladır. Çünkü erken doğan bebeğin yüksek kaloriye ihtiyacı vardır.
Bebeğin ihtiyacı olan savunma sistemi elemanları, yani antikorlar ve savunma hücreleri, anne sütünün içinde bebeğe hazır olarak verilir, adeta paralı askerler gibi ait olmadıkları bir vücut için savunma yapar ve bebeği düşmanlarından korurlar.
Antibakteriyeldir. Oda sıcaklığında altı saat tutulan sütlerde bakteriler gelişerek sütü bozduğu halde, bu süre zarfında anne sütünde bakteri oluşmaz.
Bebeği damar sertliğinden korur.
Bebek tarafından kısa sürede sindirilir.
Modern laboratuarlarda beslenme uzmanlarınca yapılan mamaların hiçbirinin anne sütü kadar yararlı olmadığını biliyoruz. Bu bebek mamalarından daha üstün olan bebek sütünün, bir laboratuvarda değil, insan vücudunda ve annenin haberi bile yokken kimin tarafından üretildiği sorusu nasıl açıklanabilir? Açıktır ki, anne sütünü, o süte ihtiyacı olan bebeği de yaratan Allah var etmiştir.
"...O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir."(Furkan Suresi, 2)

Bebek

2. Bölüm: ''İnsan'' / Vücudumuzdaki Makineler

Allah, Kuran'ın pek çok ayetinde insanın yaratılışına dikkat çekmiş ve insanları bu yaratılış üzerinde düşünmeye davet etmiştir:
"Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti." (İnfitar Suresi, 6-8)
İnsanı, Allah belli bir düzen içinde yaratmıştır. İnsan doğadaki en mükemmel, en karmaşık ve en olağanüstü sistemlere sahip canlılardan biridir.
İnsan vücudu, ortalama 60-70 kiloluk bir et ve kemik yığınıdır. Bilindiği gibi et doğadaki en dayanıksız malzemelerden biridir. Açıkta kaldığında birkaç saatte bozulur, bir-iki gün içinde kurtlanır ve dayanılmaz bir koku yaymaya başlar. Bu çürük malzeme, insanın vücudunun büyük bölümünü oluşturur. Ama onu besleyen kan dolaşımı ve dışarıdaki bakterilerden koruyan deri sayesinde, 70-80 yıl boyunca, bozulmadan, çürümeden saklanır.
Vücudun yetenekleri ise hayranlık vericidir. Örneğin beş duyu, ayrı ayrı birer mucizedir. İnsan dış dünyayı bu duyular sayesinde tanır, bu duyulardaki bütünlük sayesinde rahatça yaşamını sürdürebilir. Görme, koklama, dokunma, işitme, tad alma duyuları incelendiğinde karşılaşılan detaylar, ortaya çıkan kusursuz tasarımlar bir Yaratıcının varlığını kanıtlayan deliller olarak karşımıza çıkar.
İnsan vücudundaki mucizevi yapılar sadece beş duyu ile sınırlı değildir.Hayatı bize kolaylaştıran bütün organların tümü ayrı birer mucizedir. Hepsi tam ihtiyacı karşılayacak fonksiyonlara sahiptir. Elsiz olarak yaratılmış olsak, ne kadar zor yaşardık bir düşünelim. Bacaklarımız olmasa, vücudumuz deriyle değil de dikenlerle, pullarla veya kabukla kaplı olsaydı neler olurdu?
Bu sayılanların yanı sıra, insan vücudunun içindeki solunum, beslenme, üreme, savunma gibi karmaşık sistemlerin varlığı ve insan vücudunun estetiği de ayrı ayrı mucizelerdir.
Görüldüğü gibi insan vücudu içinde çok sayıda hassas denge vardır. Birbirine tamamen bağlı çalışan sistemlerin, vücuttaki diğer sistemlerle olan kusursuz bağlantısı sayesinde insan hayati fonksiyonlarını hiçbir aksama olmadan gerçekleştirebilmektedir.
Üstelik bunları, özel bir çaba göstermeden, hiçbir zorlukla da karşılaşmadan yapmaktadır. Hatta tüm bunlar olup biterken çoğu zaman kişinin bunlardan haberi bile olmaz. Midesindeki sindirimin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğinden, kalbinin ritminden, kanın vücuttaki gerekli yerlere tam da en gereken maddeleri taşımasından, görmesinden, duymasına kadar çoğu şeyden insanın haberi dahi olmaz.
İnsan vücudunda kusursuz bir sistem kurulmuştur ve mükemmel bir şekilde işlemektedir. Bu gökten yere her işi evirip düzene koyan Allah'ın yaratmasıdır. Allah evrendeki herşeyi, her detayı tüm canlıları gereken özelliklere sahip olarak yaratmıştır. İnsan vücudu da detaylı incelendiğinde fark edilen tasarım Allah'ın yaratma sanatındaki örneksizliğin ve eksiksizliğin bir delili olarak karşımıza çıkar.
Allah evrendeki kusursuzluğa Mülk Suresi'nde şöyle dikkat çeker:
...Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
İnsan vücudu içindeki bu sayısız hassas dengeden bir kaç tanesi şöyledir:
Beş duyu, tam insanın ihtiyacına yönelik olarak düzenlenmiştir. Sözgelimi kulak ancak belirli sınırlar arasında gelen ses titreşimlerini algılar. Çok daha geniş sınırlar içinde duymak ilk başta avantajlı gibi gözükebilir. Ancak, "duyum eşiği" olarak adlandırılan bu algı sınırları, belirli bir amaca yönelik olarak ayarlanmıştır. Eğer çok hassas bir kulağa sahip olsaydık, kalbimizin atarken çıkardığı sesten, yerdeki mikroskobik böceklerin çıkardığı hışırtılara kadar birçok sesle her an muhatap olmak durumunda kalacaktık. Bu da bizim için oldukça rahatsızlık verecek bir durum meydana getirecekti.
Aynı "hassas ayar" dokunma duyusu için de geçerlidir. İnsan derisinin altında yer alan dokunmaya hassas sinirler, olabilecek en iyi biçimde duyarlılaştırılmış ve vücuda dağıtılmışlardır. En çok sinir ucu, parmak uçlarında, dudaklarda ve cinsel organda yer alır. Buna karşın daha "önemsiz" bölgelerde, örneğin sırt bölgesinde oldukça az sayıda sinir ucu vardır. Bu insana büyük avantajlar sağlar. Bunun aksinin olduğunu düşünelim: Parmak uçlarının son derece duyarsız olduğunu, tüm sinir uçlarının sırtta toplandığını varsayalım. Bu kuşkusuz oldukça zorluk verici olurdu; elimizi doğru düzgün kullanamazken, sırtımıza temas eden en ufak maddeyi bile -mesela elbisemizin kıvrımlarını- hissederdik.
Vücudumuzdaki diğer yapıların gelişimi de birer "hassas denge" örneğidir, sözgelimi saç ve kirpikler: Her ikisi de sonuçta birer "kıl" olmasına karşın, geçen zamanda eşit olarak uzamazlar. Kirpiklerin saç kadar uzayıp gözlerimizin önüne düştüğünü bir düşünün. Hem görüşümüzü engelleyecek, hem de göze girerek bizim için hayati önem taşıyan bu organımıza zarar vereceklerdi. Kirpiklerin belirli bir uzunluğu vardır ve bu uzunluk sabit kalır. Yanma ve benzeri bir kaza sonucu kirpiklerimiz kısalırsa, yeniden eski "ideal" boya gelinceye kadar uzar ve yine dururlar.
Dahası kirpiklerin şekilleri de çok önemlidir. Hafif yukarı doğru kıvrık olmaları nedeniyle hem gözün görüş alanını daraltmaz, hem de son derece estetik bir görünüm kazandırırlar. Kirpikler göz kapağının ucundan çıkarken burada bulunan özel bezler tarafından yağlanarak kaplanırlar. İşte kirpiklerin fırça gibi    sert ve düz olmaması bu özel kaplama sayesindedir. İnsan bedeninin her noktasında, kesinlikle tam bir "ince tasarım" söz konusudur...
Bu ölçülü yaratılış, yeni doğan bir bebekte de, gelişme çağındaki insanlarda da kendini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Mesela yeni doğan bir bebeğin kafatası kemikleri çok yumuşaktır. Ve bu kemikler, birbirlerinin üzerinde az da olsa hareket edebilirler. Bu esneklik sayesinde bebeğin başı doğumda bir hasar görmez. Eğer kafatası kemikleri doğum sırasında sert bir yapıda olsalardı, anne karnından çıkarken çatlayabilir hatta kırılarak bebeğin beyninde büyük hasarlara yol açarlardı.
Aynı kusursuzlukla, gelişme çağındaki bir insanda tüm organlar, birbirine uyumlu olarak büyür. Örneğin, gelişen kafa yapısında, beyinle birlikte onu çevreleyen kafatası da büyümektedir. Beyne oranla daha yavaş genişleyen bir kafatası olsaydı, beyni sıkıştıracak ve kısa sürede insanın ölümüne neden olacaktı.
Aynı denge kalp ve akciğerlerle göğüs kafesi, göz ile göz çukuru gibi başka organlar için de geçerlidir.
Bu nedenle, yaratılıştaki sanatı ve kudreti görebilmek için kendi bedenimizdeki olağanüstü yapıları incelemekte fayda vardır. Üstün bir teknoloji ile donatılmış ve en gelişmiş fabrikalardan daha kusursuz bir yapıya sahip olan bu bedenin her parçası, Allah'ın benzersiz yaratışını göstererek, O'nun tüm bedenimiz üzerindeki egemenliğini ispatlamaktadır.
İnsan vücudundaki sistemler ve organlar incelendiğinde kusursuz ve ölçülü bir yaratılışın delilleri daha yakından görülecektir.

Sindirim

Sindirimin hemen başında devreye giren tükürük salgısı, besinleri ıslatarak dişler tarafından öğütülmelerini ve yemek borusundan aşağı kaymalarını kolaylaştırır. Bir diğer özelliği kimyasal yapısı sayesinde nişastayı şekere çevirmesidir. Peki ağızda böylesine önemli bir madde olan tükürüğün salgılanmadığını düşünün. Böyle bir durumda ne yediklerimizi yutabilir, ne de ağız kuruluğundan dolayı doğru dürüst konuşabilirdik. Katı hiçbir besin alamaz, sadece sıvı ve sıvıya yakın maddelerle beslenebilirdik.
Sindirim sistemi
Sindirim sistemi ağız, tükürük bezleri, mide, pankreas, karaciğer, ince ve kalınbağırsakların birbirleriyle uyum içinde çalıştıkları, her elemanın kendi görevini yerine getirdiği bir sistemdir. Bu sistemde bulunan organlardan birinin veya birkaçının görevini tam olarak yapamaması bütün sistemi kilitler.
Midedeki sistemde de mükemmel bir denge söz konusudur. Besinlerin midedeki sindirimi, bu organın içindeki hidroklorik asit tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu asit o denli güçlüdür ki, yalnız besinleri değil, mide duvarını bile  eritebilecek güçtedir. Fakat bunun çözümü yaratılmıştır elbette: Sindirim sırasında salgılanan mukus adlı bir madde midenin tüm duvarlarını kaplar ve asidin parçalayıcı etkisine karşı mükemmel bir koruma sağlar. Böylece midenin kendi kendini yok etmesi engellenmiş olur. Mukusun bileşimindeki bir hata onun koruyucu özelliğini bozabilir. Oysa, gerek midenin sindirim için kullandığı asitte, gerekse o salgıdan mideyi korumak için ortaya çıkan mukusta kusursuz bir uyum vardır.
Mide boşken, proteinleri yani et gibi hayvansal gıdaları parçalamakla sorumlu salgı midede bulunmaz. Daha doğrusu mide boşken bu salgı tamamen farklı, parçalayıcı özelliği olmayan bir madde olarak midede mevcuttur. Protein içeren bir besin mideye geldiğinde, mideye salgılanan HCL, bu etkisiz maddeyi çok güçlü bir protein parçalayıcısı haline getirir. Böylece mide boş kaldığında bu güçlü protein parçalayıcı, proteinlerden yapılmış olan mideye zarar vermez.
Burada dikkat edilmesi gereken, söz konusu sistemi evrimin hiçbir şekilde açıklayamadığıdır. Çünkü evrim, küçük yapısal değişikliklerin, basamak basamak üst üste eklenmesiyle, ilkel canlılardan bugünkü karmaşık organizmaların oluştuğunu savunur. Oysa açıkça görüldüğü gibi, midedeki sistemin basamak basamak oluşmasına imkan yoktur. Tek bir faktörün bulunmaması canlının sonunu getirir. Evrimin tutarsızlığını daha iyi anlamak için bir örnek yeterli olur. Midesinde ürettiği asitle, kendi midesini eriten bir canlı düşünün; acılar içinde önce midesi parçalanır, daha sonra diğer iç organları bu asit tarafından tahrip edilir. Kendi kendini, canlı canlı yiyerek ölür.
Midedeki sıvının, besin geldiğinde parçalayıcı özellik kazanması, bir dizi kimyasal işlem sonucunda gerçekleşir. Sözde evrim süreci içinde, midesinde böylesine planlı kimyasal dönüşüm yapılamayan bir canlı düşünün. Midesindeki sıvı bir türlü parçalayıcı özellik kazanmayan canlı, yediklerini sindiremeyecek, karnında sindirilmemiş bir yiyecek kütlesi olduğu halde, besinsizlikten ölecekti.
İnce bağırsak
İnce bağırsakta bulunan ve yiyeceklerin posasından gerekli besinleri emen bir pompa (villüs). Bir milimetre karede 200 milyon adet bulunan bu pompalar yaşamınızı sürdürebilmeniz için her saniye çalışırlar. Şekilde pompaların içinde bulunan ve farklı besinleri farklı yollardan vücuda kazandıran özel kanallar (damar, kılcal damar ve lenf damarları) görülüyor.
Konuya bir başka açıdan bakalım. Mide asidini üreten mide hücreleridir. Bu hücreler de, vücudun herhangi bir yerindeki diğer hücreler de (örneğin göz hücreleri) aynı hücrenin anne karnında bölünmesiyle oluşmuş kardeş hücrelerdir. Dahası her ikisi de aynı genetik bilgiye sahiptirler. Yani her iki hücrenin bilgi bankasında hem gözün ihtiyacı olan proteinlerin, hem de midede kullanılan asitin genetik bilgisi bulunur. Fakat nereden geldiği bilinmeyen bir emre uyan göz hücresi, milyonlarca bilgi içinde yalnızca göze ait bilgileri, mide hücresi de mideye ait bilgileri kullanır. Peki, göze ait proteinleri niçin ürettiğini bile bilmediğimiz göz hücreleri, bir gün mide asidini üretmeye başlasalar -ki mide asidinin nasıl üretileceğine ait bilgilere gerçekten sahiptirler- sonuç ne olur? İnsan kendi gözünü olduğu yerde eritir ve sindirir.
Kendi içimizdeki mükemmel dengeyi incelemeye devam edelim:
Sindirim işleminin devamı da aynı derecede planlıdır. Besinlerin sindirim sistemi tarafından parçalanmış, işe yarayan kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek kana karışır. İnce bağırsağın iç yüzeyi enine kıvrımlarla kaplı olup buruşuk bir kumaşı andırır. Her kıvrımın üzerinde 'villus' adı verilen daha küçük kıvrımlar vardır. Bu kıvrımlar sayesinde emme işlemini yapan bağırsak yüzeyleri muazzam bir şekilde artar. Villusların üzerindeki hücrelerin üst kısımlarında da 'mikrovillus' denilen mikroskobik uzantılar bulunur. Bu uzantılar birer pompa gibi çalışarak besinleri emerler. Dahası bu pompaların içleri, farklı besinler için farklı iletim yollarıyla döşenmiş kusursuz bir iletim sistemiyle dolaşım sistemine bağlanmışlardır. Böylece bu pompaların emdikleri besinler, dolaşım sistemiyle vücudun her yanına ulaştırılırlar.
Her bir villus yaklaşık olarak 3000 mikrovillusa sahiptir. İnce bağırsağın iç çeperinde bir milimetre karelik alan, 200 milyon kadar mikrovillusla kaplıdır. Bir milimetre karede 200 milyon pompa her an insanın hayatını sürdürmesi için yorulmadan, bozulmadan çalışmaktadır. Bu kadar çok pompa, çok büyük ve geniş bir yüzey buruşturularak, çok küçük bir yere sıkıştırılmıştır. Bu sistem, aldığımız besinlerden vücudumuzun maksimum derecede yararlanmasını, sonuç olarak da hayatımızın devamını sağlar.

