15 Ocak 2014 Çarşamba

İsa Mesih (as), Hz. Mehdi (as) ve İttihad-ı İslam

Ahir Zamanın İmanı ve Aklı Zayıf, Enaniyetli  Din Alimlerinin Özellikleri

Bediüzzaman Hazretleri, ahir zamanda hem imanı ve aklı zayıf hem de enesi kavi, yani enaniyeti güçlü, kibirli bazı alimlerin hadislerde bildirilen hakikatleri kavrayamadıklarını, bu sebeple de hadisleri inkara kadar gittiklerini şöyle anlatmaktadır:
Kıyamet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuatından (olaylarından) ve Bâzı a'malin (amellerin) fazilet ve sevaplarından bahseden hâdîs-i Şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim (ilim sahibi), onların bir kısmına zaîf (zayıf) veya mevzu demişler. İMANI ZAYIF VE ENANİYETİ KAVİ  bir kısım da (aklını beğenen, kendini büyük, kusursuz ve üstün gören; ve adeta kendi nefsini putlaştıran kişiler de (Allah'ı tenzih ederiz)), inkâra kadar gitmişler... Netice-i Kelâm: EY İNSAFSIZ VE DİKKATSİZ VE İMANI ZAÎF, FELSEFESİ KAVÎ, HODBİN (BENCİL, KİBİRLİ), MÜNEKKİD (SÜREKLİ ELEŞTİREN) ADAM! Şu "On Asl"ı nazara al. Sonra sen hilaf-ı hakikat (gerçeğe aykırı) ve kat'î muhalif-i vaki' (kesin muhalif olarak) gördüğün bir rivayeti bahane ederek ehadîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine (masumluk mertebesine) halel verecek itiraz parmağını uzatma!(Sözler, sf. 355)
.... Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini (manen yok edeceğini)"  İMANI ZAYIF OLANLAR İSTİB'AD EDİYORLAR (UZAK GÖRÜYORLAR). Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. (Onbeşinci Mektup, sf. 59)
Bir şey daha kaldı; en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. EHL-İ İLMİN BİR KISMINDA BİR ENANİYET-İ İLMİYE BULUNUR. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza (sözle karşılıklı mücadele) ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği (beğendiği) ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî (gizli) bir adâvet(düşmanlık) besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini (kıymetten düşürmeyi) arzu eder -tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi (kendi fikirleri) onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.
Halbuki, bilmecburiye (mecburen) bunu haber veriyorum ki: Bu durûs-u Kur'âniyenin (Kuran derslerinin) dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye (imani ilimler) cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs (noksan) bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır (yansımalarıdır); bizler, taksimü'l-a'mâl (işlerin taksim edilmesi) kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat (hayat suyu) tereşşuhâtını (yansımalarını) muhtaç olanlara yetiştiriyoruz. (Yirmi Dokuzuncu Mektup, sf. 413)
Gayb-aşinalık dava eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye (gaybla ilgili konulara) dair tahminlerini yakîn tahayyül eden AKIL FÜRUŞLAR GİBİ, SENİN GAYBİ HABERLERİNİ BEĞENMİYORLAR MI?(Sözler, sf. 388)
Şu üç şeyde çok hakikatlara işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder. Ve üç tabaka ehl-i hakikata misaldir.
Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velayet, ehl-i nübüvvetin işaratıdır.
İkincisi: Cismanî cihazat ile kemaline sa'yedip hakikate gidenleri...
Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri...
Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.
Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar. Yoksa üç tabakaya değil.
Üçüncüsü: ... ENANİYETİ BIRAKMAYAN VE âSâRA (kabahatlare) DALAN ve yalnız istidlaliyle (delile dayanarak sonuç çıkarmak) hakikata giden ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikatı aramaya giden ve iman ve Kur'an ile, fakr (muhtaç olduğunu bilip) ve ubudiyetle (kul olduğunu bilip) hakikata çabuk giden ayrı ayrı istidadda bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir." (Sözler, Yirmidördüncü söz, sf. 336)
AKILLARI GÖZLERİNE İNMİŞ, KESRETTE (çoklukta, çeşitlilikte) BOĞULMUŞ OLANLARIN ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye (mukaddes ve yüce maksatlara) yetişenlere yetişebilsinler." (Sözler, Yirmidördüncü Söz, sf. 350)
(Haşiye): Evet, "Hiç mümkün müdür ki" şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: EKSER KÜFÜR VE DALALET (dinden sapma, ayrılma); İSTİB'ADDAN (ihtimal vermemekten) ileri gelir. YANİ AKILDAN UZAK VE MUHAL (İMKANSIZ) GÖRÜR, İNKAR EDER. İşte Haşir Söz'ünde kat'iyyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib'ad (ihtimal vermeme), hakikî muhaliyet (imkansızlık)VE AKILDAN UZAKLIK ve hakikî suubet (güçlük, zorluk), hattâ imtina' (çekinme) derecesinde müşkilât (zorluklar), KÜFÜR YOLUNDADIR VE DALALET (DİNDEN SAPMANIN) MESLEĞİNDEDİR... ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet (kolaylık); iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir." (Sözler, Onuncu Söz, sf. 65)
EVET, SENİN GİBİ AKLI GÖZÜNE İNMİŞ VE GÖZÜNE PERDE ÇEKİLMİŞ, ADAMLARA SÖZ ANLATMAK  VE BİR ŞEY GÖSTERMEK, ELBETTE MÜŞKİLDİR. FAKAT HAK O KADAR PARLAKTIR Kİ, KÖRLER DE GÖREBİLDİĞİ İÇİN biz de deriz ki: Feza-yı ulvî, bilittifak "esîr" ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delalet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi bizzarure menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Madem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise o ahkâmların menşe'leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır. (Sözler, Otuzbirinci Söz, sf. 533)
"Acaba AKILLARINA GÜVENEN AKILSIZ FEYLESOFLAR GİBİ, "AKLIMIZ BİZE YETER" DEYİP SANA İTTİBADAN İSTİNKAF MI EDERLER?Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. (Sözler, sf. 386)
BİR âCİZ-İ MUTLAKI, BİR KADİR-İ MUTLAK ZANNEDERLER. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha aşağıdırlar. (Sözler, sf. 387)
EVET, AKILLARI GÖZLERİNE SUKUT ETMİŞ. Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir. (Sözler, sf. 551)
çiçekli