Solunum

Solunum hassas dengeler üzerine kuruludur. Solurken ciğerlerimize çektiğimiz havanın soğuk ve kirli olması sağlığımızı olumsuz yönden etkiler. Bu yüzden havanın önceden temizlenmiş ve ısıtılmış olması gerekmektedir. Burnumuz tam da bu işe uygun olarak yaratılmıştır; burun duvarlarında bulunan kıllar ve içerideki yapışkan madde, içeri giren havadaki tozları yutarak süzme işini gerçekleştirir. Ayrıca hava, burun içindeki kıvrımlardan geçerek ısınır. Burun kemikleri içinde öyle özel bir yapı vardır ki içeri giren hava, burun içinde ancak birkaç tur attıktan ve ısındıktan sonra ciğerlere gidebilir. Küçücük bir kemiğin içinde hava akımına bir kaç tur attıracak yapı ancak özel bir tasarım sayesinde ortaya çıkabilir. Çünkü havanın hareketini yönlendirmek bir takım hesap ve planlamanın sonucunda gerçekleştirilebilir. Böyle özel bir yapının, bir başka sistemin ihtiyacına cevap vermek -ciğere giden havayı ısıtmak ve temizlemek- için var olması her iki sistemin de aynı Yaratıcı tarafından, özel olarak yaratıldığının bir delilidir. Bütün bu saydığımız basamaklar sonucunda içeri giren hava nemlendirilmiş ve tozlardan arınmış şekilde nefes borusuna gelir.
Dolaşım sistemi
Vücutta bulunan bütün sistemler (sindirim, dolaşım, solunum ve boşaltım) birbirleriyle uyum ve işbirliği içinde çalışırlar. Şekilde bu sistemlerin birbirleriyle olan ilişkileri ve bağlantıları görülüyor.

İskelet

İskelet
İskelet 206 ayrı parçanın birleştirilmesinden oluşmuş gerçek bir mühendislik harikasıdır. İnsan vücudu, birbirine eklenmiş bu parçalar sayesinde olağanüstü bir hareket kabiliyetine sahip olur. Bugüne kadar yapılmış hiçbir robot, insan vücudunun hareket kabiliyetini taklit edememiştir.
İskelet başlı başına bir mühendislik harikasıdır. Vücudun yapısal destek sistemidir. Aynı zamanda beyin, kalp, akciğer gibi hayati organların korumasını yapar, iç organlara destek olur. İnsan vücuduna, hiçbir yapay makina tarafından taklit edilemeyen üstün bir hareket kabiliyeti verir. Dahası kemik dokusu çoğu kimsenin zannettiği gibi cansız değildir. Kemik dokusu vücudun kalsiyum, fosfat ve birçok önemli mineralinin bankasıdır. Vücudun ihtiyacına göre bu mineralleri depo eder veya daha önceden depo ettiklerini vücuda verir. Bütün bunların yanı sıra kırmızı kan hücrelerinin üretimi kemikler tarafından yapılır.
İskelet bütün olarak mükemmel bir işleve sahip olmasının yanında, iskeleti oluşturan kemikler de üstün bir yapıya sahiptirler. Vücudun taşınması ve korunması gibi önemli bir görevi üstlenen kemikler, bu işi rahatlıkla yerine getirebilecek kapasitede ve sağlamlıkta yaratılmışlardır. Vücudun karşılaşacağı zor durumlar da hesaba katılmıştır. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir.
Konuyu daha iyi anlamak için günümüz teknolojisinden bir örnek vermek yerinde olacaktır. Büyük ve yüksek yapıların inşasında kafes sistemleri kullanılır. Bu inşaat tekniğinde yapının taşıyıcı elemanları, yekpare yapıda değil, birbiri    içine geçmiş, kafes şeklinde çubuklardan oluşur. Ancak bilgisayarların yapabileceği karmaşık hesaplar sayesinde, büyük köprüler ve endüstriyel yapılar çok daha dayanıklı ve daha ucuza inşa edilmektedirler.
İşte kemiklerin iç yapısı da, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı bu kafes yapı sistemiyle benzer bir yapıdadır. Önemli bir farkla; kemik içindeki sistem, insanların geliştirdiğinden çok daha üstün ve karmaşıktır. Bu sayede kemikler, hem son derece sağlam, hem de rahatlıkla kullanılabilecek hafifliktedirler. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemik ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlama ve kırılma yapardı.
Kemiklerimizin bu mükemmel tasarımı, bizim son derece rahat bir hayat sürmemizi, çok zor hareketleri kolaylıkla ve hiç acı duymadan yapabilmemizi sağlamaktadır. Kemiğin yapısının bir başka özelliği de vücudun gerekli bölgelerinde esnek bir yapıya sahip olmasıdır. Örneğin göğüs kafesi; kalp ve akciğer gibi hayati organları korurken, bir yandan da akciğerlere havanın dolmasını ve boşalmasını sağlayacak şekilde genişler ve büzülür.
Kemiklerin esneklikleri zamanla değişebilir. Örneğin kadınlarda leğen kuşağı kemikleri, hamileliğin son aylarına doğru gevşer ve birbirlerinden biraz ayrılırlar. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır, çünkü bu gevşeme sayesinde bebeğin başı doğum sırasında ezilmeden dışarı çıkabilir.
Kemikteki mucizeler bunlarla da sınırlı kalmaz. Kemikler esneklikleri, dayanıklılıkları ve hafifliklerinin yanı sıra, kendilerini tamir etme özelliğine de sahiptirler.Bu da vücuttaki pek çok işlem gibi, milyonlarca hücrenin beraber çalışmasıyla gerçekleşir.
İskeletin hareket kabiliyeti de üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntıdır. Her adım atışımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbiri üstünde hareket ederler. Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebebiyet verecekken bu tehlikeyi önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör görevi yaparlar. Dahası her adım atışta, vücut ağırlığından kaynaklanan bir tepki kuvveti yerden vücuda gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez.Eğer tepkiyi azaltan esneklik ve özel yapı olmasa, ortaya çıkan kuvvet direk kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.
Kemik
İnsan vücuduna ait uzun kemiklerin içindeki muhteşem organizasyon ve kemik kesitinin mikrografiği. Kan hücreleri üreten, vücudun mineral bankası olan kemikler canlıdırlar.
Kemiklerin birbirlerine eklendikleri yerlerde de yaratılışın delilleri görülür. Eklemler bir ömür boyunca hareket ettikleri halde yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Biyologlar bunun nedenini araştırdılar: Eklemlerdeki sürtünme nasıl ortadan kalkıyordu?
Omurga
Atılan her adımda, vücudun ağırlığı yüzünden, yerden vücuda doğru bir tepki kuvveti doğar. Eğer omurlar arasında bulunan amortisörler olmasa ve omurga dümdüz bir yapıya sahip olsaydı, bu kuvvet direkt olarak kafatasına iletilirdi. Bunun sonucunda, omurganın üst ucu, beynin içine girer, kafatası kemiklerini parçalardı.
Bilim adamları, olayın "tam bir yaratılış mucizesi" olarak nitelendirilebilecek bir sistemle çözüldüğünü gördüler: Eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında ağdalı ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin "yağ gibi" kaymasını sağlar.
Tüm bunlar insan bedeninin çok mükemmel bir tasarımın, daha doğrusu üstün bir yaratışın ürünü olduğunu göstermektedir. İnsan bu mükemmel tasarım sayesinde birbirinden çok farklı hareketleri büyük bir hız ve rahatlık içinde yerine getirir.
Herşeyin bu kadar mükemmel olmadığını mesela tüm bacağımızın tek bir uzun kemikten meydana geldiğini düşünün. Yürümek büyük bir sorun haline gelecek, son derece hantal ve hareketsiz bir bedenimiz olacaktı. Bir yere oturmak bile güçleşecek, bu tür hareketler sırasındaki zorlamalar nedeniyle bacak kemiği kolaylıkla kırılabilecekti. Oysa insanın iskeleti, vücudunun her hareketine kolaylıkla izin verecek bir yapıdadır.
İskeletin sahip olduğu tüm özellikleri   Allah yaratmıştır ve halen de yaratmaktadır. Allah, yarattığı insanı bu gerçek üzerinde düşünmeye ise şöyle davet eder:
...Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?... (Bakara Suresi, 259)
İnsana düşen bu gerçeği düşünmek ve kendisini yaratmış olan Allah'ın gücünü takdir edip, O'na şükretmektir. Bunu yapmadığı takdirde ise büyük bir kayba uğrayacaktır. Kemikleri ilk kez yaratıp sonra da onlara et giydiren Allah, bunu dilediği zaman dilediği şekilde yapmaya kadirdir. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirir:
İnsan, Bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 77-79)

Vücuttaki Koordinasyon

İnsan vücudunda, belli bir amaç için, yani vücudun canlılığının devamlılığı için, bütün sistemler birarada, bağlantılı bir şekilde ve tam bir uyum içinde çalışır. Her gün yaptığımız çok küçük hareketler, mesela nefes almak, gülmek bile insan vücudundaki kusursuz koordinasyonun bir sonucudur.
İçimizde her an işleyen, akılalmaz karmaşıklıkta ve büyüklükte bir koordinasyon ağı vardır. Amaç canlılığı devam ettirmektir. Bu koordinasyon özellikle vücudun hareket sisteminde görülür. Çünkü en küçük hareket için bile iskelet sistemi, kaslar ve sinir sistemi mükemmel bir iş birliği içinde çalışmak zorundadır.
İskelet
Şekilde görülen sistemlerden tek bir tanesinin bile kendi kendine tesadüfen oluşması imkansızdır. Kaldı ki bu sistemlerin teker teker oluşmalarının bir anlamı yoktur. Birbirleriyle mutlak bir uyum içinde, aynı anda var olmaları gerekir.
Vücuttaki koordinasyonun ilk şartı doğru bilgi teminidir. Ancak doğru bilgilerin elde edilmesiyle, yeni değerlendirilmeler yapılabilir bunun için de son derece gelişmiş bir haber alma ağı mevcuttur.
Koordine edilmiş bir hareketi yapabilmek için herşeyden önce o hareketle ilgili vücut organlarının konumlarının ve birbirleriyle ilişkilerinin bilinmesi gereklidir. Bu bilgi beyne; gözlerden, iç kulaktaki denge mekanizmasından, kaslardan, eklemlerden ve deriden gelir. Her saniye milyarlarca bilgi işlenir, değerlendirilir ve bunlara göre yeni kararlar verilir. İnsanın ise kendi vücudunda gerçekleşen bu baş döndürücü hızdaki işlemlerden haberi bile yoktur. O yalnızca hareket eder, güler, konuşur, koşar, yemek yer, düşünür. Bu işlemlerin yapılması için hiçbir çabası olmaz. Örneğin basit bir gülümseme için bile on yedi kasın aynı anda çalışması gereklidir. Bu kaslardan birinin çalışmaması veya yanlış çalışması yüz ifadesini tamamen değiştirir. Yürüyebilmek için ise ayaklarda, bacaklarda, kalçada, kasıklarda ve sırtta elli dört ayrı kas uyum içinde çalışmalıdır.
Kaslar ve eklemlerin içinde, vücudun o anki konumuna ait bilgileri veren milyarlarca küçük, mikroskobik algılayıcı vardır. Bu algılayıcılardan gelen mesajlar, merkezi sinir sistemine ulaşır ve burada yapılan değerlendirmeye göre, kaslara yeni emirler gönderilir.
Vücuttaki koordinasyonun mükemmelliği şu örnekle daha iyi anlaşılacaktır: Yalnızca elinizi havaya kaldırmanız için omuzunuzun bükülmesi, "biceps" ve "triceps" denilen ön ve arka kol kaslarınızın sırayla kasılıp gevşemeleri, dirseğiniz ve bileğiniz arasında bulunan kasların bileği döndürmeleri gerekir. Hareketin her aşamasında, bu kasların içindeki milyarlarca algılayıcı, her an kasların konumlarını merkeze bildirir. Merkezden de kaslara bir an sonra ne yapmaları gerektiği iletilir. Tabii ki insan bütün bunların farkına varmaz, yalnızca elini kaldırmak ister ve kaldırır.
Mesela vücudun dik durması için, bacak kaslarında, ayaklarda, sırtta, karında, göğüste, boyunda bulunan milyarlarca algılayıcıdan gelen bilgi değerlendirilir ve bu emirlerin hepsi her saniye kaslara iletilir.
Kaslar
a) Ön kol kası.
b) Kas demetleri
c) Kas demetleri içindeki kas lifleri.
Bu lifler arasındaki sensörler, kasların o anki konumlarını merkezi sinir sistemine bildirirler. Merkezi sinir sistemi milyarlarca reseptörden ulaşan bilgiler sayesinde kaslar üzerinde mutlak bir denetim sağlar.
Kaslar
Kaslardaki algılayıcılardan, omuriliğe bilginin ulaşması ve bu bilginin doğrultusunda omuriliğin kasa yeni emir vermesinin şematik anlatımı. Milyarlarca reseptörün verdiği milyarlarca bilginin değerlendirilmesi ve verilen bütün emirler her saniye gerçekleşmektedir. Bu kompleks sistemin varlığından pek çok kimsenin haberi yoktur ancak her insan bu özel sisteme sahip olarak doğar. Rahman ve Rahim olan Allah kullarını gözetip-koruyandır.
Konuşmak için de özel bir çaba harcamayız. İstediğimiz sözcüklerin ağzımızdan dökülmeleri için, ses tellerinin hangi açıklıkta, ne kadar titreşmesi gerektiğini, ağzımızdaki, dilimizdeki, boğazımızdaki yüzlerce kastan hangilerini, hangi sıra ile kaç defa, ne oranda kasıp gevşeteceğimizi, ciğerlerimize kaç santimetreküp hava alıp, bu havayı hangi hız ve aralıklarla boşaltmamız gerektiğini oturup da hesaplamayız. İstesek de bunu yapamayız! Çünkü ağzımızdan çıkan tek bir kelimenin oluşumu, insanın solunum sisteminden sinir sistemine, kaslarından kemiklerine kadar uzanan pek çok yapının uyumlu çalışmasının bir sonucudur.
Bu koordinasyonda bir aksaklık olması durumunda neler olur? Gülümsemek isterken yüzümüzde başka bir ifade oluşabilir ya da konuşmak istediğimizde başaramayabiliriz, yürüyemeyebiliriz. Oysa ne zaman istersek güleriz, konuşuruz, yürüyebiliriz, hiçbir aksaklık olmaz. Çünkü burada anlatılan herşey "sonsuz kudret" gerektiren bir yaratılış sonucunda gerçekleşir.
Bu nedenle insan, her zaman için tüm hayatını ve varlığını, kendisini yaratan Allah'a borçlu olduğunu bilmelidir. İnsanın, övünecek, böbürlenecek hiçbir şeyi yoktur. Sahip olduğu güç, sağlık ya da güzellik, kendisinin eseri değildir ve kendisine ebediyen verilmiş de değildir. Mutlaka yaşlanacak, mutlaka sağlığını ve güzelliğini yitirecektir. Allah Kuran'da bu gerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:
"Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?" (Kasas Suresi, 60)
Eğer bunların çok daha üstününü, ebediyen, ahirette elde etmek istiyorsa; Allah'ın kendine verdiği nimete şükretmeli ve O'nun istediği biçimde hayatına yön vermelidir.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi insan vücudundaki organların ve sistemlerin hepsi "mucizevi" özelliklere sahiptir. Bu özellikler incelendiğinde insan, varlığının ne denli ince hesaplara dayandığını ve yaratılışındaki mucizeleri görecektir ve Allah'ın sonsuz ilmini ve insan üzerindeki kusursuz sanatını bir kez daha kavrayacaktır.

Karaciğer

Karın boşluğunun sağ üst kısmında yer alan karaciğer, kan dolaşımı içinde mükemmel bir filtre görevini üstlenmiştir. Suda çözülebilen, vücut artığı basit maddeler böbrekte temizlenirken, ilaçlar ve hormonlar gibi karmaşık yapılı atıkları karaciğer temizler.
Savunma sistemini lojistik yönden destekler: Karaciğer sadece beslenme ve metabolizma atıkları için bir filtre olarak kalmamakta, ayrıca bağışıklık maddeleri olan globulinleri ve damar tamir grupları olan enzimleri de üretmektedir.
Bakterileri temizler: Karaciğerde bulunan Kupffer hücreleri, buradan geçen, özellikle de bağırsaklardan gelen kanda bulunan önemli miktardaki bakterileri yutarlar. Kupffer hücreleri kandaki parçacıkların ya da öteki yan ürünlerin artması durumunda, bunları kandan filtre edebilmek için kendi sayılarını da artırırlar.
Vücudun enerji kaynaklarını üretir: Karaciğerin özelliklerinden biri de vücudun en önemli enerji kaynağı olan glukozu üretmesidir.
Normal beslenme sırasında alınan glukoz, glikojene çevrilerek karaciğerde depolanır. Karaciğer kandaki glukoz oranını devamlı kontrol eder. Yemek aralarında besin alınmadığı ve kandaki glukoz miktarı düşmeye başladığı zaman, karaciğer depoladığı glikojeni tekrar glukoza çevirerek kana verir. Böylece kandaki glukoz düzeyinin fazlaca düşmesi engellenmiş olur. Karaciğer ayrıca yağ asitleri ve amino asitlerden de glukoz üretebildiği gibi, enerji üretiminde kullanılması mümkün olmayan diğer karbonhidratları da glukoza çevirebilir.
Kanı depolar:Karaciğer, genişleyebilen veya küçülebilen bir yapıya sahiptir. Bu özelliği sayesinde kan damarlarındaki kanı depolayabilir veya salabilir.
Karaciğer sağlıklı bir vücutta, toplam kanın %10'unu, yani 450 ml kanı bünyesinde tutar. Bazı durumlarda, örneğin kalp yetmezliği söz konusu olduğunda vücutta dolaşan kan miktarı, kalbin çalışma temposuna fazla gelecektir. Bu durumda karaciğer kan tutma hacmini iki kat daha artırarak, 1 litre kanı fazladan depolar. Böylece kalbin, kaldırabileceği bir tempoda çalışmasına fırsat yaratır.
Vücutta kan ihtiyacı arttığında ise (örneğin ağır egzersizler sırasında) karaciğer, bünyesinde depoladığı kanı dolaşıma vererek kan ihtiyacını giderir.
Ekonomik çalışır:Kaslarda glukoz harcanması sırasında, metabolizma artığı olan laktik asit açığa çıkar. Laktik asit kasta kaldığı sürece acı verir ve çalışmasını engeller. Karaciğer bu asidi kaslardan toplar ve yeniden glukoza döndürebilir.
Ölü alyuvarların yenilerini üretir: Karaciğer ve dalak, ölen alyuvarların yerine yenilerinin üretildiği, proteinin büyük bir kısmının parçalandığı ve amino asitler olarak yeniden farklı amaçlar için kullanıldığı yerdir. Karaciğer ayrıca, vücutta önemli işlevleri olan demirin de depolandığı organdır.
Bu haliyle vücudun en gelişmiş deposudur. Tüm mineralleri, proteinleri, az miktarda yağı ve vitaminleri karaciğer depolar. İhtiyaç duyulduğunda, depoladığı maddeyi en kısa yoldan gerekli bölgeye verir. Vücudun yeterli enerjiye sahip olup olmadığını hassas bir biçimde denetler, bunun için özel bir haberleşme sistemi geliştirmiştir. Vücuttaki tüm organlar karaciğer ile bağlantılıdır.
Kendi kendini onarabilir: Karaciğerin kendi kendisini tamir etme yeteneği de vardır. Bir kısmı tahrip olsa, kalan diğer hücreler hemen çoğalarak eksik kısmı tamamlar. Hatta organın üçte ikisi alınsa bile, kalan kısım karaciğeri bir bütün olarak yeniden meydana getirebilir.
Organ kendi kendisini onarırken, ölen ve zedelenen hücrelerini ortamdan uzaklaştırır ve yerine yenilerini koyar. Bir karaciğer hücresi, yaklaşık 500'den fazla işlemi yapabilecek yetenektedir. Bu işlemleri, birbiri arkasından değil çoğu kez aynı zamanda başarmaktadır.

Deri

Deri
Basit bir yapıda olduğu zannedilen deri, aslında birçok tabakadan oluşan, içinde algılayıcı sinirler, dolaşım kanalları, havalandırma sistemleri, ısı ve nem ayarlayıcıları, bulunan, gerektiğinde Güneş'e karşı kalkan üretebilen oldukça karmaşık bir organdır.
Metrelerce uzunlukta ama tek parçadan oluşan bir doku düşünün; bu hem ısınmayı, hem de serinlemeyi sağlayacak özelliklere aynı anda sahip olan; sağlam ama aynı zamanda çok estetik, her türlü dış etkiye karşı çok etkin bir koruma sağlayan bir doku olsun.
İnsan vücudunu ve diğer tüm canlıların vücutlarını türlere göre bazı değişiklikler göstererek kaplayan deri dokusu yukarıdaki özelliklerin tümüne sahiptir.
Deri dokusu da, diğer pek çok yapı gibi, eksikliği durumunda insanın yaşamını tehlikeye atacak kadar önemli bir organdır. Derinin sadece bir bölümünün bile tahrip olması öncelikle vücutta önemli bir su kaybına sebep olacağı için ölüme yol açar. Bu özelliğiyle tek başına deri evrim teorisini çürüten bir organdır.  Çünkü her organı tamam ama derisi henüz evrimleşmemiş veya kısmen ortaya çıkmış bir canlının hayatta kalabilmesi mümkün değildir. Bu da bize insanların da, hayvanların da tüm vücut parçalarının eksiksiz ve kusursuz olarak hep birlikte ortaya çıktığını yani yaratılmış olduklarını gösterir.
Birbirinden tamamen farklı yapılardan meydana gelen derinin alt kısmında yağdan oluşan bir katman vardır. Bu yağ katmanı ısıya karşı yalıtım görevi görür. Bu tabakanın üstünde deriye esneklik özelliğini veren ve büyük kısmı proteinlerden oluşan başka bir bölüm vardır.
Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara; işte bu yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar ki sadece bu özelliği bile derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeter.
Derinin bütün fonksiyonları hayatidir. İşte bunlardan birkaçı:
Vücudun su dengesinin bozulmasını engeller: Üst derinin her iki tarafı da su geçirmez bir yapıya sahiptir. Derinin bu özelliği sayesinde vücuttaki su miktarının kontrolü sağlanır. Deri, kulaktan, burundan hatta gözden bile önemli bir organdır. Diğer duyu organlarımız olmadan yaşayabiliriz. Ama deri olmadan insanın hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü insan vücudunun en hayati sıvısı olan "su"yun deri olmadan vücutta tutulması mümkün değildir.
Dayanıklı ve esnektir: Üst deri yüzeyindeki hücrelerin önemli bir kısmı ölüdür. Alt deri ise canlı hücrelerden oluşur. Üst deri hücreleri bir süre sonra hücre niteliklerini kaybetmeye başlarlar ve 'keratin' adını verdiğimiz sert bir maddeye dönüşürler. Ölen bu hücreleri keratin maddesi birarada tutar ve vücudu koruyucu bir zırh oluşturur. Derinin daha sert ve kalın olması halinde koruyucu özelliğinin artacağı düşünülebilir. Ancak bu yanıltıcıdır. Eğer bir filin ya da gergedanınki kadar sert ve kalın bir deriye sahip olsaydık, oldukça hareketli olan bedenimiz bu yeteneğini yitirecek ve hantallaşacaktı.
Zaten hangi canlı türü olursa olsun deri hiçbir zaman gereğinden kalın olmaz. Derinin yapısında çok ölçülü, çok kontrollü bir plan vardır. Üst deri hücrelerinin sürekli öldüğünü ve bu işlemin belli bir yerde durmadığını düşünelim. Bu durumda derimiz kalınlaşmaya devam edecek bir süre sonra timsah derisi gibi kalın bir hale dönüşecekti. Ama hiçbir zaman böyle olmaz, deri hep gerektiği kalınlıktadır. Peki bu nasıl olur? Deri hücreleri nerede duracaklarını nasıl bilirler?
Deri dokusunu oluşturan hücrelerin nerede duracaklarını kendi kendilerine bulduklarını ya da bu sistemin tesadüfi bir şekilde oluştuğunu iddia etmek son derece mantıksız ve komik bir iddia olacaktır. Derinin yapısında apaçık bir tasarım vardır. Bu tasarımı oluşturan da hiç kuşkusuz ki alemlerin Rabbi olan, Tek ve Bir olan Allah'tır.
Sıcak havalarda vücudun serinlemesini sağlayan mekanizmaları içerir: Alt deriyi çok ufak kılcal damarlar sarmıştır. Bunlar sadece deriyi beslemezler, aynı zamanda derideki kan miktarını da kontrol ederler. Vücut ısısı arttığında damarlar genişleyerek gereğinden fazla sıcak olan kanın vücudun nispeten serin olan dış kısmından geçmesini ve ısının dışarı verilmesini sağlar. Vücudu serinleten bir başka mekanizma da terdir. İnsan derisi "gözenek" adı verilen deliklerle doludur. Gözenekler ter bezlerinin bulunduğu alt deriye kadar uzanırlar. Bu bezler kandan aldıkları suyu gözeneklerden geçirerek vücudun dışına atarlar. Dışarı atılan sıvı buharlaşmak için vücudun ısısını kullanır, bu da bir serinleme yaratır.
Soğuk havalarda vücut sıcaklığını korur: Soğuk havalarda derideki ter bezleri çalışmalarını yavaşlatır ve kan damarları daralır. Böylece deri altında kan dolaşımı azalacağından vücut ısısının dışarı kaçması engellenmiş olur.
Tüm bunların bize gösterdiği sonuç, insan derisinin hayatımızı kolaylaştırmak için özel olarak tasarlanmış mükemmel bir organ olduğudur. Deri hem korur, hem "klima" görevi görür, hem de esnekliği sayesinde hareket kolaylığı sağlar. Dahası, son derece estetiktir.
Bu tür bir derinin yerine sert, kalın ve kaba bir derimiz olabilirdi. Esnek olmayan, bu nedenle biraz kilo aldığımızda çatlayıp yarılacak bir derimiz de olabilirdi. Ya da yazın sıcaktan baygınlık geçirmemize, kışın kolayca donmamıza neden olacak bir deriye de sahip olabilirdik. Ancak bizi yaratan Allah, en konforlu, en kullanışlı ve en estetik şekilde deriyle bedenimizi kaplamıştır. Çünkü O, "...Yaratan'dır, kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir." (Haşr Suresi, 24)

Kalp

Dolaşım sistemi
İnsan vücudundaki 100 trilyon hücreyi tek tek besleyen dolaşım sistemi. Şekilde kırmızı renkli damarlar oksijence zengin kanı, mavi renkli damarlar az oksijenli kanı gösteriyor.
İnsan vücudundaki 100 trilyon hücreyi teker teker gezen dolaşım sisteminin en önemli elemanı, hiç kuşkusuz ki kalptir. Kalp; kirli ve temiz kanın birbirlerine karışmadan vücudun farklı bölgelerine pompalanmasını sağlayan dört farklı odacığıyla, emniyet sübabı görevi yapan kapakçıklarıyla son derece hassas dengeler üzerine kurulmuş bir tasarıma sahiptir.
Hiçbir müdahalemiz olmamasına rağmen yaşamımız boyunca belirli bir tempoda hiç ara vermeden atan kalbimiz, Yaratılışın açık delillerinden biridir.
Henüz anne karnındayken atmaya başlayan kalp, dakikada 70-100 atışlık bir tempoyla yaşam boyunca hiç ara vermeden çalışır; sadece her çarpma arasında yarım saniye dinlenir ve bir gün içinde yaklaşık 10.000 kez atar. Bu rakamı insan ömrünün uzunluğunu gözönüne alarak değerlendirirsek karşımıza hesaplamakta oldukça zorlanacağımız bir rakam çıkacaktır.
İşleyişinde son derece hassas bir düzen olan kalpteki bütün yapılar özel olarak tasarlanmıştır. Kalpte; temiz ve kirli kanın birbirlerine karışmamalarından, vücut basıncının ayarlanmasına, besinlerin tüm vücuda taşınması için gerekli işlemlerden, kanı gerektiği kadar pompalayan sistemlere kadar her detay için farklı bir özellik düşünülmüş ve kalp buna göre dizayn edilmiştir.
Bir tasarım harikası olan kalpte; kesinlikle tesadüfen oluşamayacak komplekslikte bir sistem vardır. Bu özelliklerin hepsi de kendilerini tasarlayanı; yani alemlerin Rabbi olan, kusursuz ve örneksiz Yaratan Allah'ı bize tanıtırlar.
İşte kalbin özelliklerinden birkaçı;
Kalp, vücudun en güvenli yerlerinden birine yerleştirilmiştir: En önemli organlardan olan kalp, yine özel bir tasarımla göğüs kafesinin içinde yer alarak, dışarıdan gelecek darbelere karşı oldukça iyi korunmuştur.
Temiz ve kirli kan hiçbir şekilde birbirine karışmaz: Kalpte temiz ve kirli kan sürekli hareket halindedir. Özel bir doku sayesinde kalp 4 farklı özellikte odacığa bölünmüştür. Sol ve sağ kulakçıktan oluşan üst iki bölüm dolum odacıklarıdır. Kendilerine gelen kanı alttaki karıncıklara yollarlar. Buradaki hassas düzen sayesinde kanlar birbirlerine kesinlikle karışmazlar.
Kan basıncını organlara zarar vermeyecek şekilde ayarlar: Kalbimiz tek bir pompa gibi değil de yanyana duran iki pompa gibi çalışır. Her pompanın kendi kulakçığı ve karıncığı vardır. Bu bölünme aynı zamanda dolaşım sistemini de ikiye ayırır. Kalbin sağ tarafı kirli kanı nisbeten düşük bir basınçla akciğerlere yollar. Sol taraf ise temiz kanı yüksek bir basınçla tüm vücuda pompalar. Bu basınç ayarı vücut için çok önemlidir, çünkü eğer akciğere giden kan, vücuda yayılan kanla aynı basınçta pompalanmış olsaydı, akciğerler bu basınca dayanamayarak parçalanırlardı. Kalpteki mükemmel denge sayesinde akciğerlerde hiçbir zaman böyle bir problem olmaz. Çünkü kalpte kusursuz bir tasarım vardır.
Vücudun ihtiyaç duyduğu, birçok maddenin organlara iletilmesini sağlar: Kalpten gelen temiz kan, aort yoluyla dokulara yollanır ve bütün hücrelere ulaşan damarlar aracılığıyla taşıdığı oksijeni dokulara bırakır. Kan; kılcal damarlardaki bu dolaşım sırasında oksijenden başka içine aldığı hormon, besin ve diğer türden maddeleri de dokulara dağıtır.
Kalp
Kalp iki farklı özellikte kanı birbirlerine karıştırmadan vücudun farklı bölgelerine pompalayan, dört farklı odacığı, emniyet sübabı görevi gören kapakçıkları bulunan ve son derece hassas dengeler üzerine kurulu, üstün bir tasarıma sahiptir.
Kanın akış yönünü düzenleyen ve son derece uyumlu çalışan kapakçıklara sahiptir: Kalpte her odacığın ağzında yer alan ve kanın akım yönünün tersine dönmesini engelleyen kapakçıklar vardır. Kulakçıklarla karıncıklar arasındaki bu kapakçıklar lifsi dokulardan oluşur. Bunlar çok ince kaslar tarafından tutulmaktadır. Bu kaslardan tek bir tanesi çalışmasa kulakçıklara doğru fazla kan akacağından, bu durumda insanı ölüme kadar götüren ağır kalp yetmezliği ortaya çıkardı. Böyle bir problemle ancak bir hastalık durumunda karşılaşırız. Aksi bir durum hiçbir zaman söz konusu olmaz.
Değişen şartlara göre, gerektiği kadar kan pompalar: Kalbin pompaladığı kan miktarı vücudun ihtiyacına göre değişir. Normal şartlarda kalp dakikada 70 kez atar. Yorucu egzersizler sırasında ise kaslarımız daha çok oksijene ihtiyaç duyduğu için, kalp çalışma temposunu dakikada 180 defaya kadar yükselterek pompaladığı kan miktarını artırır. Böyle olmasaydı ne olurdu? Vücudun daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğu bir anda, kalp normal bir tempoda çalışsaydı, dengesi bozulacağından vücutta hasarlar meydana gelirdi. Oysa kalbin sahip olduğu mükemmel yapı sayesinde böyle bir şey olmaz. Bizim bir ayarlama yapmamıza gerek kalmadan kalp, pompalanacak kan miktarını kendisi ayarlar.
Kontrolümüz dışında ama gerektiği kadar çalışır: Kalbin pompalayacağı kan miktarını özel bir sinir sistemi kontrol eder. İster uykuda olalım, ister uyanık olalım sinir sistemimiz pompalanması gereken kan miktarı ve kan pompalanış hızını kendiliğinden ayarlar. Nerede, ne zaman, ne kadar kan gerektiğini hiçbir müdahale olmadan ayarlayan kalpteki yapı tek kelimeyle kusursuzdur. Bu sistemi kalp kendi kendine oluşturamayacağına ya da bu mükemmel sistem tesadüfen oluşamayacağına göre, kalp yaratılmıştır. Sonsuz ilim sahibi olan Allah kalbimizi de olabilecek en kusursuz şekilde yaratmıştır.
Kendine has bir elektriksel sistemle çalışır: Kalbin atmasını sağlayan ve kalp adalesi denen kas, vücudumuzda bulunan diğer kasların tümünden farklıdır. Vücuttaki adale hücreleri sadece sinir sistemi uyarıda bulununca kasılırlar. Oysa kalp adalelerinin hücreleri kendi kendilerine kasılırlar. Bu hücrelerde kendi elektriksel akımlarını başlatma ve yayma özelliği vardır. Her bir hücrenin bu yeteneği olmasına karşın hiçbiri birbirinden bağımsız olarak kasılmaz ve kendilerini kontrol eden elektriksel sistemin talimatına aykırı hareket etmez. Yani biri kasılırken diğeri gevşemek suretiyle kalbin çalışmasını sekteye uğratacak bir kargaşaya düşmezler. Bir zincir halinde duran bu hücreler elektriksel sistemden gelen emirle hep birlikte hareket ederler. Yine kusursuz bir uyum söz konusudur.
Bütün özelliklerinde de görüldüğü gibi kalpteki yapı da bize ondaki kusursuz tasarımı yani "yaratılmışlığı" gösterir ve kendisini tasarlayan üstün güç sahibi Allah'ın sanatını tanıtır. Allah bir ayette Kendisi'nden başka İlah olmadığını şöyle haber vermektedir:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)

Ellerimizdeki Taklit Edilemeyen Tasarım

El kasları
Robot ne kadar gelişmiş olursa olsun gerçek bir elin özelliklerine sahip olamaz.
Bir çayı karıştırmak, gazetenin sayfalarını çevirmek, yazı yazmak gibi sıradan gördüğümüz işlemleri yürüten elimiz gerçekte inanılmaz bir mühendislik harikası olarak çalışmaktadır.
Elin en önemli özelliği, tamamen standart bir yapısı olmasına rağmen birbirinden çok farklı kullanım alanlarında büyük bir verimle işlemesidir. Çok sayıda kas ve sinire sahip olan kollarımız, şartlara göre elimizin kuvvetli veya yumuşak kavramasında yardımcı olurlar. Örneğin insan eli, yumruk sıkılmamış haldeyken bile herhangi bir nesnenin üzerine 45 kilo ağırlığında bir güçle darbe indirebilir;  diğer taraftan da başparmak ve işaret parmağı arasına aldığı, milimetrenin onda biri inceliğindeki bir kağıt parçasını da hissedebilir.
Görüldüğü gibi bu iki işlem de birbirinden tamamen farklı niteliklere sahip işlemlerdir. Biri çok ince bir ayar gerektirirken, diğeri tam tersine büyük bir güç gerektirmektedir. Ama biz, kağıdı alırken de, yumruk atarken de 1 saniye bile nasıl yapmamız gerektiğini düşünmeyiz, ikisi arasındaki güç farkını ayarlamayı da düşünmeyiz. "Şimdi bir kağıt alacağım en iyisi 500 gramlık bir güç uygulayayım, şimdi de su dolu kovayı kaldıracağım bunun için de 40 kiloluk bir güç uygulayayım" demeyiz. Bunlar aklımıza bile gelmez.
Çünkü insan eli bütün bu işlemleri aynı anda yapabilecek şekilde tasarlanmıştır. El, bütün özellikleriyle birlikte, kendisine bağlı bütün yapılarla birlikte aynı anda yaratılmıştır.
Eldeki bütün parmaklar, işlevlerine göre en uygun uzunluktadırlar ve en uygun yerdedirler, ayrıca birbirlerine orantılıdırlar. Mesela, normal başparmağa sahip bir elle atılan yumruğun gücü, normalden daha kısa bir başparmağa sahip elin attığı yumruğun gücünden daha fazladır. Çünkü başparmak, kendisi için seçilen uygun uzunluk sayesinde diğer parmakların üzerine kıvrılabilmekte, böylece onları destekleyerek güç artırımını sağlamaktadır.
Elin yapısında çok ince detaylar vardır; mesela kas ve sinirlerin yanında bazı küçük yapıları da barındırır. Mesela parmaklarımızın ucundaki tırnaklar kesinlikle gereksiz aksesuarlar değildir. Yere düşmüş bir iğneyi alırken, parmaklarımız kadar tırnaklarımızın da yardımına başvururuz. Elimizdeki parmak izlerini oluşturan pürüzler ve tırnaklar sayesinde de küçük şeyleri rahatlıkla kavrarız. Hepsinden önemlisi tırnaklar, parmakların, tuttukları cisme uygulamaları gereken hassas basıncın ayarlanmasında büyük rol oynarlar.
Elimizi diğer organlarımızdan ayıran bir başka özelliği de yorulmamasıdır.
Tıp ve bilim dünyasının en büyük çabalarından biri; insan elinin bir benzerini yapay olarak üretebilmektir. Yapılan robot eller; güç açısından insan eliyle aynı performansa sahiptirler, ancak insan elinde var olan dokunmadaki hassasiyet, mükemmel manevra yeteneği ve değişik işler yapabilme yetenekleri konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
El
Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.
(Casiye Suresi, 4)
Robot eliNitekim birçok bilim adamı, insan elinin tüm fonksiyonlarına sahip robot bir elin yapılamayacağını düşünmektedir. "Karlsruhe Eli" olarak adlandırılan robot eli yapan mühendis Hans J. Schneebeli bu konuda, "Robot eller üzerinde ne kadar çok çalışırsam, insanların sahip oldukları ellere de o kadar çok hayran oluyorum. İnsan elinin yaptığı işin bir kısmına bile ulaşabilmemiz için daha çok zamanın geçmesi gerekir" demektedir.
Diğer yandan el genelde gözün ortaklığıyla işleyen bir organdır. Gözün algıladığı sinyaller beyne ulaştırılır ve beyinden gelen yeni bir komutla; el, yapacağı işe uygun olarak harekete geçer. Tabii ki bunlar çok kısa sürede ve bizim bu iş için özel bir çaba sarf etmemize gerek kalmadan gerçekleşir. Robot eller ise, ancak ya görme ya da dokunma özelliğini esas alarak hareket edebilirler. Yapacakları her işlem için farklı komutlar verilmesi gereklidir. Ayrıca robot eller farklı farklı fonksiyonları da yerine getiremezler. Örneğin piyano çalabilen bir   robot el, çekiç tutamaz. Çekiç tutan bir robot el ise yumurtayı kırmadan tutamaz. Yoğun araştırmalar sonucunda yeni yeni üretilmeye başlayan bazı robot eller, bu işlemlerin 2-3 tanesini birarada yapabilmektedir ama bu, elin kabiliyetlerinin yanında son derece ilkel kalmaktadır.
Tüm bunların üstüne; insanda iki elin aynı anda, mükemmel bir uyumla çalıştığı da eklenince, eldeki tasarımın kusursuzluğu daha net ortaya çıkmaktadır.
Allah eli insanlar için özel olarak tasarlamıştır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir.

Sonuç

İnsan vücudunun sahip olduğu bu mükemmel mekanizmalar, çoğu kez biz farkında olmadan çalışmaktadır. Kalbimizin atması, karaciğerin fonksiyonları, derinin kendini yenilemesi bizim bilgimiz dışındadır. Burada değinmediğimiz yüzlerce organ aynı durumdadır. Böbreklerin kanı süzdüğünden, midenin yediklerimizi sindirdiğinden, bağırsakların hareketlerinden, ya da nefes almamızı sağlayan akciğerlerin uyumlu çalışmasından haberimiz bile olmaz.
İnsan, kendine verilmiş olan bu vücut adlı mükemmel mekanizmanın değerini, ancak hastalandığında, bir organı işlevini yerine getiremez hale geldiğinde anlamaktadır.
Peki içinde yaşadığımız bu mükemmel mekanizma nasıl var olmuştur? Akıl ve vicdan sahibi bir insan için, bu vücudun "yaratılmış" olduğunu anlayıp hissetmek zor değildir kuşkusuz.
Bu vücudun tesadüfler sonucu var olduğunu öne süren evrimcilerin iddiası son derece gülünçtür. Çünkü, evrimciler, tesadüflerin birbiri üzerine eklenerek bir organizma var ettiğini öne sürerler. Oysa insan vücudu, ancak tüm organları birden var olduğunda çalışabilir. Böbreksiz, kalpsiz, bağırsaksız bir insan yaşayamaz. Bu organlar var olsa da, eğer görevlerini tam yerine getirmiyorlarsa yine insan yaşamı sürmez.
Dolayısıyla, insan vücudu, yaşayabilmek ve neslini sürdürebilmek için, bir bütün olarak eksiksiz bir biçimde var olmuş olmalıdır. İnsan vücudunun, "bir anda, tümüyle eksiksiz bir biçimde var olması"nın diğer bir söyleniş tarzı da "yaratılmış olması"dır. Allah bu gerçeği Vakıa Suresi'nde şöyle haber vermektedir:
Bebek
"Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir; benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda."
(Vakıa Suresi, 57-61)


2. Bölüm: ''İnsan'' / Savunma Sistemimiz

Virüs
Bedenimizi koruyan ilk savunma hattını deri oluşturur. Deri üzerinde bir çizik veya yara açıldığında ise, vücut için tehlike başlamış demektir. Virüs ve bakteriler buradan içeri kolaylıkla girebilirler. Böyle bir yara oluştuğunda "fagosit" olarak adlandırılan "virüs ve bakteri düşmanı" hücreler, hızla olay yerine gelerek dışarıdan vücuda sızan mikroorganizmaları yutmaya çalışırlar. Diğer taraftan yabancı maddelerin vücuda girişinin durdurulabilmesi için derideki yara onarılmaya başlanmıştır bile.
Bilindiği gibi ülkelerin varlıklarını sürdürebilmeleri için en fazla önem vermek zorunda oldukları konu savunmadır. İçten ve dıştan gelebilecek her türlü tehdit, saldırı, savaş ve terör durumuna karşı daima hazırlıklı olmak zorundadırlar. Bu yüzden devlet bütçelerinin büyük bir bölümü savunma harcamalarına ayrılır. Ordular en ileri teknoloji ürünü uçaklar, gemiler, silahlarla donatılarak savunma gücü hep üst düzeyde tutulur.
İnsan vücudu da birçok düşman ve tehlike odağı ile çepeçevre kuşatılmış durumdadır. Bu düşmanlar bakteriler, virüsler ve buna benzer mikroskobik canlılardır. Düşmanlar, solunan havadan, içilen suya, yenilen yemekten içinde bulunulan ortama kadar her yerde bulunur.
Çoğu insanın hiç farkında olmadığı bir gerçek ise, insan vücudunun düşmanlara karşı savaşan üstün bir orduya, bir savunma sistemine sahip oluşudur. Bu, farklı görevdeki birçok "asker" ve "subay"dan oluşan, özel eğitilmiş, yüksek teknoloji kullanan, fiziksel ve kimyasal silahlarla çarpışan gerçek bir ordudur.
Bu ordu ile düşman kuvvetleri arasında her gün, hatta her dakika haberimizin olmadığı bir savaş yaşanır. Bu savaş, küçük yerel çatışmalar halinde sürebildiği gibi, tüm vücudun topyekün savaşa giriştiği ve alarma geçtiği büyük çarpışmalar şeklinde de meydana gelebilir. Bu büyük çaptaki savaşları, biz "hastalık" olarak isimlendiriyoruz.
Bu savaşın genel mantığı hemen hiç değişmez; vücuda sızan düşmanın kendini kamufle ederek karşı tarafı yanıltmaya çalışması, savunma güçlerinin düşmanı deşifre amacıyla özel eğitimli keşif kolu göndermesi, düşmanın tespiti ve düşmanı imha edecek uygun silahların üretilmesi, sıcak temas, düşmanın yenilmesi, ateşkes, savaş alanının temizlenmesi ve yenilen düşmanın tekrar saldırma ihtimaline karşı, düşman hakkındaki her türlü bilginin dosyalanması...
Şimdi bu ilginç savaşı biraz daha yakından inceleyelim.

Kuşatılmış Kale: İnsan Bedeni

İnsan vücudunu düşmanlarla kuşatılmış bir kaleye benzetebiliriz. Düşmanlar her an bu kaleyi işgal etmek için bir yol ararlar. İşte insan derisi de bu kalenin surları konumundadır.
Deri hücrelerinde bulunan keratin maddesi bakteri ve mantarlar için aşılması çok zor bir engel oluşturur. Deri üzerine gelen yabancı canlılar bu duvarı aşıp içeri giremezler. Dahası keratin içeren dış deri sürekli dökülür ve alttan gelen deri ile tazelenir. Böylece deri arasına sıkışan istenmeyen misafirler, derinin bu içten dışa doğru yenilenme hareketi sayesinde, ölü deri ile birlikte vücuttan uzaklaştırılırlar. Düşmanın içeri girmesi, sadece deri üzerinde açılan bir yara ile mümkün olur.

Ön Cephe

Virüslerin vücuda girmek için kullandıkları yollardan biri de havadır. Düşman, solunan bu hava sayesinde vücuda girmeyi dener. Ancak burun mukozasında bulunan özel bir salgı ve akciğerlerde bulunan hücre yutan savunma elemanları (fagositler), bu düşmanları karşılar ve çoğu kez tehlike büyümeden duruma el koyarlar. Yiyecekler yoluyla bedene girmeye kalkan mikropların çok büyük bölümü de mide asidi ve ince bağırsaktaki sindirim enzimleri tarafından saf dışı edilirler.

Düşmanların Çatışması

İnsan vücudunun çeşitli bölgelerine (deri, deri kıvrımları, ağız, burun, göz, üst solunum yolları, sindirim kanalı, genital organlar) yerleşen ancak hastalanmamıza neden olmayan birtakım mikroplar vardır.
Bu mikroplar herhangi bir yabancı mikrobun vücuda girmesiyle birlikte, yaşadıkları bölgeler de işgal altına girmiş olacağından -kendi yaşam alanlarını yabancılara "kaptırmamak" için- vargüçleriyle savaşırlar. Bunları vücut için çalışan paralı askerler olarak da tanımlayabiliriz. Menfaat karşılığında bulundukları bölgeyi korumaya çalışırlar. Böylece vücudumuzdaki kompleks orduya, bir de bu mikro destekçiler eklenmiş olur.
Bakteri
VİRÜSÜN "HÜCREYİ ELE GEÇİRME" OPERASYONU
1.    Virüs, yanaştığı hücre ile bağlantı kurarak hücrenin yüzeyine yapışır. (Şemada bakteri hücresi üzerinde gösterilmiştir.)

2.    Virüs, yanaştığı hücrenin zarını eritecek özel bir enzimi temas noktasına boşaltır. Bu reaksiyon sonunda hücre duvarında bir delik oluşur. Virüs kuyruğunu çekip, büzülerek içindeki nükleik asidi (DNA veya RNA) hücrenin içine aşılar.

3.    Hücre içine giren virüsün nükleik asidi hücredeki kontrolü ele alır. Hücrenin yaşamsal etkinlikleri durur. Virüsün nükleik asidi, hücrenin kaynaklarını kullanarak kendi kopyalarını yapar.

4.    Virüsün oluşan parçaları biraraya gelip birleşerek yeni virüsleri oluştururlar.

5.    Yeterli sayıda yeni virüs oluşunca hücre patlar ve tamamlanmış virüsler yeni ev sahibi hücreler bulmak üzere harekete geçerler. Virüsün yeni bir hücreye girmesinden üreme sonuna kadar olan süreç 20-25 dakika kadardır. Her kopyalama sonucu bir ev sahibi hücreden 200-300 kadar yeni virüs çıkar.

Sıcak Savaşa Adım Adım

Vücuda giren yabancı bir mikroorganizma, nöbetçi savunma elemanlarını ve paralı asker gibi görev yapan bakterileri atlatırsa, savaşın başlamasına neden olur. Artık vücut düzenli ordusuyla bu yabancı orduya karşı mükemmel bir saldırı-savunma savaşı verecektir. Savunma sistemimizin savaşı dört önemli bölümden oluşur;
1- Düşmanın tespiti ve ilk müdahale,
2- Savunmanın güçlendirilmesi ve saldırı silahlarının hazırlanması,
3- Saldırı ve çatışma,
4- Normal duruma dönüş.
Düşman birliklerini ilk karşılayan hücreler "fagositoz yapan" yani düşmanı yutan makrofaj hücreleridir. Bu hücreler düşmanla sıcak temas sağlayıp, göğüs göğüse bir mücadele verirler. Tıpkı düşman birlikleriyle süngü savaşı yapan ve ordunun en ön saflarında bulunan piyade askerleri gibi.
Dahası makrofajlar ordunun istihbarat birimi, bir anlamda gizli servisi gibi de çalışırlar. Parçaladıkları düşmanın bir parçasını saklarlar. Bu parça düşmanın kimliğinin tanınmasına ve özelliklerinin tespit edilmesine yarayacaktır. Makrofajlar ellerindeki bu parçayı diğer bir istihbarat birimi olan mesajcı-T hücrelerine ulaştırırlar.

Genel Alarm

Bir ülke savaşa girdiğinde yurt çapında seferberlik ilan edilir. Bütün doğal kaynaklar ve bütçe birinci planda savaş giderleri için harcanır. Ekonomi tamamen bu olağanüstü duruma göre baştan ayarlanır ve ülke topyekün bir hareket içine girer. Vücudun savunma ordusunun bütün hatlarıyla katılacağı bir savaşta da mutlaka bir seferberlik ilan edilir. Nasıl mı?
Saldırıya geçen süvari birlikleri (makrofajlar), eğer düşman başedebileceklerinden daha fazla ise özel bir madde salgılarlar. Bu maddenin adı "projen"dir ve bir nevi alarm durumuna geçme çağrısıdır. "Projen" uzun bir yolu katederek beyine ulaşır ve beynin ateş yükseltici merkezini uyarır. Bu uyarının ardından beyin, vücudu alarm durumuna geçirir ve insanın ateşi yükselir. Ateşi yükselen hasta, doğal olarak dinlenme ihtiyacı hisseder. Böylece savunma ordusunun ihtiyacı olan enerji başka alanlarda harcanmamış olur. Görüldüğü gibi, ortada inanılmaz derecede karmaşık bir planlama ve bir tasarım vardır.
Makrofajlar
Makrofajlar vücudun savunma sisteminde ön saflarda savaşan elemanlardır. Kandaki her türlü  yabancı maddeyi yutar ve sindirirler. Diğer bir görevleri düşmanla karşılaştıklarında yardımcı T hücrelerini olay yerine çağırmaktır. Soldaki fotoğrafta bir makrofaj, uzantılarının yardımıyla bir bakteriyi yakalamaya çalışırken görülüyor. Bu olay düşmanı yok etmek için yapılan bir operasyondan farklı değildir.

Düzenli Ordu Devrede

Vücuda giren yabancı mikroorganizma ile savunma sistemi arasındaki savaş, "seferberlik" ilanından -yani sizin yatağa düşmenizden- sonra daha da karmaşık bir hale gelir. Piyadeler (fagositler) ve süvariler (makrofajlar) yetersiz kalmış, bütün vücut genel alarma geçmiş ve savaş tam anlamıyla kızışmıştır. İşte bu aşamada devreye lenfositler (T ve B hücreleri) girer.
Süvariler (makrofajlar) düşman hakkında ele geçirdikleri bilgiyi yardımcı-T hücrelerine verirler. Bu hücreler de savaş alanına öldürücü-T hücrelerini ve B hücrelerini çağırırlar. Bunlar, savunma sisteminin en etkili savaşçılarıdır.

Bakterilerle kaplanmış bir B hücresi.
Fagositoz olarak adlandırılan olayda makrofaj çok sayıdaki bakteriyi yutmak için uzanıyor (üstte). Bakteriler makrofajın bir uzantısı tarafından sarılmış durumda (sağ üstte). Ve bir hücre tarafından yutuluyorlar (sağda). Daha sonra makrofaj içindeki güçlü kimyasal maddeler saldırganı parçalarına ayırıp yok etmektedirler. Bir diğer deyişle makrofaj düşmanı yutmakta, sindirmekte ve açığa çıkan maddeleri kullanmaktadır.
Bakterilerle kaplanmış bir B hücresi.

Silah Yapımı

B hücreleri düşmanla ilgili bilgiyi alır almaz "antikor" adlı silahların üretimine başlarlar. Bu silahlar, güdümlü bir füze gibi, yalnızca hakkında bilgi verilen düşmanı vurmak üzere yapılır. Bu üretim o kadar mükemmeldir ki, vücuda giren yabancı organizmanın üç boyutlu yapısıyla, üretilen silahın üç boyutlu yapısı tam olarak birbirlerine oturur. Bu uyum tıpkı anahtarla kilit arasındaki uyuma benzer.
Antikorlar düşmanın üzerine gidip kenetlenirler. Bu aşamadan sonra düşman, paletleri, topu ve tüfeği çalışmayan tahrip olmuş bir tank gibi etkisiz hale getirilir. Daha sonra savunma sisteminin başka elemanları gelip etkisiz hale getirilmiş düşmanı tamamen ortadan kaldırırlar.
Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır: Savunma sisteminin karşılaşacağı milyonlarca çeşit düşman vardır. Düşman her kim olursa olsun, B hücreleri bu düşmana uygun silah üretebilirler. Bu, şu demektir: Savunma sistemi, milyonlarca çeşit kilide uygun anahtarı doğuştan yapabilecek bilgi ve beceriye sahiptir. Şuursuz hücrelerin milyonlarca çeşit antikor yapabilecek bir yeteneğe sahip olup, bu yeteneği başarılı bir biçimde kullanmaları, çok üstün bir güç sahibinin gerçekleştirdiği yaratılışın varlığını ispatlamaktadır.
Kaldı ki, sistem daha da karmaşıktır. B hücreleri ürettikleri güdümlü silahlarla düşmanı tahrip ederken, öldürücü T hücreleri de düşmana karşı zorlu bir savaş verirler. Kimi virüsler bir hücrenin içine girdiklerinde, B hücrelerinin ürettiği silahlardan gizlenebilirler. İşte öldürücü T hücreleri, kamuflaj yapmış bu düşmanın gizlendiği hastalıklı hücreleri bulur ve tahrip ederler.

Zaferin Ardından

Düşmanın yenilgiye uğratılmasından sonra devreye baskılayıcı T hücreleri girer. Bu hücreler savunma ordusuna ateşkes emri verir, öldürücü T ve B hücrelerinin faaliyetlerini durdurmalarını sağlarlar. Böylece vücut gereksiz yere seferberlik halini devam ettirmez. Savaş bittikten sonra, savaş için üretilen T ve B hücrelerinin çoğu ömürlerini tamamlar ve ölür. Ancak yapılan bu zorlu savaş unutulmayacaktır. Savaş öncesinde düşman tanınıp, gerekli hazırlıklar yapılana kadar biraz süre geçmiştir. Ancak düşman bir daha gelirse vücut çok daha hazırlıklı olacaktır. Düşmanın özelliklerini tanıyan bir grup bellek hücresi, bundan sonra savunma sisteminde sürekli görev yapacaktır. Olası bir saldırı tekrarında, savunma sistemi, bellek hücrelerindeki bilgi sayesinde düşman güçlenmeden tepki verme imkanına sahip olacaktır. Bir kez kabakulak ya da kızamık olduktan sonra bir daha olmamamız, yani "bağışıklık" kazanmamız, savunma sisteminin bu hafızasından kaynaklanır.
Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır... (Fatır Suresi, 15-17)

Bebek

Bu Mükemmel Sistem Nasıl Var Olmuştur

İncelediğimiz tüm bu bilgilerin ardından, hayatımızı borçlu olduğumuz bu mükemmel savunma sisteminin nasıl var olduğu sorusu üzerinde biraz durup düşünmemiz gerekir. Ortada kusursuz bir plan vardır. Gerekli olan herşey bu planın işleyebilmesi için eksiksiz olarak biraradadır; makrofajlar, projen maddesi, beynin ateş yükseltme merkezi, vücudun ateş yükseltme mekanizmaları, B hücreleri, T hücreleri, silahlar... Peki ama bu mükemmel sistem nasıl ortaya çıkmıştır?
Canlıların rastlantılarla ortaya çıktığını öne süren evrim teorisi, elbette bu son derece kompleks sistemin nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz. Evrim teorisinin iddiası, canlıların ve canlı sistemlerinin küçük rastlantıların birbirine eklenmesi sayesinde aşama aşama oluştuğudur. Oysa savunma sisteminin "aşama aşama" oluşması söz konusu olamaz. Çünkü sistemi oluşturan faktörlerden tek biri bile olmasa ya da işlevini görmese, sistem çalışamaz ve insan, hayatını sürdüremez. Sistemin eksiksiz ve kusursuz bir biçimde, bütün parçaları ile tam olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bu gerçek,  "rastlantı" kavramını anlamsızlaştırır.
Peki bu planı yapan kimdir? Vücudun ısısının yükselmesinin gerektiğini, ancak böylece savunma ordusunun ihtiyacı olan enerjinin başka yerlere harcanmayacağını bilen kimdir? Makrofajlar mı? Makrofajlar sadece küçük birer hücredirler. Düşünme yetenekleri yoktur. Ancak kurulmuş bir üst sisteme itaat eden ve görevlerini yapan canlılardır.
İnsan mı? Hayır. İnsan kendi vücudunda böylesine mükemmel bir sistemin işlediğinden haberdar bile değildir. Oysa farkında olmadığı bu sistem onu mutlak bir ölümden korur. Açıktır ki, savunma sistemini yaratan, tüm insan bedenini yaratan, üstün bilgi ve güç sahibi bir Yaratıcıdır. İşte o Yaratıcı, insan vücudunu "bir damla sudan" yaratan Allah'tır.

Savunma Sistemi

Sayıları bir trilyon civarında olan akyuvarlar, ileri derecede özelleşmiş bir savunma ordusu oluştururlar. Bu ordunun en önemli elemanları ve bir düşmanla savaş sırasında üstlendikleri görevleri aşağıda belirtilmiştir.
 
VirüsVİRÜS
Bir genetik bilgi paketi olan virüs harekete geçmek için çevreye bağımlıdır. Çoğalabilmek için bir konakçı hücredeki mekanizmaları kullanmak zorundadır.
Makrofaj

MAKROFAJ
Bir gözcü ve ön saflardaki savunma hücresidir. Kandaki her türlü yabancı maddeyi yutar ve sindirir. Yabancı bir organizma ile karşılaşınca yardımcı T hücrelerini olay yerine çağırır.

Yardımcı T hücresiYARDIMCI T HÜCRESİ
Bağışıklık sisteminin yöneticisi görevini üstlenmiştir. Düşmanı saptadıktan sonra dalak ve lenf bezlerine gider ve diğer hücreleri hastalık etkeni ile savaşmak üzere uyarır.

Öldürücü T hücresiÖLDÜRÜCÜ T HÜCRESİ
Yardımcı T hücresi tarafından uyarılan bu hücre yabancı organizmaların işgal ettiği hücreleri ve kanser hücrelerini yok eder.
B hücesiB HÜCRESİ
Biyolojik silah fabrikaları olan bu hücreler dalak ve lenf bezlerinde bulunurlar. Yardımcı T hücreleri tarafından uyarılınca  antikor denen güçlü kimyasal silahlar üretirler.
AntikorANTİKOR
Y şeklindeki bu protein molekülü hastalık etkenine yapışarak onu etkisiz hale getirir ve yok edici hücreler için hedef haline getirir.

Baskılayıcı T hücresiBASKILAYICI T HÜCRESİ
T hücrelerinin bu üçüncü tipi diğer T ve B hücrelerinin etkinliklerini yavaşlatır veya durdurur. Hastalık yenildikten sonra saldırının durmasını sağlar.

Bellek hücresiBELLEK HÜCRESİ
İlk kez hastalık geçirildiğinde oluşturulan savunma hücresidir. Yıllarca vücutta kalarak aynı hastalık etkeniyle tekrar karşılaştığında savunmanın çok süratli ve etkili olmasını sağlar.

 
1 SAVAŞ BAŞLIYOR
Virüsler bedende yayılırken bir kaç tanesi makrofajlar tarafından yutulur. Makrofajlar virüsün antijenlerini ayırarak kendi yüzeylerine yerleştirirler. Kan dolaşımında bulunan milyonlarca yardımcı T hücresinden çok azı bu özel antijeni 'okuma' yeteneğine sahiptir. Makrofaja bağlanan bu T hücreleri etkin hale geçerler.
2 SAVUNMA  HÜCRELERİ  ÇOĞALIYOR
Yardımcı T hücreleri etkin hale geçince çoğalmaya başlarlar. Daha sonra az sayıdaki, düşman virüse duyarlı olan öldürücü T hücrelerini ve B hücrelerini uyarırlar. B hücrelerinin sayısı artarken yardımcı T hücreleri onlara antikor yapmaları için işaret verir.
3 HASTALIĞIN YENİLMESİ
Bu sırada virüslerin bir kısmı hücrelerin içine girmişlerdir. Virüsler sadece hücre içinde çoğalabilir. Öldürücü T hücreleri salgıladıkları kimyasal maddelerle bu hücrelerin zarlarını delerek ölümlerine neden olur, böylece hücre içindeki virüsün çoğalmasını önlerler. Antikorlar da doğrudan virüsün yüzeyine bağlanarak onu nötralize eder hücrelere girişini önler ve içine sızılan hücreleri yok edecek kimyasal tepkimeler başlatırlar.
4 SAVAŞ SONRASI 
Hastalık yenilgiye uğratılınca baskılayıcı T hücreleri tüm saldırı sistemini durdururlar. Bellek T ve B hücreleri, eğer tekrar aynı virüsle karşılaşılırsa hemen harekete geçmek üzere, kan ve lenf sisteminde kalırlar.

3. Bölüm: "Canlılardaki İbretler" / Profesyonel Avcılar

Hud Suresi'nin 6. ayeti ile Allah, tüm canlıların "rızık"larını yani yaşamalarını sağlayan besinlerin tümünü Kendisi'nin yarattığını bildirmektedir:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitaptadır. (Hud Suresi, 6)
Balık
1. Balığın yüzgeci kapalı durumdayken   
2. Balık diğer balıkların dikkatini çekmek için yüzgecini açar ve sahte balık ortaya çıkar.
3. Sahte balığın cazibesine kapılarak yaklaşan av fark edemediği avcı için kolay bir yem olur.
İnsan, akıl ve vicdan gözüyle etrafına baktığında, Allah'ın tüm canlıları nasıl "rızıklandırdığını" rahatlıkla görebilir. Yiyip-içtiklerimizin tamamı "yaratılmış" maddelerdir. İçilen su, yenilen ekmek, sebze ve mevyeler, tümü özel bir yaratılışın sonucudur.
Bir meyveyi, sözgelimi bir portakalı düşünürsek... Bu meyve, aslında bir tahta kütlesinden başka bir şey olmayan bir ağacın dalında oluşmuştur. Ağaç, topraktan su ve mineral alacak, bunu güneşten aldığı enerjiyle birleştirecektir. Sonuçta ortaya, yalnızca insanın kullanacağı, insan vücudu için son derece yararlı, son derece lezzetli ve güzel kokulu bir ürün çıkacaktır. Hem de çok estetik ve sağlıklı bir ambalaj içinde.
Ağaç, nasıl olup da böyle bir ürün ortaya çıkarmaktadır? Bu ürün neden insan vücudu için son derece yararlıdır? Neden tüm meyveler tam da yetiştikleri mevsimlere göre gerekli vitaminleri içermektedirler? Neden son derece lezzetlidir, acı da olamaz mıydı? Neden güzel kokuludur, son derece kötü de kokamaz mıydı?
Kuşkusuz ağaç ancak bir tahta kütlesidir ve "kendi kendine" bir meyve üretmesi, hele bunu insan için gerekli özelliklerle donatması söz konusu değildir.
Aynı insan gibi diğer tüm canlıları da Allah rızıklandırır. İlerleyen satırlarda bazı canlıların rızıklarına ulaşmak için kullandıkları çarpıcı ve şaşırtıcı avlanma sistemlerini inceleyeceğiz.
Canlıların besinlerine ulaşabilmek için sahip oldukları sistemleri akıl, mantık ve vicdan ölçüleri içinde değerlendiren bir insan için Allah'ın güç ve kudretini anlamak son derece kolaydır. Bu bölümde yer verdiğimiz her bir hayvan Allah'ın yeryüzünde yaydığı büyük delillerdendir. Örneğin yandaki resimlerde gördüğünüz balığın "avlanma tekniği" hayret vericidir. Bu balık ne avını kovalar ne de kayalar ardına gizlenip avının üzerine atılmayı bekler. Balığın ilk bakışta diğerlerinden bir farkı yok. Ama yüzgecini kaldırır kaldırmaz birdenbire sırtında bir "sahte balık" belirir. Diğer balıklar yüzgecin sahibini fark etmeyip, küçük sahte balığı avlamak için yaklaştıklarında ise avcı balığa oldukça kolay bir yem olurlar...
Acaba bu balık yüzgecine balık görüntüsünü kendi mi vermiştir?Yoksa rastlantılar rastlantılara eklenip balığa tesadüfen böyle bir özellik mi katmışlardır? Elbette böylesine bilinçli bir hareketin ve planın bir balık tarafından yapılabildiğini iddia etmek mümkün değildir. Kuşkusuz canlıların sahip olduğu tüm özellikler karşımıza tek bir gerçeği çıkarmaktadır: Doğada var olan üstün aklın ve tasarımın tek sahibi, Rabbimiz olan Allah'tır.

SIÇRAYAN ÖRÜMCEK

Sıçrayan örümcekBilindiği gibi, örümcekler, avlanmak için bir ağ örer ve buna takılacak hayvanı beklemeye koyulurlar. Buna karşın, sıçrayan örümcek, diğerlerinin tersine, avına kendisi gitmeyi tercih eder. Avına ulaşmak için çok usta bir sıçrayış yapar. Yarım metre ötesinden geçmekte olan bir sineği, sıçrayarak havada yakalayabilir.
Örümcek, şaşırtıcı sıçrayışını, hidrolik basınç ilkelerine dayanan 8 ayağı ile yapar ve saldırı alanındaki avının üzerine bir anda çökerek güçlü kıskaçlarını avına geçirir. Bu atlayış çoğu zaman bitkiler arasındaki karmaşık ortamlarda gerçekleşir. Hayvan, başarılı bir atlayış için en uygun açıyı hesaplamak, yakalamak istediği avının hız ve yönünü de göz önünde bulundurmak zorundadır.
Daha da ilginç olan, avını yakaladıktan sonra ölmekten nasıl kurtulduğudur. Örümcek ölebilir, çünkü avını yakalamak için atlarken doğal olarak kendini de boşluğa atmaktadır ve bulunduğu yüksek mesafeden (çoğunlukla bir ağacın tepesindedir) yere çakılabilir.
Sıçrayan örümcekAma, örümcek böyle bir sonla karşılaşmaz. Çünkü sıçramadan hemen önce salgıladığı ve bulunduğu dala yapıştırdığı iplik, onu yere düşmekten kurtarır, havada asılı tutar. Bu iplik, hem kendini, hem de yakaladığı avını taşıyacak kadar sağlamdır.
Bu örümceğin diğer bir ilginç özelliği kurbanına enjekte ettiği zehirin, yakaladığı hayvanın dokularını sıvı hale getirmesidir. Çünkü örümceğin besini, avının sıvılaşmış dokularından başka birşey değildir.
Kuşkusuz hayvanın sahip olduğu bu özellikler, tesadüflerin ona bir hediyesi(!)değildir. Çünkü hem sıçrama, hem de kendisini düşmekten koruyacak bir ağ yapma yeteneğini aynı anda kazanmış olması gerekmektedir; eğer sıçrayamasaydı, aç kalır ve ölürdü, ağ yapamasa veya ağı yeterince sağlam olmasa bu kez de yere çakılırdı. Hayvanın hem sıçramaya uygun bir vücut yapısı olmalı, hem de kendisini ve avını taşıyabilecek güçte bir halat salgılayabileceği sistemi olmalıdır.
Kaldı ki örümcek sadece iplik üreten ve sıçrayan bir mekanizma değil, komple bir canlıdır ve tüm özellikleriyle aynı anda var olmak zorundadır. Biri sonraya kalamaz. Örneğin sindirim sistemi tamamlanmamış bir örümcek düşünebilir misiniz?...
Sıçrayan örümcek

SIÇRAYAN ÖRÜMCEK 360 DERECEYİ DE AYNI RAHATLIKLA GÖRÜR

Sıçrayan örümceğin son derece ilginç bir başka özelliği ise, görme yeteneğidir. İnsan da dahil olmak üzere çoğu yaratık, sahip oldukları iki göz ile yalnızca belirli bir alanı görebilir, arkalarını ise hiç göremezler. Oysa sıçrayan örümcek, kafasının üzerindeki dört çift özel gözle, arkasındakiler dahil etrafındaki herşeyi görebilir. Bu gözlerin iki tanesi kafanın ortasından test tüpleri biçiminde ileri uzanmıştır. Bu iki büyük göz, yuvalarının içinde sağa-sola ve yukarı-aşağı hareket edebilir. Kafanın yanındaki diğer dört göz ise görüntüyü tam olarak algılayamaz, ancak etraftaki her hareketi fark edebilir. Bu, örümceğe arkasını görme imkanı verir.
Örümceğin görüş alanını gösteren çizim. (sağda yuuvarlak resim)
Sıçrayan örümcek
Sıçrayan örümceğin gözlerinin birbirinden bağımsız görebilme yeteneği, hayvanın, cisimleri daha çabuk algılayabilmesini sağlar. Resimlerde siyah olan göz kameraya, açık olan göz başka bir yere bakmaktadır. Acaba neden diğer benzerleri iki gözlüyken, sıçrayan örümcek sekiz gözlüdür ve görüş açısı 360 derecedir?
Elbette hayvan, böyle olmasının kendisi için daha faydalı olacağını "düşünmüş" de, kendine ilave gözler imal etmemiştir. Ya da bu gözler tesadüfen meydana çıkmamıştır. Örümceği tüm bu özelliklerle birlikte Allah yaratmıştır.

KARINCALARIN KAMUFLAJ TEKNİĞİ

Karınca
Üstteki resimde ne gördüğünüz sorulsa, doğal olarak, "yaprağın altında ve üstünde birkaç karınca var" dersiniz.
Karınca
Yukarıda iki karınca bir de sıçrayan örümcek var. Hangisinin karınca, hangisinin örümcek olduğunu anlayabilmek için, karıncaların bacaklarını saymak yeterli olacaktır.
Oysa resimdekilerden yaprağın altında olan, canlı karıncaları avlayabilmek için pusuda bekleyen bir sıçrayan örümcektir. Sıçrayan örümceğin bu türü, karıncalara o denli benzer ki karıncalar bile onu kendilerinden sanarlar.
Karıncayla örümceği ayırt eden tek özellik bacak sayılarıdır. Örümcek 8 bacaklı, karınca ise 6 bacaklıdır.
Sıçrayan örümcek, kolayca tanınmasını sağlayacak bu "açığı" gidermek için, öndeki iki bacağını daha da öne uzatır ve havaya kaldırır. Bu sayede, bu iki bacağı aynen karıncaların antenlerine benzer.
Ama kamuflaj bundan ibaret değildir. Hayvanın, bir de kendisini karınca gibi gösterecek bir göz motifine ihtiyacı vardır. Çünkü kendi gözleri, karıncanınki gibi büyük ve siyah bir nokta şeklinde değildir. Ama, yaratılışındaki bir özellik, bu sorunu çözer. Başının iki yanında iki büyük siyah benek vardır. Bu iki benek, aynı karınca gözlerine benzer. (Üstteki resimde yaprağın altında duran örümceğin kafasının yanındaki beneklere dikkat ediniz.)
Su fışkırtan balık

BALIĞIN SU TABANCASI

Bu balık ağzına doldurduğu suyu, su üzerine sarkmış olan dallardaki böceklere püskürtüyor. Böcek, basınçlı su nedeniyle düşüyor ve balığa kolay bir yem oluyor.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, balığın bu saldırıyı gerçekleştirirken başını sudan hiç çıkarmaması ve su altından böceğin yerini doğru olarak tespit edebilmesidir.

Bilindiği gibi su içinden bakıldığında dışarıdaki cisimler -ışığın kırılması nedeniyle- bulundukları yerden farklı bir yerde gözükürler. Dolayısıyla, su içinden dışarıyı "vurmak" için, ışığın suda hangi açıda kırıldığını bilmek ve "atış"ı da bu açı farkına göre yapmak gerekir.

Ama bu balık, yaratılışı gereği, bu sorunun üstesinden gelir ve her defasında tam isabet kaydeder. Balığa bu hesaplama yeteneğini veren Yüce Allah'tır.
Gerçekten, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır.(Yunus Suresi, 6)

ÇINGIRAKLI YILAN

Bu yılan türünün başının ön kısmındaki yüz çukurlarında bulunan ısı algılayıcılar, çevresindeki avın vücut sıcaklığının neden olduğu infrared ışınını saptar. Bu saptama, ortam sıcaklığındaki 1/300'lük bir derece artışını tespit edebilecek kadar hassastır. Yılan, koku alma organı olan çatal dilinin yardımıyla, koyu karanlıkta yarım metre ilerisinde yere çömelmiş hareketsiz bir sincabın durduğunu anlayabilir. Avının yerini hatasız tespit eden yılan önce ona sessizce sokulur, saldırı mesafesine girer, ardından boynunu yay gibi gerer ve avının üzerine büyük bir hızla atılır. Bu sırada 180 derece açılabilen güçlü çenesindeki dişlerini avına geçirmiştir bile.
Çıngıraklı yılan
Tüm bunlar, bir otomobilin yarım saniye içinde sıfırdan 90 km/saat hıza erişmesi ile eşdeğer bir süratte olup biter. Yılanın, avını etkisiz hale getirmek için kullandığı en büyük silahı olan 'zehir dişleri'nin uzunluğu 4 cm kadardır. Bu dişlerin içi oyuktur ve zehir bezlerine bağlıdır. Bez kasları, yılan ısırdığı anda büzülür ve zehiri önce diş kanalına, oradan da avın cilt altına basınçla püskürtürler. Yılan zehiri, ya avın, merkezi sinir sistemini felce uğratır ya da kanını pıhtılaştırarak ölümüne neden olur. Bazı yılanların 0.028 gramlık zehiri, 125.000 fareyi öldürecek kadar güçlüdür. Zehir, avın yılana bir zarar vermesini engelleyecek kadar çabuk etki eder. Artık yılanın yapacağı iş, felce uğramış avını son derece esnek olan ağzıyla yutmaktır.
Yılan
Yılanlar çene kemiğine sahip olmadıklarından ağızlarını diledikleri kadar çok açabilmektedirler. Yukarıdaki fotoğraflarda kendisinden oldukça büyük olan yumurtayı yılanın nasıl kolayca yediği görülmektedir. Av, başından başlanarak, yavaş yavaş bir bütün şeklinde yutulup sindirilir.
Yılan
Çölde yaşayan bu yılan kumun üzerinde oldukça seri biçimde hareket edebilmektedir. Yılan göğüs kaslarını aşamalı olarak kasarak vücudunu S şeklinde hareket ettirir.
Hareketinin başında vücudunu bir kıvrım halinde büker ve kafasını kaldırarak havada tutar. Bu hareketi sağlayan kasılma kuyruğa doğru ilerlerken, hayvanın kafası ileride yere değer. Bu arada kasılma hareketi kuyruk kısmına gelir. Başlayan yeni bir dalga kuyruğun kumdan kaldırılarak başın hizasına gelmesini sağlar. Böylece yılan ortalama 45 derecelik eğime sahip birbirine paralel izler bırakarak öne doğru ilerler. Bu hareket sırasında yılanın sadece iki noktası kuma değer. Bu ilerleyiş şekliyle yılanın, korkunç derecede ısınmış kuma en az şekilde temas ederek vücudunun kavrulması engellenmiş olmuş olur.
Yılanın zehirli oluşu herkesçe bilinen bir konu olduğundan, hemen hiç kimse bunun nasıl olabildiği üzerinde düşünmez. Oysa, bir hayvanın başka bir hayvanı zehirleyerek öldürme gibi bir "teknoloji"ye sahip olması, gerçekten de şaşırtıcı ve olağanüstüdür.
Allah'ın varlığını inkar etmekte diretenler, yılanın nasıl böylesine olağandışı bir yeteneğe sahip olduğunu açıklayamazlar elbette. Çünkü yılanın ağzında yer alan zehir sistemi, son derece karmaşık ve hesaplı bir sistemdir. Bu sistemin işlemesi için hayvanın içleri oyuk özel "zehir dişleri" olması, bu dişlere bağlı zehir bezleri olması, bu bezlerin içinde düşmanlarını anında felç edecek kadar güçlü bir zehirin oluşması ve hayvan avını soktuğu anda bu sistemi çalıştıracak bir refleksin ortaya çıkması gerekir. Bu çok parçalı sistemin tek bir parçası dahi olmasa, sistem çalışmaz. Bu da yılanın avlamak için seçtiği hayvanlara yem olmasıyla sonuçlanacaktır. Hayvanın ısı değişikliklerini ve kokuları algılamadaki olağanüstü yetenekleri de karşı karşıya olduğumuz dizaynın ne denli detaylı olduğunu gösterirler.
Ortada alışılmışın dışında ve ancak "mucize" terimiyle ifade edilebilecek olağanüstü bir olay vardır. Doğanın ise, "doğaüstü" olan mucizeyi yaratması gibi bir durum söz konusu olamaz. Doğa, çevremizde gördüğümüz düzenin tümüne konulmuş bir isimdir. Bu düzeni kuran da elbette bu düzenin kendisi değildir. Doğa kanunları Allah'ın koyduğu ve yarattıkları arasındaki ilişkileri düzenleyen kanunlardır. Kavramları doğru tanımlamak gerçekleri ortaya çıkarır. Kavramları karıştırmak ise inkar edenlerin bir özelliğidir. Bunu da gerçekleri örtbas etmek, değiştirmek amacıyla yaparlar.
Ateş balığı

ATEŞ BALIĞI

Göz alıcı renklere sahip bu balık, küçük balıkları kayalık veya mağara biçimindeki yerlerde sıkıştırdıktan sonra, göğüs yüzgeçlerini bir ağ gibi kullanarak balıkların kaçış yollarını kapatır. Kaçmaya çabalayan balıklar bu kez ateş balığının zehirli dikenleriyle tanışırlar. Ateş balığının son derece kuvvetli olan zehiri anında etkisini göstererek kurbanın ölümüne neden olur.
 
Akrep
 
Olta balığı

OLTA BALIĞI

Bu balık avlanmak istediğinde, kafasından çıkan uzantıyı bir olta gibi salar ve beklemeye başlar. Bu uzantıyı küçük bir balık zannederek yaklaşan diğer balıklar birdenbire ortaya çıkan avcıya yem olmaktan kurtulamazlar. Balığın kendi kendine vücudunda bir olta var edecek bir yeteneğe sahip olmadığını kesindir. Böyle bir olay, "tesadüfen böyle olmuş" gibi anlamsız bir açıklama ile de geçiştirilemez.
 
Balıkla beslenen kuş
Balıkla beslenen bu kuşun avlanmak için kullandığı yöntem de son derece hayret vericidir.
Kuş, önce balıklar için bir yem bulur. Su kenarına kadar ağzında getirdiği yemi suya bırakır ve sabırla beklemeye koyulur.
Yemin etrafına toplanan küçük balıklar herşeyden habersiz beslenmeye başladığında kuş, ani bir hareketle balıkları avlar.
Bu taktiği kuşa ilham eden herşeyin hakimi olan Allah'tır.
Kuş balıklara yem getiriyor... (1. resim)
Yemi suya bırakıyor ve beklemeye başlıyor... (2. resim)
Balıklar yemin etrafında toplanıyorlar... (3. resim)
Ve kuş balıkları avlıyor... (4. resim)
 
Kamuflaj
Kamuflaja uygun olarak yaratılmış dış görünümleri, kimi hayvanlara avlanma konusunda büyük avantaj sağlamaktadır. Örneğin kumun içinde gizlendiğinde üstteki yılanı fark etmek mümkün değildir. Bu şekilde bekleyen yılan için, kendisini fark etmeden burnunun dibine kadar giren avını yakalamak oldukça kolay olmaktadır.
 
Hayvanlarda kamuflaj
Kamuflaj yeteneği ile yaratılmış bir başka hayvan da "stargazer" adlı balıktır. Balık, denizin dibindeki kumların altına kendini tamamen gömerek gizler. Balığın ağzının üstünde dişe benzer saçaklı bir yapı bulunur. Dişe benzeyen ve kumlardan ayırt edilemeyen bu organ sayesinde kumun altında rahatlıkla nefes alır. Bir av gelene kadar tuzakta bekler, avı kendine yaklaştığında ani bir hareketle kumun arasından fırlar ve onu yakalar.
 

USTA BİR AVCI: BUKALEMUN

Bukalemun
DİL: 
Bukalemunun dili ağzının içinde bir akordeon gibi katlanmıştır. Dilinin ortasında ucu sivri bir kıkırdak vardır. Dilin ucundaki dairesel kaslar kasılınca, dil dışarı fırlar. Ayrıca dil, yapışkan bir sıvı ile kaplıdır. Avına yeteri kadar yaklaştığında bukalemun ağzını açar ve dilini hızla avının üzerine fırlatır. İç içe geçmiş kaslar sayesinde yapışkan dil, hayvanın uzunluğunun 1,5 katı mesafeye kadar ulaşır. Bukalemunun dilinin avı yakalayıp geri çekilme süresi ise sadece 0.1 saniyedir.
Hayvanlarda kamuflaj
 
Hayvanlarda kamuflaj
KAMUFLAJ: 
Bukalemun kamuflaj konusunda kuşkusuz ilk akla gelen hayvandır. Bukalemun üstünde bulunduğu zemine göre renkten renge girer.
Yandaki resimde kısa bir süre için bukalemunun sırtına bırakılan eğreltiotunun, hayvanın derisinde bıraktığı iz görümektedir Buna yol açan tepkimelerde, hem ışık hem de ısı değişimlerinin rolü olduğu düşünülmektedir. Gerçekte bukalemun, kendisine büyük avantaj sağlayan bu renk değiştirme yeteneğinin farkında bile değildir. Vücudu, o herhangi bir şey yapmadan, kendiliğinden, dokunduğu ortamın rengini alacak şekilde yaratılmıştır.
 
Hayvanlarda kamuflaj - Kaplan
Otlar arasında mükemmel derece kamufle olmuş bu kaplan, çevikliği, güçlü çenesi, pençeleri, sürati ve gücüyle tam bir avcı olarak yaratılmıştır. Kaplanın diğer bir özelliği de pusuda avını izlerken rüzgarı kesinlikle arkasına almamasıdır. Çünkü arkasından esecek rüzgar kendi kokusunu avına taşıyacak ve fark edilmesine sebep olacaktır.
 


FARKLI BİR AVCI: VENÜS BİTKİSİ

Venüs bitkisiBitkiler arasında avlananlar, et ile beslenenler vardır. Birbirinden şaşırtıcı yöntemlerle avlanan bitkilerden biri ise Venüs bitkisidir.
"Venüs", üzerinde dolaşan böcekleri yakalar ve bunlarla beslenir. Bu bitkinin avlanma sistemi son derece karmaşıktır. Çeşitli bitkiler etrafında gezinerek kendine yiyecek arayan bir sinek, birdenbire oldukça cazip bir bitki ile, yani venüsle karşılaşır. Bir çanağı kavramış ellere benzeyen bu bitkiyi cazip kılan şey, yapraklarının dikkat çekici kırmızı rengi ve daha da önemlisi, bu yaprakların çevresindeki bezlerden salgılanan şeker kokulu salgıdır. Kokunun dayanılmaz cazibesine kapılan sinek fazla tereddüt etmeden bu ilginç bitkinin üzerine konar. Yiyecek kaynağına doğru ilerlerken bitki üzerindeki zararsız görünümlü tüylere de ister istemez dokunur. İşte bunun üzerine bitki aniden kapanıverir. Sinek, ansızın üzerine sımsıkı kapanan bir çift yaprağın arasında sıkışıp kalır. Venüs bitkisi biraz sonra "et eritici" sıvısını salgılamaya başlayacak ve kısa bir süre içinde sineği bir tür pelteye dönüştürecek, sonra da emerek tüketecektir.
Venüs bitkisi
Bitkinin sineği yakalamaktaki hızı son derece etkileyicidir. Bitkinin kapanma hızı, insan elinin maksimum kapanma hızından daha fazladır (eliniz açıkken ortasına konan bir sineği yakalamayı denerseniz, büyük olasılıkla başaramazsınız, ama bitki bu işi başarabilmektedir). Peki kasları, kemikleri olmayan bir bitki nasıl olup da böyle ani bir hareket yapabilmektedir?
Araştırmalar venüs bitkisinin içinde elektriksel bir sistem olduğunu ortaya koymuştur. Sistem şöyle çalışır: Bitkinin tüycüklerinde sineğin çarpmasıyla oluşan mekanik etki, tüycüklerin altındaki alıcılara iletilir. Eğer mekanik itme yeterince güçlüyse, alıcılardan tıpkı bir havuzdaki dalgalar gibi tüm yaprak boyunca elektriksel sinyaller yollanacaktır. Sinyaller yaprakları ani bir biçimde hareket ettiren motor hücrelere ulaşır ve sineği yutacak mekanizma harekete geçer.
Bitkinin uyarı sisteminin yanında, yapraklarının kapanmasını sağlayan mekanik sistem de son derece mükemmel bir yaratılıştadır. Bitki içindeki hücreler elektriksel uyarı alır almaz bünyelerindeki su dengelerini değiştirirler. Yaprakların oluşturduğu kapanın iç tarafındaki hücreler bünyelerindeki suyu bırakıp çökerler. Bu olay havası alınmış bir balonun sönmesine benzer. Kapanın hemen dışındaki hücreler ise aşırı su alarak şişer. Böylece insanın kolunu hareket ettirmesi için bir kasın gevşerken ötekinin kasılmasına benzer şekilde, kapan kapanır. İçerde hapsolan sinek ise her çırpınmasında tüylere tekrar tekrar değerek, elektriksel itmenin tekrar oluşumuna ve dolayısıyla da yaprağın daha sıkı kapanmasına neden olmaktadır.
Venüs bitkisi
Sinek tüyleri titreştiriyor ve reaksiyon başlıyor...
Kimyasal reaksiyonlarla oluşan elektriksel uyarılar yaprağa yayılıyor...
Ve çiçek sineği avlıyor!
Bu arada kapanın yüzeyindeki hazım bezleri de uyarılmaktadır. Uyarı sonucunda bezler sineği yavaşça eritecek sıvıyı salgılamaya başlarlar. Böylece bitki, protein bakımından hayli zengin bir çorba haline gelen sineğin peltesini kullanarak beslenir. Sindirimin sonunda ise, tuzağın kapanmasını sağlayan mekanizma tersine işleyerek kapanın açılması sağlanır.
Ayrıca sistemin bir ilginç özelliği daha vardır: Tuzağın harekete geçmesi için tüylere üst üste iki kez dokunulması şarttır. İlk dokunma elektrik potansiyelini oluşturmakta fakat tuzak kapanmamaktadır. Tuzak ancak ikinci bir dokunmayla elektrik potansiyelinin belirli bir boşalma düzeyine ulaşması sonucu kapanmaktadır. Sinek tuzağı bu çift hareketli mekanizma sayesinde gereksiz yere kapanmaz. Örneğin bitkinin içine bir yağmur damlasının düşmesi durumunda kapan harekete geçmez.
Sundew tüyleri
Sundew'in Tüyleri

Bu bitkinin yaprakları uzun kırmızı tüylerle doludur. Bu tüy lerin ucu, böcekleri kendine çekecek koku içeren bir sıvı ile kaplıdır. Sıvının bir başka özelliği ise son derece yapışkan olmasıdır. Kokunun kaynağına yönelen böcek, bu yapışkan tüylere takılır. Böcek kurtulmak için debelendikçe, tüyler hayvanı daha iyi kavrayacak şekilde bükülmeye başlar. Kıpırdayamaz hale gelen böcek protein parçalayıcı salgı içinde hazmedilir. Bitkinin hareket sistemi Venüs bitkisininkine benzemektedir. Tepesinde ve sapındaki tüycükler titreşir ve diplerinde oluşan elektriksel uyarılar reaksiyonu başlatır.
Şimdi bu etkileyici avlanma sistemi üzerinde düşünelim. Bitkinin avını yakalayabilmesi ve sindirilebilmesi için tüm sistemin var olması gereklidir. Bir parçanın bile eksikliği bitki için ölüm demektir. Örneğin; yaprak içindeki tüyler olmasa böcek içerde gezmesine rağmen reaksiyon hiçbir zaman başlayamayacağından bitki kapanamayacaktır. Veya kapanma sistemi olsa ancak böceği sindirecek salgılar olmasa, tüm sistem boşa gidecektir. Bitki sinekleri cezbedecek bir koku salgılamasa, bu kez kapan kendisine av bulamayacaktır.
Bir fare kapanı gördüğünüzde, bunun bir tasarım örneği olduğunu bilirsiniz. Çünkü hassas mekanizmanın her parçası, fareyi yakalamak için özel olarak ayarlanmıştır. Sinek yakalayan bu bitki ise, bir fare kapanından çok daha karmaşık ve ince bir tasarımdır.
Ortada öyle büyük bir tasarım ve kusursuz bir planlama vardır ki, bunun sahibinin hem venüs bitkisini, hem de tüm doğayı yaratmış olan Allah olduğu apaçık bir gerçektir.
Allah, herşeyin Yaratıcısıdır. O, herşey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)

Dağ manzarası